Ülkemizin iç dinamiklerinin gelişmesi dış
dinamiklerin öncülüğüne terk edilmiştir. Bunun nedeni, Türkiye’nin ekonomi
politikasının uzun zamandır ithal edilen finans kapitale dayalı olarak
yürütülmesidir.
Türkiye’deki
sanayi ve banka sermayesine, menkul kıymetler borsasına, iyimser
yaklaşımla % 70 oranında finans kapital fonları ve uluslararası şirketler
sahiptir. Ekonomik koşullar, siyaseti etkileyerek dış siyasetin iç siyaseti
belirlemesini sağlamaktadır.
Dahası, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının,
dış ekonomik ve siyasi olguları çarpıtarak iç siyasette algı yaratmak amacıyla
kullanması, parti menfaatini ülke yararının önüne çıkararak akılalmaz yanlışlar
yapması sonucu Türkiye siyasi sosyal ve ekonomi politik bakımdan zarar
görmektedir. Bu nedenle biz de dış siyasetten başlayacağız.
Osmanlı devleti geç dönem imparatorluklar
sınıfına girer. Bu dönemde Osmanlı’da Millet’in anlamı, ulusa dayalı anlamında
ulusal değildir, dine dayalı olarak Ümmet’tir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Önasya (Türkiye) toprağında
yaşayan temel unsur islam ümmetidir. Soy (ırk) olarak Türkler Kürtler ve
diğerleridir. Azınlık olarak, Musevi ve Hristiyan ümmetlerdir. Soy olarak
Yahudiler Ermeniler Rumlar ve diğerleridir.
20. yüzyılın başında Emperyalist devletler
Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak için anlaştılar. 1850’li yıllarda batı
dünyasında en önemli tartışmalardan biri, Türklerin hangi topraklar üzerinde
devlet kuracaklarıydı.
Türkiye halkı; Osmanlı İmparatorluğu’nu 1. Dünya
Savaşı sırasında işgal ederek sömürge ve yarı-sömürge durumuna düşüren tekelci
kapitalist ve emperyalist İtilaf devletlerine karşı Kemalist düşünce önderliğinde savaşarak direnişi sürdürürken,
aynı zamanda Osmanlı monarşisine (padişahlığa) karşı mücadele yürütüyordu.
01 Kasım 1922 - Hilafetten ayrılarak padişahlık
(saltanat) kaldırıldı.
24 Temmuz 1923 - Lozan Antlaşması imzalandı.
13 Ekim 1923 - Ankara başkent yapıldı.
29 Ekim 1923 - Cumhuriyet ilan edildi, Mustafa
Kemal Cumhurbaşkanı seçildi, Anayasa’ya “Türkiye Devleti’nin resmi dili
Türkçedir” maddesi girdi. Böylece, bağımsız bir devlet kurulmuş oldu.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulduğu bölge;
batısı Doğu Trakya, doğusu Hazar Havzası, kuzeyi Karadeniz, güneyi Akdeniz ve
Kuzey Mezopotamya; Karl Marx’ın 1850’li yıllarda belirttiği topraktır. (Bak:
Türkiye Üzerine, Karl Marx)
29 Ekim 1923’te 1921 Anayasası’nda olmayan
“Türkiye devletinin dini islamdır” maddesi TBMM’de kabul edilerek Anayasa’ya
eklendi. O dönemde, işin özünü bilmeyenler “Bu da nereden çıktı!..” dedi. Bir
kısım insanlar da, Anayasa’ya eklenen bu maddeyi “Gazi’nin taktiği!..” olarak
değerlendirdi. Mustafa Kemal ve Kemalistler için “Türkiye Devleti’nin dini
İslam’dır” maddesinin Anayasa’ya eklenmesi, taktik değildi, yasal ve stratejik
zorunluluk idi.
Geriye dönersek; Lozan Konferası’nda İngiltere
öncülüğünde Fransa ve İtalya delegasyonları, Türkiye’de hukuk reformları
gerçekleşene kadar yabancıların ve azınlıkların mevcut statülerinin devam
etmesini istiyordu. Bu şekilde çıkacak karar, yabancıların ve azınlıkların dine
ve ırka (soya) dayalı azınlık olmalarını sağlıyordu. Böylece, müslüman Kürtler
de azınlık oluyordu ve İngiltere’nin müslüman Türkler ile müslüman Kürtler’i
birbirinden ayırması için açık kapı bırakıyordu.
Türkiye delegasyonu, Dışişleri Bakanı İsmet
Paşa, kapitülasyonların devamını ve ırka dayalı azınlık kararı alınmasını kabul
etmeyeceğini açıklayınca Konferans kesintiye uğradı. İsmet Paşa Ankara’ya
döndü. Kemalistlerin ırka dayalı millet (ulus) olmayı kabul etmeyeceği
anlaşıldı.
Konferans’ın ikinci döneminde, hukuk reformları
ve komisyonlar kurulması konusunda anlaşmaya varıldı. Dil din ırk ayırımı
yapılmadan, sosyal hukuki ve siyasi tüm haklara sahip vatandaşlığa dayalı tek
yasa uygulaması kabul edildi. Ayrıca, dine dayalı azınlıklar prensibi
doğrultusunda, müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk (teba) yurttaşların,
müslümanlara verilen ve kullandıkları tüm haklara sahip olacakları, kendi
dillerinde eğitim öğretim yapmak için okullar açabilecekleri ve bu okullarda
Türkçe’nin zorunlu ders olacağı; laiklik ilkesi doğrultusunda dinî
özgürlüklerin olacağı; Türkiye’nin müslüman olmayan azınlıklar için tanıdığı bu hakların Yunanistan’daki müslüman azınlık için de geçerli olacağı
kabul edildi. (Bak: Lozan Antlaşması, I.Kısım, III.Fasıl, 37-45)
29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’na eklenen “Türkiye Devletinin dini İslam’dır” maddesi, Anayasa ile
Lozan Antlaşması’ndaki azınlıklarla ilgili kararları uyumlu hale getirdi.
Stratejik bakımdan ise, temel unsur olan müslüman Kürtlerin azınlık sayılmaları
kabul edilmeyerek Türkiye halkının bölünmesi engellenmiştir.
O dönemde, en büyük emperyalist olan İngiltere
devleti; Avrupa’da barınan Kürt diasporasıyla işbirliği yaparak, savaşla
bölemediği Türklerin ve Kürtlerin beraber yaşadığı vatan toprağında ilerde
oluşacak yeni bölünmenin yasal dayanağını yaratmak için Lozan Konferansı’nda
dirençli bir mücadele yürütmüştür.
PKK’nin diaspora olmuş
liderleri, Türkiye Devleti’nin yasal dayanağı olan Lozan Antlaşması’nı
gözardı ederek “halkların ayrılma hakkı olduğunu” geçtiğimiz yıllarda savunuyorlardı. Bundan dolayı,
Anayasa’da açıkça belirtilmiş olan Türkiye Devleti yerine “Türk Devleti” ve
Türkiye Cumhuriyeti yerine “Türk Cumhuriyeti” kavramlarını kullandılar. Daha
sonra bu tezden vazgeçildiği söyleniyor.
Yukarıdaki bilgilerin ışığında, Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recap Tayyip Erdoğan’nın Yunanistan’a (Helen
Cumhuriyeti’ne) yaptığı ziyareti gözden geçirelim.
Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan ziyareti sırasında
yapılan karşılama törenini izledikten sonra çıkardığımız sonuç: Cumhurbaşkanı
bu ziyareti Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı olarak yapmış gibi
görünüyor. Cumhurbaşkanı olarak yapmış olsaydı; 65 yıl sonra yapılan bu
ziyarette şehirlerin ana yolları üzerine tah kurulur, etraf iki ülkenin bayraklarıyla
süslenir, yüz pare olmasa bile üç beş pare top atışı yapılır, halk oyunları ve
davul zurna eşliğinde ülke halkının katılımıyla karşılanırdı. Bu şekilde
karşılama yapılmazsa, Cumhurbaşkanı hemen uçağına biner ve ülkesine dönerdi.
Cumhurbaşkanı bu ziyaretten önce bazı yayın
kuruluşlarına yaptığı açıklamada “Lozan Antlaşması’nın güncellenmesi
gerektiğini düşünüyorum!..” dedi.
Bu açıklamadan sonra Yunanistan Cumhurbaşkanı
ile görüştü.
Cumhurbaşkanı Pavlopulos hukuk profesörü ve
devlet adamı olarak “Lozan Antlaşması’nın tartışılacak ve reform edilecek bir
sözleşme olmadığına inanıyoruz. Bu Antlaşma gereğince azınlıklar Yunanistan
açısından dinî azınlık olarak tanınmıştır.” diye konuştu. Yani, Türkiye
açısından da dinî azınlık olarak tanınmıştır, dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, “Ben hukuk profesörü
değilim, ama siyasi hukuku iyi bilirim. Siyaset adamıyım!..” dedi.
İki taraf da kendi açısından haklı olduğu için
tartışma dikleşmeye dönüşmedi.
Bay Pavlopulos’un tüzel kişiliği bizi pek
ilgilendirmiyor ama, Bay Erdoğan’ın siyasi hukuku iyi bilmesi ve siyaset adamı
olduğunu söylemesi bizi pek çok ilgilendiriyor.
Bay Erdoğan doğru söylüyor. Siyasi hukuku iyi
biliyor ve ayrıca siyaset adamıdır. Bay Erdoğan’ın; biri Adalet ve Kalkınma
Partisi Genel Başkanı ve diğeri Cumhurbaşkanı olarak demokrasinin güçler
ayrılığı ilkesine uymayan iki tüzel kişiliği olmasının varlık temeli
siyasi hukuktur.
Siyasi hukuku demokrasinin hukuk literatüründe
boş yere aramayın, orada öyle bir hukuk yoktur. Siyasi hukuk ararsanız,
yürürlükteki Anayasa’da ve yasalarda arayın, orada bulabilirsiniz. Günümüzde
uygulanan OHAL yasasının hukuku, siyasi hukuktur. Baskı rejimlerinin ve finans
oligarşisi diktatörlüğünün genel hukuku, siyasi hukuktur.
Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan ziyaretinde gözden
kaçırılmaması gereken en önemli nokta, “soydaşlarımızın sorunu” Baş Müftü
seçimiyle ilgili (dinî) olduğu halde, kendi partisinin ideolojisine de ters
düşerek Türklerin azınlık olma talebinin öne çıkarılmasıdır.
Bu ırkçı bir yaklaşımdır. Türkiye için bölücülüğün
dikalâsıdır.
Türkiye ve Yunanistan Yunanistandaki Türkleri
soy olarak azınlık kabul etseler bile, bu değişiklik gerçekleşemez.
Gerçekleşmesi için, Lozan Antlaşması’nda taraf olan sekiz ülkenin dinî
azınlıkları soy olarak azınlık kabul etmesinden sonra, Birleşmiş Milletler’in
de bu değişikliği oy çokluğu ile kabul etmesi gerekir.
Koşullar bilindiği halde, Adalet ve Kalkınma
Partisi günümüzde dinci siyaseti uygularken niçin söylemde ırkçı milliyetçiliği
öne çıkarmaktadır?
Mevcut durum, dinciliğin ırkçı milliyetçilikle 2016
Anayasa referandumu öncesinde yaptığı ittifakın sonucudur. Takiyye sloganı
olarak “yerli ve millî” kavramı üretilmiştir. Sloganın “yerli” bölümü, ırkçı milliyetçiliği
ifade etmektedir. “Millî” bölümü 1. Meşrutiyet öncesinden bu yana “dinî”
demektir. Günümüzde ise, “millî” kelimesi ulusal anlamına gelmektedir. Ulusal
olan yerliyi de kavrar.
Adalet ve Kalkınma Partisi daha evvel içtiği
Cemaat zehirini şimdi kusmaktadır. Oluşan boşluğu ırkçı milliyetçilik zehiri ile
doldurmuştur. Lakin, bu zehiri kusamaz. İçtiği zehir arseniktir.
Son
söz: Kendi içinde demokrasi olmayan parti, demokrasinin temel unsuru olamaz.
Gericiliğin odağı olmuş parti, yurduna yurttaşına yararlı iş yapamaz. Nokta!..
Sınıfsız
Toplum Platformu