Sayfalar

Atatürk'e düşman yapıya asker gönderiyoruz

Suriye, Kanal, Doğu Akdeniz, Libya... Türkiye 2019’u birbiriyle ilintili dört krizle kapatıyor, ancak sorunlar 2020’de karşımıza daha da güçlü biçimde çıkacak... Emekli Tuğamiral Türker Ertürk’e göre Türk askeri Libya’ya gitmemeli. Kanal İstanbul ile ilgili sorularımızı da yanıtlayan Ertürk, iktidarın ağır şantaj altında olduğunu, Kanal İstanbul’un Montrö’yü deleceğini ifade ediyor. Diğer taraftan Ertürk, geçen hafta Boğaz’da kaza yapan geminin izlediği rotaları, yaptığı manevraları incelediğini söylüyor. Sonuç: Şüpheli... 


- Meclis yeni yılın ilk günlerinde Libya’ya asker göndermeyi oylayacak. Türk askeri giderse nasıl bir fotoğrafın içine girer? 

Bir kere Libya’ya asker göndermek çok yanlış. Bugün Libya’da iç savaş var. Bu iç savaşın tetikleyicisi emperyalizm. Büyük Ortadoğu Projesi içinde Libya bacağını halledebilmek istiyorlar. Bizim iktidarımız geçmişte çok yanlış işler yaptı. 2011’de Libya’da Büyük Ortadoğu Projesi’nin Libya bacağına yönelik olarak Kaddafi’yi devirme operasyonu başlatıldı. İktidar, bu operasyonun içine girdi. Bugün Libya’da kaos var, iç savaş var, fiili olarak üçe bölünmüş durumda. Bunun sorumlularından bir tanesi de iktidar iradesi. İktidar bu kaosun içine ve iç savaşa girmek istiyor.   

- Niçin? 

Trablus ve çevresinde egemen olan İhvancı yönetime destek için. Bizim iktidarımız biliyorsunuz geçmişin aklı olan “siyasal İslamcı” ideolojiye, “Yeni Osmanlıcı” hayale ve mezhepsel bir bakış açısına sahip. Bunun sonucu olarak bir de İhvan aşkı var. Bugün dünyada İhvan’ın iktidarda olduğu tek yer olarak Türkiye’yi gösteriyorlar. Bunu yabancı basın yazıyor, ben söylemiyorum. Siz şimdi, Türkiye’nin iki buçuk katı yüzölçümüne sahip Libya’nın sadece yüzde 6’sına egemen olan İhvancı bir yönetime destek veriyorsunuz. Bunun karşısında kim var? General Hafter, ülkenin yüzde 76’sına egemen. Ülkenin güneyini ise Araplardan ayrı bir etnik yapı olan Tebular kontrol ediyor. Bunlar da ülkenin yüzde 18’ine egemenler ve Hafter ile işbirliği içindeler. Ülkenin yüzde 96’sını kontrol eden General Hafter ile İhvancı yönetim arasında bir emperyalizm destekli iç savaş var.  

- ‘BM’nin tanıdığını destekliyoruz’ deniyor… 

Kuyruklu yalan. Eğer öyleyse Suriye’de BM’nin tanıdığı Beşşar Esad yönetimine karşı vekâlet savaşına niçin odun taşıdınız? Libya’da da İhvan’ı destekliyorlar. Suriye’de de İhvan’ı destekliyorlar. Mısır’la da İhvan yüzünden kavgalıyız. Hatta Hamas aşkı yüzünden de İsrail ile papaz olduk. İhvan’ın tarihine baktığımız zaman şöyle bir özelliği var: Türkiye Cumhuriyeti’ne, hilafeti kaldırdığı için Atatürk ve devrimlere düşmanlar. Türkiye’nin kurucu ideolojisi ve lideriyle problemi ve düşmanlık olan bir yapıya destek için Türk askerini gönderiyorsunuz. 

- Siz kurucu ideolojiyle problemli bir yapıya Türk askerini göndermenin sakıncasından söz ediyorsunuz, ancak Cumhurbaşkanı diyor ki, “Libya bize Osmanlı’nın ve Gazi Mustafa Kemal’in yadigârıdır.” 

Bu da doğru bir söz değil. 1911’de Mustafa Kemal, oradaki yerli halkla beraber Derne’de, Araplarla omuz omuza emperyalizme karşı savaşıyordu. O gün için Libya’da emperyalizmin temsilcisi İtalyanlardı. 100 yıl sonra 2011’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün tam tersini yaptınız. 2011’de Sirte Körfezi’ne NATO güçleri gönderildi. Başında İtalyan amiral vardı. Türkiye, 5 harp gemisi gönderdi. Arapların, Müslümanların başına bomba yağdırılması için. Tabii ki tek sorumlusu değildi, ama bugün dökülen kanın sorumlularından biri de iktidardır. Bir de şöyle bir ihanet yaptı: O coğrafyada biliyorsunuz otoriter yönetimler var. Libya lideri Kaddafi o ülkeyi iyi kötü yönetiyordu. 1974’te Barış Harekâtı’nda bize destek vermişti. Biz, destek verenleri arkadan hançerledik. Gücümüz bu kadardı, diyebilirsiniz. Gücünüz o kadarsa susar, yerinde oturursun ve ihanet etmezsiniz. Özetle Suriye’de bir bataklığa battık, aynı bataklığa Libya’da da batıyoruz. Asker göndermemiz fahiş bir hata olur. 

 - Tunus’un, hava sahasının uçaklarımıza açılması, üslerini kullanma, karasularından istifade tekliflerimize sıcak bakmadığı anlaşılıyor. Tunus olmadan işimiz ne kadar zor? 

Trablus yönetimi zor durumda, Türkiye’den asker, hava desteği yani savaş uçağı ve harp gemisi istiyor. Çünkü Trablus düştü, düşecek, kuşatma altında. Türk savaş uçaklarının destek verebilmesi için Libya’daki iç savaşta yakınlarında bir yerde hava üssüne ihtiyaç var. Libya’nın Batı komşusu Tunus’a bunun için apar topar gidildi. Görebildiğim kadarıyla Tunus bu işe yanaşmadı. Bunun anlamı: hava desteği vermemiz zor gözüküyor! Bir daha söylüyorum: Türk askerini Libya iç savaşına göndermek büyük bir yanlış olur. 

- Bu ısrarın ideolojik yanının ötesinde TSK’yi zorlayan başka ne olabilir? 

Katar hariç, bütün zengin Körfez ülkeleri, Rusya, Fransa ve Mısır dahil,  Hafter’i destekliyor. Geçen ay imzalanan deniz yetki alanları konusunda imzalanan mutabakat muhtırasından sonra Yunanistan da desteklemeye başladı. Rusya, Türkiye için özellikle ABD’nin ülkemizin çıkarlarını ve güvenliğini yok sayan bazı girişimlerini dengelemek için önemli bir ortak. Ama Rusya Hafter’i destekliyor. Onlarla işbirliğimiz de bozulabilir. Radikal İslami örgütlerin terör için uygun iklim yarattığına inanan ve gören yönetimlerin hepsi Hafter’e destek veriyor. Peki, biz niye Trablus yönetimine destek veriyoruz; çünkü İhvancı. Bunun başka bir izahı yok. 

 - Amerika, Türkiye’nin yanında durur mu? 

Bence durmaz. General Hafter’i sıradan biri olarak görmemek lazım. Sovyetler Birliği zamanındaki Firunze Askeri Akademisi’nden iyi dereceyle mezun, 1967’de İsral ile yapılan Yom Kippur Savaşı’na katılmış Libya-Çad savaşına katılmış. Rusça ve İngilizce bilir. 1990’dan itibaren 20 yıl ABD’de yaşamış ve CIA ile işbirliği yapmış birisi. Adamın bir ayağı Amerikalılar, bir ayağı Ruslarla. Bir anlamda ikisinin de desteği var. Amerikalılar şu anda Libya’daki bu faaliyetlere pek katılmıyorlar ama sessiz kalarak da bir anlamda destek vermiş oluyorlar. Biz mutabakat muhtırası imzalayarak bir anlamda bu münhasır ekonomik bölge (MEB) paylaşımı, sınırlandırma anlaşması yaptık. Bu doğru gibi gözüküyor ama şöyle bir problem var: Bu Trablus yönetiminin sonunu getirebilir. 

- Açar mısınız? 

Yunanistan, İsrail de hemen buna karşı tavır aldılar. ABD de Türkiye-Trablus Yönetimi arasındaki mutabakat muhtırasından memnun değil, çünkü ABD Avrupa enerji anlamında Rusya’ya bağlı olsun istemiyor. Yeni alternatif hatlara ihtiyacı var. Doğu Akdeniz’den çıkan gazın Avrupa’ya intikal ettirilmesi lazım ki, Ruslara bağımlılık azalsın. Bu Türkiye’nin Libya’nın yüzde 6’lık bölümüyle yaptığı mutabakat muhtırası sonundaki deniz yetki alanları paylaşımından sonra Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gidecek hatların mutlaka Türk MEB’inden geçmesi gerekiyor. Bunun anlamı: ABD de Hafter’e destek verecek veya sessiz kalarak vermiş olacak. Bu şunu doğuracak: Trablus yönetimi düşsün diye karşı tarafı destekleyecekler. Bu yaptığınız yanlış işlerle Trablus yönetimini de imha ediyorsunuz.  

- Doğrusu ne? 

Münhasır ekonomik bölgeni ilan et. Bu konuda Suriye’yle masaya otur. Oturmamız lazım. Mısır ile masaya otur. Oturamıyor, çünkü ikisine karşı da İhvan problemi var. Ayrıca İsrail ile de masaya oturmamız lazım. Hamas aşkı ve antisemitizm içeren söylemler yüzünden İsrail ile kavgalı olmak Türkiye’nin çıkarları ve güvenliğine hizmet etmez. Ayrıca İsrail Yahudi diyasporası vasıtası ile ABD üzerinde de etken. Bu iktidar hesap kitap da bilmiyor ne yazık ki! 

- Rusya başlığına dönmek istiyorum: Putin’le nasıl problemler yaşarız? 

Ruslar biliyorsunuz satrancın güçlü temsilcilerini yetiştirmiş bir ülke. Putin de akıllı birisi. Türkiye’yi fazla ürkütmek, kaybetmek istemeyecekler. Putin’in amacı, Türkiye’yi Batı’dan, NATO’dan koparabilmek. Bir anlamda bu konudaki rahatsızlığını belirtecek, ileri gidecek hamleler yapmayacak ama Türk askerini Libya’da başarısız kılabilmek için el altından işler yapacak. Hafter’e destek verecekler… İktidarın, kararlarının sorgulayıcı akıl, bilim süzgecinden geçmediği, tarihimizden ders almadığı ve Türkiye’nin çıkarları ve güvenliğini gözetmediği çok açık. Varsa yoksa kendi çıkarları, bekası, iktidarda devamlılığı ve çağdışı siyasal İslamcı ideolojisi. İktidarın bu politikasıyla Türkiye’ye Suriye’de, Doğu Akdeniz’de, Ortadoğu’da, Libya’da çıkış yok. Bir de şu problem var: Artık diplomatlarımız eskisi gibi ehil ve nitelikli değil. Diplomatlarımızın çok büyük bir bölümünü “Monşer” diyerek küstürdüler, tasfiye edildiler. Çapsız diplomasiyle olacaklar da ancak budur! 

- Libya’nın Türkiye’den istediği askeri güç TSK’yi zorlar mı? 

İç savaşa girdikçe ve savaşta tırmanma oldukça gönderdiğiniz kuvvetlerin sayısını artırmanız lazım. Savaşmak hem kan kaybı hem de ekonomik kayıptır. Ordu midesi üzerinde yürür ve lojistiğe ihtiyacı vardır. Zaten ekonomik zorluklarımız var. Sen ne yapıyorsun, dışarıya kuvvet göndererek harcamalarını artırıyorsun. Silah, araç gereçlerimizin çoğu dışarıdan geliyor, Türkiye’de ürettiklerimizin önemli ölçüde parçaları da dışarıdan. Dövize, paraya ihtiyacımız var, ama yok. Bu sefer Türkiye’nin geleceğini Araplara peşkeş çekerek para sağlayacak, bunu da Türkiye’nin refahı için kullanmayacak, Türkiye’yi enkaz haline getireceksiniz. 

- ÖSO’nun Suriye’den Libya’ya transfer edildiği iddiası var… 

ÖSO, Türkiye’nin vekâlet savaşçısı olmuş durumda. Onlara dolarla maaş veriyorlar. Suriye’de savaşırlar, gerekirse Türkiye’de operasyon yaparlar. Veya Libya’ya gönderirseniz orada savaşırlar… Peki, iktidar böyle bir şey yapar mı? İsmet Paşa’nın bir lafı var: Geçmişine bakacaksın: Yaptılar mı yaptılar! Yaparlar mı yaparlar! 

- Son olarak: Meclis oylamasında yeni bir 1 Mart tezkeresi yaşanabilir mi? Özellikle iktidardan kopup yeni partilere geçeceklerin bir tavır koyabileceği konuşuluyor… 

Umarım olur, ama sanmıyorum. Artık Türkiye’de tek adam yönetimi var. AKP milletvekillerinin liderlerinden bağımsız bir iradesi yok gibi gözüküyor. Ayrıca korku iklimi de var. Bunların altını çizdikten sonra inşallah olur diyelim. 

İKTİDAR ŞANTAJ ALTINDA 

 

- Yıl 2016. Bir yazınızda, “Kanal İstanbul projesi ülkemiz dışından belli amaçlara yönelik olarak sufle edildi” diyordunuz.. Kim sufle etti? 

ABD… Bakın 5.5 yıl önce televizyon programı yaptım. Kanal İstanbul’un Türkiye’ye karşı bir düşmanlık projesi olduğunu ayrıntıları ile anlattım. Esas amaç Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni kadük etmek, bu konuyu masaya getirmek için emperyalist bir proje olarak iktidarın önüne kondu. Bugün çağdaş dünyanın kanser olarak gördüğü illet şudur: Çıkar çatışması. Bir ülkeyi yöneten liderin yönetim kadrosunun çıkarlarıyla o ülkenin çıkarlarının çatışması durumu… Sorun şu: Türkiye’de Ergenekon, Balyoz ile başlayan, önü açılan darbe girişimiyle devam eden, hileli-hurdalı referandumla nihai aşamaya gelen anayasa değişikliğiyle Türkiye’nin denge ve kontrol mekanizması patlatıldı. Tek adam, kim olduğu önemli değil, kendi çıkarları lehine kararlar verebilir, ülkenin çıkarlarını yok sayabilir, çünkü onu dengeleyecek ve kontrol edebilecek iç mekanizma yoktur. Türkiye bu durumda… İkinci bir durum daha var… Suriye’de radikal örgütleri desteklemesi, yaptırımları delmesi, Halkbank meselesi, mal varlığı sorunu nedeniyle iktidar ağır şantaj altında. Bundan kurtulabilmek için Türkiye’nin aleyhine her işin içinde bulunur. Ve bence bulunuyor. 

- Kanal İstanbul meselesini buna mı bağlıyorsunuz? 

Kesinlikle. Kanal İstanbul’un, İstanbul ve Marmara Bölgesi’nin Boğazı’nı, ekolojik dengesini tahrip edeceği kesin. Aynı zamanda Türkiye’nin güvenliğini ve egemenliğini yaşamsal derecede zedeliyor. İktidar, bunları ve hatta halktan yükselen itirazları yok sayıyor ve burada bir kanal açmaya çalışıyor. Bir kere bir projenin proje olabilmesi için bir sorunu çözüyor olması lazım. Kanal İstanbul hangi problemi çözecek? Aksine yeni problem alanları yaratıyor. 

- Dedeniz İstiklal Madalyası sahibi Bahriyeli Şevki Ertürk, babanız deniz subayı Asım Ertürk.. Siz de Türker Paşa olarak Montrö Anlaşması’nın her aşamasını yaşamış üçüncü kuşaksınız. Söyler misiniz: Kanal İstanbul, Montrö’nün sonu olur mu? 

Olur tabii. ABD, Montrö’den memnun değil. Çünkü dünya denizlerini kontrol ediyor. Dünya denizleri, dünyanın yüzde 70’ini kaplıyor. Yaklaşık 360 milyon kilometrekare. ABD’nin öyle bir donanması var ki kendinden sonra gelen 14 donanmadan daha güçlü. Dünya ticaretinin yüzde 95’i denizlerden yapılıyor. Bu alanı ABD kontrol ediyor. Akdeniz 3 milyon kilometrekare. Yani dünya denizlerinin yüzde 1’i kadar. Karadeniz ise 460 bin kilometrekare. Ne kadar küçük olduğunu görün. Ama ABD, bütün dünya denizlerine hiçbir sınırlandırma olmasına rağmen Karadeniz’e giremiyor. Niçin, çünkü Montrö var, bunu sınırlıyor ve engelliyor. II. Dünya Savaşı’na giden dünya konjonktürü, Atatürk Türkiyesi’nin saygınlığı, onun diplomatlarının becerisi olmasaydı 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi yapılamazdı. 

- Cumhurbaşkanı, “Kanal İstanbul’un Montrö’yle ilgisi yok. Tamamen Türkiye’nin kendine ait bir suyolu olarak faaliyet gösterecek” diyor.  

O zaman şunu sorayım: “Kanal İstanbul’u niçin yapıyorsunuz ki…” İktidarın yetkili ağızlarına bakıyorum, diyorlar ki, “Boğaz taşıyamıyor, kazalar oluyor, Boğaz’a alternatif…” Yahu, İstanbul Boğazı’nın en dar yeri 700 metre. En geniş yeri 4 bin 200 metre. Siz bir alternatif yapacaksınız, 150 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde… Her gün kaza olur, biliyor musunuz? Ben aynı zamanda uzak yol kaptanıyım İpek Hanım. O alternatiften geçmem, geçmek için zırdeli olmak lazım. Türkiye’de tam bu tartışmalar varken geçen cuma İstanbul Boğazı’nın orta yerinde kör göze parmak sokar gibi bir kaza oldu. Sanki “Bak biz demiştik” gibi. Bir kere yanlış diyorsunuz; ortalama olarak İstanbul Boğazı’nın 20’de biri darlığında olan bir kanal kendisinden ortalama olarak 20 kat geniş bir kanala geçiş alternatifi olmaz. Ayrıca buradan geçmeye hukuken kimseyi zorlayamazsın. Diğer taraftan kaza yapan geminin, bir denizci ve uzaman birisi olarak, izlediği rotaları, yaptığı manevraları inceledim, kaza anının videosunu izledim ve şüpheli buldum. Kazada kasıt niyeti var mı konusu mutlaka mercek altına alınmalı ve incelenmeli. Çağdaş ülkelerde ve toplumlarda böyle yapılıyor! 

- Türkiye’nin İstanbul Boğazı’ndan geçen gemileri Kanal İstanbul’a yönlendirme yetkisi var mı? 

Deniz hukuku gereği kimseyi zorlayamazsınız. Bu yeni bir durum yaratacak ve tartışmaya açılacak. Montrö Boğazlar Sözleşmesi masaya gelecek. Tarihe bakmak lazım. 1950’li yıllar, Demokrat Parti iktidarda. Tabii o zaman Sovyetler Birliği var. Amerika o zaman da bir girişim yaptı. Bir kanal açalım dedi. Kanal neresi biliyor musunuz; şu andaki yer. Gerekçe şu: Boğazları savunmamız lazım. Eğer savunma hattı Trakya’da çökerse, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı güçlerinin İstanbul Boğazı’nı ele geçirmesini engellemek için bu kanalla doğal bir engel yaratmak ve burada Kızıl Ordu güçlerini durdurmak. Bu bir bahaneydi. Amaç, Montrö’yü delecek fiili girişimler yaratmaktı. Geldik 2019’lara, gerekçe farklı çünkü artık ne Sovyetler Birliği var ne de Varşova Paktı. Ama niyet aynı! 

- 2006’da da ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice Türkiye’ye geliyor ve “Akdeniz’deki donanmamı Karadeniz’e çıkaracağım, izin vereceksiniz” diyor… Montrö rafa kalkarsa başımıza ne gelir? Rusya da diyor ki, “Montrö’ye zarar gelmediği sürece benim için sıkıntı yok”… Yani zarar gelmeme olasılığı da var mı? 

Montrö sadece Türkiye’yi değil, Karadeniz’e sahildar bütün ülkelerin güvenliğini esas alıyor. Montrö’nün korunuyor olması Rusya’nın da işine yarıyor. Montrö’nün kadük edilmesinden Rusya memnun kalmaz. Yanlış işler yaparsak Rusya’yı bu konuda da karşımıza alacağız. Demin Condoleeza Rice meselesini söylediniz, doğrudur. Ben 2006-2008 arasında Karadeniz bölge komutanı’ydım. Bu ne demek; Deniz Kuvvetleri veya TSK’nin Karadeniz’den sorumlu komutanı bendim. Karadeniz’in merkezi Deniz Kuvvetleri’ne göre Karadeniz Ereğli’dir. Biliyorsunuz Karadeniz’in güvenliği ile ilgili olarak Deniz Kuvvetleri’nin iki girişimi vardı. Bunlardan birisi de Karadeniz Uyumu Harekâtı idi. Çokuluslu bir harekât. Bu harekât Karadeniz Ereğli’den yönetiliyordu. Hatta emrimde Rus ve Ukraynalı subaylar da vardı. NATO ve Amerika bu harekâttan pek memnun değildi. Türkiye’nin, Amerika ve NATO’yu Karadeniz’e sokmamak için bu girişimleri yaptıklarını değerlendiriyorlardı. Hiç unutmuyorum, Ankara’dan bir haber geldi, “Bir İngiliz amiral gelecek, Karadeniz Uyumu Harekâtı kapsamında neler yapıldığını görmek için diye. Bizzat Deniz Kuvvetleri Komutanı Yener Karahanoğlu aradı “Türker sen ilgilen ve neler yapıldığını anlat” dedi. 

- Neden geliyor? 

Neler yaptığımızı görmek için. Gezdirdik, durumları anlattık. Oturduk, orduevinde kahve içiyoruz. Orduevi öyle güzel bir yerde ki, tam limanın önünde. O sırada iki firkateynimiz ve bir denizaltımız rotasyonel olarak görevdeler ve karşımızda iskelede bağlılar. Hiç unutmuyorum, İngiliz amiral bana, “Ya çok güzel bir liman. Bu limanda keşke NATO gemileri de olsaydı” dedi. Ben de dedim ki, “E, şu anda NATO gemileri var… Türk gemileri NATO gemisi değil mi?” Kafalarında ne olduğunu anlatmak için söyledim. Türk gemisini NATO gemisi olarak bile görmüyor. O istiyor ki, oraya İngiliz, Amerikan gemileri gelsin. Biz Soğuk Savaş döneminde bile büyük güçler için çatışma haline getirtmedik Karadeniz’i, bugün de bu çok önemli. Bunu NATO’da olmamıza rağmen Montrö’yle ve dengeli dış politikayla başardık. İktidar şu anda ne yaptığını bilmiyor. 2016’da bir açıklama yapıyor Sayın Erdoğan, “NATO’nun Karadeniz’de aktiviteleri yetersizdir” diyor. Bir anlamda davet ediyor. Yetmiyor; 2016’da Varşova zirvesinde, sonra Brüksel’de NATO’nun Karadeniz’de askeri varlığını artırma kararı alınıyor. İtiraz etmiyorsun, belli ki Montrö’yü delme peşindesin. Bunun için de bir girişime ihtiyaç var, o da Kanal İstanbul… Ben merak ediyorum; Genelkurmay Başkanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı pek bir suskun haldeler. Kanal İstanbul konusunda ne düşünüyorlar acaba? Halk bilmek istiyor. Hayırlı mı olur, Montrö konusunda problem yaratmaz mı diyorlar? Bunu söyleyecek babayiğit bir asker varsa, çıksın karşıma ekranlarda halkın önünde tartışalım. Yoksa bir şey diyemiyorlar ve esir alınmış durumundalar mı? 

ÇİN, RUSYA’YI DESTEKLER 

 

- Çin faktörünü de konuşmak gerekmiyor mu? Atina’da liman satın aldı, köprüye talip, İpek Yolu emeli var. Kanala dahli olabilir mi? 

Direkt çıkarları etkilenmiyor. Çünkü Çin bu suyolunu şimdilik çok az kullanıyorlar. Ama Çin, şu andaki itiş kakışta, savaşta, Rusya’yı destekler. O yüzden karşımıza bir şekilde çıkar. 

BOĞAZ TRAFİĞİ ARTMIYOR, AZALIYOR 

 

“İktidar her konuda yalan söylüyor. Mesela alternatife ihtiyacımız var, Boğaz trafiği artıyor” diyor. Bu yalan biliyor musunuz? Rakamları çalıştım. İstanbul Boğaz trafiği azalıyor. 2006’da 54 bin 800 geçiş yapılmış. 2012’de 48 bin, 2018’de 41 bin geçiş yapılmış. 54 binden 41 bine düşmüş. Çünkü boru hatları var, artık eskisi gibi petrol, sıvılaştırılmış doğalgaz intikali denizlerden yapılmıyor. Kuzey Akımı, Türk Akımı daha bir sürü boru hattı var. Her geçen gün Boğaz trafiği azalıyor, buna rağmen siz yalan söylüyorsunuz. Trafik arttığı için alternatif yaratmaya çalışıyoruz diyorsunuz.” 


- 1920 tarihli bir harita paylaştınız sosyal medyada. Anlamı nedir? 

1920’de büyük ideal (Megali Idea) haritasını çıkarıyor Yunanlar. Haritada mavi yerler büyümeyi gösteren büyük Yunanistan’ın sınırları. Kanal İstanbul’un geçtiği yer Yunanistan’ın doğu sınırı olacak. Tesadüf olabilir mi sizce? Şunu söylemek istiyorum: İstanbul’un ve Marmara’nın doğasını katledecek, ekolojin dengesini yok edecek ve ülkemizin güvenliğini ve egemenliğini yaşamsal derecede tehdit edecek Kanal İstanbul’a karşı her alanda mücadele etmek ahlâkın, etik değerlerin, yaşadığımız bu topraklara saygının, onurun, şerefin ve yurt savunmasının gereğidir. 

NEDEN TÜRKER ERTÜRK? 

15 sene gemilerde görev aldı, üç harp gemisinin komutanlığını yaptı. Türker Ertürk, 2006-2008 yılları arasında Karadeniz Bölge Komutanı’ydı. Deniz Harp Okulu Komutanı’yken TSK içinde Gülen cemaatine bağlı imamlar olduğunu söyledi ve 2010’da istifa etti. Siyasete girme kararı alan Ertürk, hem Doğu Akdeniz, Libya, hem de Karadeniz konusunda uzman bir isim olarak yıllar önce bu konuda uyarılarda bulundu. Bize de sormak kaldı. 

30 Aralık 2019






Türkiye'nin Libya'da ne işi var?..

“BM Trablus hükümetini tanıyor ama Libya’nın doğusundaki Tobruk meclisini de meşru olarak kabul ediyor”

Ceyda Karan 

Hamide Yiğit'e göre, BM Trablus hükümetini tanısa bile Libya'nın doğusundaki meclisi de meşru kabul ediyor, üç bölünmüş ülkede 'meşruiyet' sıkıntısı var. Trablus'taki İhvancıların ülkenin yüzde 6'sını kontrol ettiğini belirten Yiğit, Ankara'nın askeri destekle Suriye'nin ardından bir başka iç savaşa karışmasının stratejik hata olacağı görüşünde. 

2011'deki silahlı isyanı takip eden uluslararası müdahale ve NATO bombardımanı eşliğinde Muammer Kaddafi’nin devrilmesiyle kaosa teslim olmuş Libya, Doğu Akdeniz’deki enerji denklemi yüzünden yeniden gündem. Türkiye hükümeti kasım sonunda ülkenin sadece batısını kontrol eden Sarraj hükümetiyle deniz alanlarının sınırlandırılmasının yanı sıra savunma mutabakatı da imzalarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ülkeye asker gönderme olasılığını dile getirmesi tartışma yarattı. Libya iç savaşı, Türkiye’nin Suriye’nin ardından bir başka iç savaşa müdahil olması sorununu 'Libya’da Kanlı Bahar' isimli kitabıyla da tanınan araştırmacı yazar Hamide Yiğit ile konuştuk. 

‘Türkiye’nin imza attığı Trablus hükümetinin meşruiyeti tartışmalı’

Hamide Yiğit, Türkiye hükümetinin hem deniz alanlarının sınırlandırılması hem de savunma alanında mutabakatlar imzaladığı Trablus merkezli Sarraj hükümetinin meşruiyetinin tartışmalı olduğu görüşünde. 2011’de Libya’ya yönelik yabancı müdahalesinin hiçbir tarafın hayrına sonuçlar vermediğini anımsatan Yiğit, dokuz senedir ülkenin üç parçaya ayrılmasına yol açan bu sürecin sonucunda uluslararası bloklaşmaların farklılaştığını ancak Türkiye’nin sabit bir pozisyonda kalmaya devam ettiğini belirtti. Yiğit’e göre Ankara muhatap aldığı yönetimi desteklerken Katar dışındaki güçler bağlamında yeniden yalnız kalabilir: 

“Türkiye hükümetinin Libya ile ilgili bütün politikalarında tamamen yalnız ve aslında desteksiz bir başına karar aldığını söylemek mümkün. Libya müdahalesinde taraf olan ülkelerden birisidir. Ama müdahale eden taraflardan hiçbirisinin beklediği bir Libya ortaya çıkmadı. Sonuç itibariyle hem ABD hem Batılı müttefikleri hem de Katar haricinde bölgedeki diğer Körfez ülkelerinin farklı stratejileri gelişmeye başladı. Libya müdahaleden sonra üçe bölündü. Birileri bir hükümeti, birileri bir başka bir hükümeti muhatap alıyor. Ama esas olarak Libya’da üç başlı bir iktidardan söz etmek mümkündür. Tobruk hükümeti bir tarafta, Batıdaki Trablus hükümeti bir tarafta, bir de güneyde kabilelerin hakimiyet alanının olduğu bölgeler var. Ancak Libya müdahalesinden beklenen sonuç elde edemeyen küresel güçlerin tercihleri farklılaşmaya başladığında, Türkiye sabit bir yerde kalmaya devam etti. Bu yer Tobruk hükümetini destekleyen bütün küresel güçleri karşısına alarak sadece Katar ile birlikte Birleşmiş Milletler’in meşru kabul ettiği Trablus hükümetini destekliyoruz diyerek olduğu yerde durmaya devam etti.” 

‘BM ulusal mutabakat hükümetini tanıyor ama Tobruk'taki meclisi de meşru görüyor’

Yiğit Libya’daki ulusal mutabakat hükümetinin BM çağrısıyla ülkenin batısında kurulduğunu fakat bu kuruluşta bugün Libya’nın doğusundaki Tobruk’ta bulunan meclisin meşru kabul edildiğini anımsatırken, BM’nin bir başka şartının da İslamcı militanların tasfiye edilerek ulusal orduya katılması olduğunu vurguladı. Yiğit Trablus'taki İhvancı idarenin ise bu militanları 'devrimin koruyucusu' kabul ettiğini söylerken, sonuçta bu idarenin ülkenin sadece yüzde 6’sında hükmünün geçtiğini de anımsattı: 

“Trablus hükümetinde kimler var? Ulusal mutabakat hükümeti BM çağrısı üzerine kuruldu. Ulusal mutabakat hükümeti Batı Libya yani Trablus’ta. Orada İhvancı iktidar var, AKP’nin kardeş partisinin iktidarda olduğu bir bölge orası. Fakat Birleşmiş Milletler, ulusal mutabakat hükümetini meşru kabul ettiğinde aynı zamana başka bir şart da öne sürmüştü 2015’te. Bu mutabakat görüşmeleri devam ederken Trablus hükümetinin kontrolündeki silahlı İslamcı milislerin tasfiye edilmesini ve ulusal orduya entegrasyonunu talep etmişti. Buna karşılık da Tobruk’taki meclisi meşru meclis olarak da kabul etmişti. Yani bu durumda meşruiyet tartışması eğer BM nezdinde konuşulacak ise BM nezdinde meşru hükümet aslında Tobruk hükümetidir. Ama muhatap kabul ettiği Trablus hükümetinde yerine getirmesini istediği bir koşulu vardı, silahlı İslamcı milislerin tasfiyesi. Ancak Trablus hükümeti İslamcı milisleri terörist olarak kabul etmiyor, devrimin koruyucuları olarak kabul ediyor ve reddediyor. Dolayısıyla şu anda meşruiyeti tartışılan bir iktidar. Üstelik Llibya’daki alanın yüzde 6’sını sadece hakim durumda, geriye kalan yüzde 94’üne Hafter komutasındaki ulusal ordu ve güneydeki kabilelerin hakim olduğu bir alan. Güneydeki diğer bütün kabileler Libya’daki ulusal hareketler, hepsi ulusal orduya destek vermeye başladılar 2015’ten bu yana. Dolayısıyla Türkiye’nin muhatap olarak kabul ettiği ve anlaşma imzaladığı iktidar, meşru bir iktidar değildir, Libya nezdinde de uluslararası toplum nezdinde de değildir.” 

‘Türkiye’nin Trablus hattına askeri destek sağlaması stratejik bir hata olur’

Libya’daki Trablus hükümetine askeri destek ihtimali Yiğit’e göre Türkiye’nin büyük bir stratejik hata olur. Türkiye'deki İslamcı hükümetin bütün komşularıyla sorunlar yaratarak bölgede yalnızlaştığını anımsatan Yiğit, Türkiye’nin Suriye’de yaşadığı gibi bir iflas ile yüz yüze kalabileceğini dile getirdi: 

“Doğu Akdeniz ile ilgili tasarıları Türkiye hükümetinin ayağına dolanmaya başladı. Çünkü bütün komşularıyla yürüttüğü yanlış politikaların sonuçları nasıl iflasa sürüklendiyse, Doğu Akdeniz ile ilgili politikaları da bir iflas ile karşı karşıyadır. Akdeniz’e kıyıdaş olan bütün ülkeler en son geçen yıl bir araya gelerek Doğu Akdeniz gaz forumu gerçekleştirdiler Kahire’nin ev sahipliğinde, bunların içinde Türkiye yoktu. Yani Doğu Akdeniz ile ilgili tasarruflarda Türkiye dışarıda bırakılmış, tek başına kalmış durumda. Bütün stratejik hamleleri bu Doğu Akdeniz gaz forumunda tasfiye edildikten sonra Doğu Akdeniz denkleminde yer almaya dönüktür, ama ne kadar başarılı olur kestirmek güç. Bu arada bir ileri hamle daha gerçekleşti ki meşruiyeti tartışmalı olan Trablus hükümetiyle ikili anlaşmalar imzalandı. Daha önce Hulusi Akar’ın bir ulusal mutabakat hükümetini ziyareti söz konusuydu, 5-6 önceydi sanırım. Orada Hafter karşısında yenilgiye düşen Trablus hükümetine kaybettiği alanları geri kazanma sözü verilmiş, askeri anlaşmada bir işbirliği sözü verilmişti o zamanlar. Eğer bu askeri anlaşma, bu verilmiş söz nedeniyle gerçekleştiyse bu çok ciddi bir handikaptır Türkiye açısından. Sonu felaketle sonuçlanacak bir hamledir. Orada hiç kimsenin tanımadığı, Libyalıların asla irademizi temsil etmiyor dediği bir hükümet denilen bir oluşuma devlet olarak askeri anlamda destek vermiş sayılacak. Bu çok stratejik bir hata olur açıkçası.” 

‘AKP’nin elinde Trablus hükümeti modeli kaldı, Suriye’deki iflas faturası daha kesilmedi, ötelendi’

Erdoğan yönetimin gönüllü olarak Suriye savaşına girdiğini ancak bunun stratejik iflasla sonuçlandığını anımsatan Hamide Yiğit, Libya’daki iç savaşa ise Suriye’ye dalındığı gibi dalınmasının mümkün olmadığını vurguladı. Suriye ve Doğu Akdeniz’de izlenen politikalar yüzünden yaşanan iflas halinin faturasının henüz Türkiye’ye kesilmemiş olduğunu belirten Yiğit, Suriye’nin kuzeyinde ise bir ‘kazanım’ değil ‘faturanın ötelenmesi’ sürecinin yaşandığı görüşünü dile getirdi. Yiğit Libya hamlesinin bu iflası unutturmaya yönelik bir hamle gibi göründüğünü söylerken, Erdoğan yönetiminin özellikle iç siyasette kendisini ‘emperyal güçmüş gibi’ gösterme çabasına giriştiğinin altını çizdi: 

“Suriye savaşına nasıl herkesten daha fazla gönüllülük taşıyarak rol istenerek girildi ve sonuçta nasıl bir stratejik iflasla karşılaşıldıysa denizaşırı bir ülkeye aynı yanı başındaki Suriye’ye daldığı gibi dalması mümkün değil. Eğer askeri anlamda böyle stratejik bir hamle yaparsa çok ciddi yeni bir stratejik iflas anlamına gelecektir. Bir kere Suriye’deki savaşın iflasın faturasının en fazla Türkiye’ye kesildiğini biliyoruz. Her ne kadar orada kimi yeşil ışıkların yakılması sonucunda alan açıyorsa kendine Suriye’nin kuzeyinde, bu bir kazanım değil tersine iflasın faturasının tam olarak ilan edilmesinin bir nevi ötelenmesi demektir. Öbür yandan buradaki iflası unutturmaya dönük hamleler de söz konusu olabilir. İç politikaya dönüktür bu Libya hamleleri. Çünkü Suriye’deki ağır faturayı ödemek ile yüz yüze gelen bir Türkiye başka alanlarda başka stratejik hedefler ortaya koyacak ki iç siyasette kendini sanki emperyal güçmüş gibi bütün emperyalist güçlerle eşitmiş gibi böyle bir hamleyi ortaya koymak isteyecek denklemlerin içerisinde yer almak isteyecektir. Doğu Akdeniz’de yalnızlaştı, Suriye’nin ciddi bir iflas faturası Türkiye’ye kesilmek üzere elindeki mültecilerle ve dahası sayıları yüz bine yakın cihatçı, paralı askerle tek başına kalmak üzere.” 

‘Yeni Osmanlıcılık için Libya da Suriye gibi görülüyor’

Hamide Yiğit’e göre, Erdoğan yönetimi yeni Osmanlıcı hayaller için Libya’yı da Suriye gibi emsal olarak görüyor ancak İhvancı iktidar modelleri sunmaya yönelik bu proje çoktan iflas etmiş durumda. Son mutabakatlarla Libya halkının meşru gördüğü Tobruk parlamentosunun düşmanlığının kazanıldığını söyleyen Yiğit, Türkiye’nin bütün dünyanın ‘terörist’ olarak gördüğü İslamcı bir oluşuma açıktan silahlı destek sunmasının ağır sonuçları olabileceğine atıf yaptı: 

“Öbür yandan Libya’da büyük Ortadoğu projesinin eş başkanlığının üstlenildiği bir dönemde çok gururla söylenen bir şey var, yeni Osmanlıca hayalleri var, orada ciddi anlamda İhvancı iktidar modelleri sunmaya dönük bir proje vardı, bu ne yazık ki iflas etti. Şu anda AKP iktidarının elinde küçük bir alana sıkışmış Trablus hükümeti modeli kaldı, İhvancı iktidar diye elinde tuttuğu ve üzerine yatırımlar yapmak istediği sadece orası kaldı. Sadece elinde orası kaldı ama daha derin iflaslara dönük stratejiler söz konusu. Çünkü İhvan iktidarının orada barınması mümkün değil. Kaldı ki Libya’da uluslararası toplumun tanıdığı ve Libya halkının meşru olarak gördüğü Tobruk hükümetinin düşmanlığını kazanmış oluyor. Tobruk hükümeti ve Birleşmiş Milletler de dahil onları destekleyen bütün uluslararası güçler batıdaki iktidara terör iktidarı diyorlar, oradaki milislere teröristler diyorlar. Bütün dünyanın terörist kabul ettiği bir oluşuma Türkiye’nin açıktan silahlı bir destek sunduğunu gördük ve bunun üzerinden Türkiye’yi terörü desteklemekle suçladıklarını da gördük. İki defa Türkiye şikayet edilmişti. Her şeyden önce bu kısmı çok ciddi stratejik bir hata olur. Eğer gerçekten söz verdikleri gibi İhvancı iktidarın kaybettiklerini geri kazanma noktasına askeri destek verilecekse, gönderilen bir tane askerin vebali hem çok ağır olur hem de çok ciddi bir stratejik yenilgi olur.” 

‘Türkiye Libya’da Rusya’dan yardım isterse olumlu yanıt alması zor’

Yiğit, Türkiye'nin de diğer kıyıdaş devletler gibi Doğu Akdeniz’de çıkarları bulunduğunu belirtirken, Ankara’nın karşısında bu konuda Suriye sahasında sonunda birlikte çalışılmaya başlanılan Rusya’nın da çıkabileceğini belirtti. Moskova’nın İhvancıları ‘terörist örgüt’ listesinde andığını anımsatan Yiğit, Rusya ile Suriye’de geliştirilen ortaklığın Libya sahasına yansımasının ise zor göründüğünü dile getirdi: 

“Doğu Akdeniz ile ilgili çıkarları var tabii ki devletlerin. Dolayısıyla Türkiye’den en fazla kıyısı olması nedeniyle Doğu Akdeniz üzerinde kaybettiği hakları söz konusu olduğunda kimin kimlerle nasıl bir anlaşma yapacağını önden görmek mümkün değil. Fakat Libya ile ilgili Rusya’nın tutumu da ortadadır. Bir kere Libya’nın şu anda Hafter öncülüğündeki ulusal ordusunu meşru Libya ordusu olduğunu Rusya da kabul ediyor. Müslüman Kardeşleri yani Tobruk hükümetine karşı Trablus hükümetini kabul etmiyorum demiyor. Ama Rusya’nın kabul ettiği bir yasa gereğince söylediği net bir şey var: Müslüman Kardeşler’i terörist olarak görüyor. Dolayısıyla Trablus hükümeti üzerinden AKP ile bir mutabakata varmasının söz konusu olmadığını düşünüyorum. Ama Doğu Akdeniz ile ilgili Trablus hükümeti değil Türkiye’nin bütün bir Libya ile ilişkilerini masaya yatırıp onun üzerinde stratejik bir ittifak zinciri kurulabilir mi Doğu Akdeniz doğalgazı üzerinde, onu önden kestiremiyoruz. Ama Libya’nın Suriye olmaması meselesi, Suriye’de bütün yenilgilerin arkasında daha doğrusu Türkiye’ye yansıyan Suriye yenilgilerinin görünemez hale getirilmesinin arkasında aslında Putin var. Yani bir nevi koltuk değnekliği yaptı Rusya, Türkiye’ye ve bir miktar belini doğrulttu. Halep’in temizlenmesinden itibaren Türkiye ile çok stratejik anlaşmalar yapmakla birlikte aslında Türkiye’yi koruyan bir politika izledi. Yoksa o iflasın altında çoktan kalıyordu Türkiye. Putin’den beklentileri buysa eğer, Suriye’deki ortaklığımız, karşılıklı ulusal çıkarlarımız gereğince yürüyordu. Aynı şekilde Libya’da da bu stratejik ortaklığımızı yürütelim gibi bir talepse, bu mümkün değil. Suriye gibi olmaz orası. Bir kere paylaşılmış bir Libya söz konusu değil. Hiç kimse beklediği bir sonucu elde edemedi, sadece bir iç savaş söz konusu. Ne zaman gerçek bir vatan bütünlüğü olan bir Libya olacağı tamamen belirsiz. Orası üzerinden böyle stratejik ittifaklık söz konusu olamaz. Ama Rusya’dan destek talep ediliyor olabilir, Suriye’deki ulusal çıkarlarımız gereğince orada da devam edebilir gibi beklentileri olabilir. Ama Doğu Akdeniz’in ortakları çok fazladır.” 

10.12.2019



************ 

“Türkiye ve Libya’nın imzaladığı anlaşmanın karşılığı yok, Türkiye Libya iç savaşının parçası haline geliyor”

Ceyda Karan 

Fehim Taştekin’e göre Türkiye’nin iç savaştaki Libya ile deniz alanlarını sınırlandıran mutabakatı hukuki, siyasi ve askeri sorunlar barındırıyor. Mutabakatın ancak Trablus’un zaferi halinde anlaşmaya dönüşeceğini belirten Taştekin, karşısında uluslararası blok oluşan Ankara’nın Suriye’den sonra Libya savaşının da parçası haline geldiğini söyledi. 

Türkiye ile hükmü sadece Libya’nın batısında geçen yönetim arasında imzalanan Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına dair ‘Mutabakat Muhtırası’ TBMM'de onaylandı.

Kıbrıs Rum Yönetimi, Mısır, Lübnan ve İsrail, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca Münhasır Ekonomik Bölgeler (MEB) yaratarak ilerlemeler kaydetmişken, ‘geç kalmakla’ eleştirilen Türkiye'nin iç savaş içerisindeki Libya’daki son hamlesi tartışma yarattı. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin meseleyi taşıdığı AB, Ankara’ya karşı tavır almış görünüyor. Atina, geçen hafta Türkiye ile mutabakat nedeniyle ‘Libya büyükelçisini’ sınır dışı etme kararı alırken, Ankara’dan sert tepkiler yükseldi. Gelişmeleri Duvar internet sitesinin yazarı gazeteci Fehim Taştekin ile konuştuk.

‘Türkiye, Doğu Akdeniz sürecinde yaya kaldı’

Fehim Taştekin’e göre, Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler 2000’lerin başından bu yana kurulan enerji denkleminde çok yol kat ederken, Türkiye ‘yaya kalmış’ durumda. Bu durumda Ankara’daki eski bürokratik yapının ikazlarının dinlenmemesi ve İhvancılık yönünde ideolojik tutumun da rol oynadığını belirten Taştekin, bugün gelinen noktada ortaya sürülen argümanların karşılığının kalmadığı ve sonunda ‘kas gücünün’ devreye sokulduğu görüşünü dile getirdi: 

“Bir tarafıyla doğru bir tarafıyla yanlış. Çünkü meselenin kendisi içindeki çelişkiler taraflara istediği gibi kendi tarafına çekme şansı veriyor. Bu mesele çok uzun bir mesele. Bir dönem Kardak kriziyle başlayan Adalardaki hakimiyet kavgası aslında 2000’lerden sonra da geldi dayandı enerji havzalarıyla ilintili hale geldi. Türkiye kendi deniz sınırlarını Libya ve Mısır ile orta hattı esas alarak paylaşmaktan yana, bunda ısrar ediyor. Yunanistan ise Girit Adası ve Adaları esas alarak kendi alanını geniş tutmaya çalışıyor. Temel problem bu fakat bu yeni değil. Bu konuda Yunanistan ya da Rumlar epey yol aldılar, 2002’de müzakerelere başladılar. Önce Mısır ile 2003’te bir anlaşma oldu, Lübnan ile 2007’de ardından İsrail ile 2010’da. Türkiye bu süreci kaybetti, geç kaldı ve aslında tam kavrayamadı olup bitenleri. Çünkü bazı eski bürokrasi kanadında bu konuda ısrarlı uyarılar söz konusuydu. Türkiye bu konuda yaya kaldı. Aslında şimdi Mısır ile güncel kavgalara, 2013 sonrası ihvan nedeniyle oluşan kavgalara atfen Mısır’ın Rumları tercih ettiği söyleniyor. Ama mesele o anlaşmanın yapıldığı dönemde Türkiye-Mısır ilişkilerinde herhangi bir sorun yok. Burada mantıksal bir problem var. Türkiye’nin argümanına göre Rumlarla anlaşma yapmış her üç ülke de aslında Türkiye ile anlaşma yapmış olsaydı daha fazla alana hakim olacakken daha azına razı oldu gibi bir anlayış ile yaklaşıyor. Her 3 ülkeye de siz kendi çıkarlarınızı bilmiyorsunuz, bana sorun ben söyleyeyim diyor. Burada bir açmaz var. Türkiye masanın dışında kaldığı bir süreçte kendi kas gücünü ortaya koyarak gemileri devreye sokarak durumu etkilemeye ve tersine çevirmeye çalıştı. Son hamle de Libya ile yapılan anlaşma. Bunun argüman boyutunda Türkiye’nin eline bir koz verdiği doğru. Bunu Birleşmiş Milletler’e mektup gönderecek, benim sınırlarım bundan sonra bu diyecek. Nasılsa Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla tanınmış bir hükümet ortada diyecek. Bu argüman olarak Türkiye’yi idare edebilir. Ama sorunu çözmez.”

‘Anlaşmanın Libya kanadında karşılığı yok’


Taştekin, imzalanan mutabakatın Libya ayağında ise önemli sorunlar bulunduğunu belirtti. Libya’daki iç savaşın devam ettiğini anımsatan Taştekin, verili hukuki duruma göre uluslararası anlaşmaları onaylama hakkının Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’nde olduğunu, onların da bu mutabakattan memnun olmadıklarını vurguladı. Taştekin, Trablus’taki hükümetin BM nezdindeki ‘meşruluğunun’ da Britanya sayesinde geldiğini ancak hükümeti kuran anlaşmanın yasallığının da sıkıntılı olduğunu belirtti: 

“Libya kanadında kesinlikle sorun var, sadece o değil. Ama bir kere eldeki anlaşmanın Libya kanadında karşılığı yok. Uluslararası anlaşmaları onaylama yetkisi Temsilciler Meclisi, Tobruk’ta bu meclis şiddetle bu anlaşmaya karşı çıkıyor. Libya’da çok bölünmüş bir tablo oluştuğunda seçime gelindi, seçim sonrasında İslamcılar yeni mecliste ağırlığı kaybettiler. Bunu kabullenmek yerine kurucu eski meclis devam ediyor dediler. Milli genel kongre dediğimiz yapıdır, onu devam ettirdiler. Bu şekilde yeni meclis Trablus’ta açılamadığı için Tobruk’a gitti, orada faaliyetlerini yürüttü. İki meclisli, iki hükümetli, birkaç ordulu Libya ortaya çıktı. Sonra Birleşmiş Milletler aracılığında Fas’ta Suheyrat Anlaşması imzalandı, 2015 Aralık’ta. Bu anlaşmaya göre bir ulusal mutabakat hükümeti kurulacak, bu Temsilciler Meclisi tarafından onaylanacak, sonra Anayasa yazılacak. Bu mutabakatta uluslararası anlaşmaları kimin yürüteceği ve onaylanacağı da maddeler halinde yazılıyor. 67 maddelik bir anlaşma, ekleriyle birlikte bu anlaşma iki katına çıkıyor. Orada açık bir şekilde uluslararası anlaşmaların müzakereleri yürütme makamının hükümet ve onay makamının da Temsilciler Meclisi olduğunu söylüyor. Bu anlaşmaya imza atanlar daha henüz anlaşma imzalanır imzalanmaz İngilizler bir uyanıklık yapıp hemen bir tasarı sundular BM Güvenlik Konseyi’ne. Henüz hükümet kurulmadan hükümetin meşru olarak tanınmasını sağladılar. Henüz ortada hükümet yok. Sonra bu anlaşma henüz tam olarak onay süreçlerinden geçmemiş. İmzayı atan iki meclis başkanı sonradan biz bunu meclisler değil kendi adımıza imzaladık, anlaşmayı ortada bıraktılar. Anlaşma uygulanmadı ama hükümet kuruldu. Kurulan Serrac hükümeti, Temsilciler Meclisi’nden de onay almadı. Haliyle şimdi Libyalıların bir kısmı zaten bu meclis onaylamadığı için bu hükümet zaten meşru ve geçerli değil. Bir kısmı da şöyle diyor; geçerli olsa bile bunun görev süresi bir yıldı ve Aralık 2016’da doldu. Haliyle bu hükümet Aralık 2016’dan beri zaten meşru değil. Meşru olsa, bu anlaşmayı imzalamış olsa, tekrar Temsilciler Meclisi onay makamı oraya gitmesi lazım. O taraf zaten kesinlikle böyle bir anlaşmayı yapma yetkisi olmadığı gibi tanımıyoruz. Libya ayağında bu muallakta kalan bir anlaşma.”

‘Ancak fiilen savaşı kazanırlarsa imza meşrulaşabilir’

Taştekin’e göre Ankara’nın yaptığı mutabakat ancak Trablus’taki İhvancı hükümetinin savaşı kazanması halinde geçerli olabilir, bunun da garantisi yok: 

“Ancak fiilen savaşan taraflardan Trablus ayağı, Türkiye’nin desteklediği, Müslüman Kardeşler ve İslamcı örgütlerin ağırlıkta olduğu bu hükümet eğer savaşı kazanırsa, altına attığı imzayı geçirir, belki meşrulaştırır. Ama diğer taraf savaşı kazanırsa, bu anlaşmayı kesinlikle kabul etmeyeceklerini görüyoruz. Zaten deklare ediyorlar. Libya savaşında Türkiye sonuna kadar işin içine girmiş durumda. Eğitim desteğinin ötesinde insansız uçaklarıyla bu savaşın içine girmiş durumda, sürekli olarak askeri malzeme gidiyor. Çok sayıda gemilerle silah gitti, bunların 5-6’sı yakalandı. Birkaçı Yunanistan’da, biri Mısır’da biri Libya açıklarında, böyle ortaya çıkan bir tablo var. Hükümet bundan sonra kendi kamuoyu ve dünyaya böylesi bir kritik anlaşmayı da korumak için de ‘Akdeniz’deki çıkarlarımı da savunmak için bu savaşı meşru olarak destekliyorum, bu benim hakkım diyecek’ ve kendi iç kamuoyunu da susturacak.”

‘Libya konusunda Türkiye karşıtı blok oluştu’


Taştekin’e göre Libya meselesinde uluslararası tablo da karışıkken, Türkiye Suriye’nin ardından Libya’da da adım adım iç savaşın parçası haline geliyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın, Fransa ve Rusya’nın Hafter’e destek verdiğini söyleyen Taştekin, Libya’da Türkiye’nin karşısında çok fazla blokun oluştuğunu ifade etti. Doğu Akdeniz konusunda Filistin’in de Yunanistan ve Rumlar ile yoluna devam ettiğini belirten Taştekin, Türkiye’nin yalnızlığının daha da derinleştiği görüşünde: 

“Bundan sonra askeri mutabakat da var, Türkiye’nin asker bulundurmasına izin veren bir anlaşma da imzalanmış durumda. Türkiye’yi işin içine daha fazla çekiyor, iç savaşın bir parçası haline getiriyor. Bu anlaşmayı Türkiye ve dünya kamuoyuna bir koz olarak sallayacaklar. Fakat bunun yol açtığı başka tetikleyici bir sürü şey var. Doğu Akdeniz’de bir cephe oluştu ve bu cepheyi Türkiye aleyhine daha fazla keskinleştirecek bir boyuta sahip. Kahire’de Doğu Akdeniz Enerji Forumu oluşturuldu. Mısır, Ürdün, Lübnan var, Filistinliler bir kenarında varlar. Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi var. Türkiye ve Suriye hariç herkes var Doğu Akdeniz’de. Burada Mısır’ın önemli bir aktör olduğunu düşünelim. Mısır, Libya’da Türkiye ile tam zıt cepheyi destekleyen bir pozisyon almış durumda. Onlar Libya’daki Hafter grubunu daha sonra destekleyeceklerdir bundan sonra. Bu savaş daha da kızışacak. Birleşik Arap Emirlikleri Suudi Arabistan var işin arkasında, bunlar daha fazla destek olacaklar. Son dönemlerde Suriye ile Türkiye’nin işbirliği yaptığı bir şekilde, iyi kötü Astana sürecinde bir ortaklık kurduğu Rusya, tarafsız pozisyonunu Hafter’den yana değiştirdi, özel şirket savunma savaşçıları Hafter’den yana sahada yer aldılar ve durumu epeyce değiştirdiler. Trump çok açık çek verdi Hafter’e. Zaten Amerika’da uzun süre kalmış biri Hafter. Libya’nın aslında Kaddafi sonrası dönemini idare etmek üzere de bir şekilde sahaya yeniden sürülmüş birisiydi. Son dönemlerde Amerikan yönetim Hafter’i yakın plana aldı. Fransa zaten burada çok önemli bir aktör. Fransız güçleri çok görünmez bir şekilde Hafter’in işini kolaylaştıracak birtakım adımlar atıyorlar. Bu cephe kızışacaktır. Bu cephenin oluşumuna baktığımızda Türkiye’nin karşısında epey bir blok oluşmuş gözüküyor. Türkiye çok da yanında olmasa da bir İngiliz ve İtalyanları görebilir, onların kendi çıkarları var. Bu yüzden Türkiye ile aynı şeyleri söylemeyecekler. Hele hele Doğu Akdeniz’deki hesaplarda Türkiye’nin yanında olacaklarını hiç sanmıyorum. Ama Libya’da aynı tarafı destekliyorlar. O açıdan İngiliz ve İtalyanlardan yarım ağız belki bir destek görebilirler. Bunun ötesinde çok ciddi bir karşı cephe oluştu. Avrupa Birliği zaten tamamen Rumların yanında. Bir yaptırım tasarısı gündemde. Dışişleri Bakanlığı bu tasarıyı gündemden almışlardı. Geçen ay çerçevesini çizdiler. AB karşımızda, Amerika Hafter tarafında. Zaten Amerikalı şirketler de Rumlar ile enerji anlaşması yapmış durumdalar. Katar da Rumlar ile çalışıyor. Filistinliler de Yunanistan ve Rumlarla çalışıyor. Türkiye’nin yalnızlığı daha da derinleşti aslında. Suriye’den daha da derinleşti. Belki ikinci kozu da orada oynatabilirler. Ruslar öyle bir telkinde bulunuyor. Doğu Akdeniz’deki enerji konusunda Suriye ile birlikte çalışabilirsiniz diye böyle bir havuç politikasını öne sürüyor Moskova. Belki Libya ile yaptığını Şam ile de yapabilirler. Bir kıta sahanlığı anlaşması ya da Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması. Bu bir senaryo, Rusların Türkiye’yi daha fazla tavize zorlamak için. Doğu Akdeniz’de büyük bir savaş geliyor, bu konuda Suriye ile ortak olursan dengelerini değiştirirsin diye böyle bir suflörlük yaptıklarını anlıyorum. Ama bu o kadar kolay değil. Çünkü Doğu Akdeniz’deki denge çok büyük, içinde çelişkileri ve zorlukları olan bir denklem. O kadar basit olacağını zannetmiyorum.”

06.12.2019






Kavala: Bu işin daha çok uzayacağını tahmin etmiyorum

Gezi protestolarını finanse etmek ve hükümeti yıkmaya teşebbüsle suçlanan iş insanı Osman Kavala, DW Türkçe’ye konuştu. İki yılı aşkın süredir tutuklu bulunan Kavala, “bu işin daha çok uzayacağını tahmin etmiyorum” dedi.


2013 yılında gerçekleşen Gezi Parkı protestolarını finanse etmek ve hükümeti yıkmaya teşebbüsle suçlanan iş insanı ve sivil toplumun önde gelen isimlerinden Osman Kavala, iki yılı aşkın süredir tutuklu olarak Silivri Cezaevi’nde bulunuyor. 24 Aralık’ta dördüncü duruşma olacak. Bu hafta Kavala’nın “siyasi nedenlerle” ve “insan hakları savunucularını susturmak” amacıyla tutuklandığı sonucuna varan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Ankara’ya Kavala’nın “derhal serbest bırakılması” çağrısında bulundu. DW Türkçe, AİHM kararı açıklanmadan önce Kavala ile Silivri Cezaevi’nde yüz yüze görüşerek hakkındaki suçlamaları, cezaevindeki hayatını ve sivil toplum çalışmalarını konuştu. Röportajda kullanılan Gezi dönemi fotoğrafları ise Osman Kavalanın kendi kadrajından… 

DW Türkçe:  Davanın seyriyle ilgili değerlendirmeniz nedir?

Osman Kavala: Benim ve diğer suçlananların beraat edeceklerinden şüphem yok. Gezi protestolarının hükümeti yıkmak için dış güçlerce planlanmış, finanse edilmiş ve benim lideri olduğum gizli bir yapı tarafından yönetilmiş olduğu son derece mantık dışı bir iddia, dolayısıyla iddianamede de suçlamalara dayanak olabilecek hiçbir delil mevcut değil. Bu nedenle davanın sonucu ile ilgili endişeli değilim. Ancak, tutuklanmam fiili bir cezaya dönüşmüş durumunda. Tutuklama için kesin delil gerekmez şeklinde bir akıl yürütmeyle tahliye taleplerim reddediliyor. Üç milyonu aşkın insanın katıldığı Gezi protestolarıyla ilgili bir tek ben tutukluyum. Sadece bu durum dahi yapılanın ne kadar mantıksız olduğunu gösteriyor.


16 ay iddianamenin hazırlanmasını bekledim, dava başladıktan sonra üç defa mahkeme heyetinin başkanı değişti. Bunlar, bana tutukluluğumu uzatmak için yapılmış gibi görünüyor. Ama bu işin daha çok uzayacağını tahmin etmiyorum. 

– Yargı reformuna mı güveniyorsunuz? 

Açıklanan reform paketinde bu davayı etkileyecek bir düzenleme yok. Ancak Adalet Bakanı’nın da ifade ettiği gibi tutuklama uygulamalarının yargısal tasarrufların meşruiyetine zarar vermekte olduğu gerçeği artık iyice görüldü. Benim durumumda da tutukluluğumun uzamasının sadece bana değil, yargıya da zarar verdiğinin anlaşıldığını sanıyorum.


İddianamede benimle ilgili iddiaların kaynağı olan emniyet raporlarının Gülencilikle suçlanan polisler tarafından hazırlanmış olduğu ortaya çıktı. İddianamenin temel aldığı soruşturma dosyasını hazırlayan savcı da FETÖ üyeliğinden aranıyor. Bu tuhaf durumun da tutuklama uygulamasının meşruiyeti konusundaki soruları artırmakta olduğunu düşünüyorum. 

“Gezi'nin paranın gücüyle organize edildiği iddiası mantık dışı” 

– Sizin Gezi protestolarıyla nasıl bir ilişkiniz oldu?

Ben de sorumluluk sahibi birçok İstanbullu gibi Gezi Parkı’nda inşaat yapılmasına, parkın park olmaktan çıkarılmasına karşı çıktım, bunun yanlış bir karar olduğunu anlatmaya gayret ettim. Böyle davranmak için benim özel bir nedenim de var, orası çocukluğumdan beri aşina olduğum, çok sevdiğim, bana huzur veren bir mekan. Her sınıftan, her çevreden insanın da bu parktan faydalandığını çok iyi biliyorum. Çalışma ofisim de Gezi Parkı’na adeta bitişik olduğu için protestolar sırasında da sık sık oraya gittim, Gezi ile ilgili ortaya çıkan enerjinin hak savunuculuğu yapan sivil girişimlerin ve yerel demokrasinin güçlenmesine nasıl katkı yapabileceğine dair değerlendirme toplantılarına da katıldım. Hükümet temsilcileriyle diyalog yürütülmesi konusunda da çabam oldu. Ancak gösterilerin organizasyonuna yönelik bir faaliyette bulunmadım, bu faaliyetler için maddi katkı da sağlamış değilim. Kimse de benden bunun için maddi destek talebinde bulunmadı. Gezi protestolarının önceden planlanmış bir kumpas olduğu, paranın gücüyle organize edildiği iddiası son derece mantık dışı olduğu gibi protestolara katılan yüz binlerce insanın akıllarına, özgür iradelerine yönelik ciddi bir aşağılama anlamına da geliyor. Bir hukuk insanı, bir kamu görevlisi nasıl böyle bir iddiayı ciddiye alıp buna göre bir kurgu oluşturabilir, bu akıl alacak bir şey değil.


Gezi protestoları sırasında, dünyanın başka ülkelerindeki benzer protestolarla kıyaslandığında çok küçük ölçekte sayılabilecek, taşıtları tahrip etme, dükkanlara taş atma eylemleri oldu. Ama protestolara ve dayanışma etkinliklerine katılanların büyük kısmının, özellikle de Gezi Parkı’nda bulunanların uygar ve barışçıl bir faaliyet yürüttüklerinin tamamıyla bilincinde olduklarını, bu duyarlılığı yansıtan davranışlarda bulunduklarını düşünüyorum. Bazı protesto eylemlerinde ifade bulan öfkenin önemli bir nedeninin polisin aşırı ve yanlış şekilde biber gazı kullanması olduğu Başbakanlığa bağlı Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun raporunda da belirtiliyor. 

– Geriye baktığınızda, Gezi protestolarıyla ilgili aklınızda kalanlar neler?

Bazı polis memurlarının insan hayatına zarar verme kaygısı taşımadan, kurallara aykırı biçimde, biber gazını silah gibi kullanmaları neticesinde ölümler oldu, birçok gösterici kafalarına isabet eden kapsüller neticesinde ciddi şekilde yaralandı. Bunları unutmak tabii, mümkün değil. 

Çalışma ofisim parka adeta bitişik mesafede olduğu için sık sık oradan geçtim, orada vakit geçirdim, orada bulunanlarla sohbet ettim. Bu nedenle benim şahsi izlenimlerim daha çok parkta yaşadıklarım, gözlemlediklerimle ilgili. Parkta sık sık çeşitli sivil toplum kuruluşlarından tanıdıklarımla karşılaştım. Bazılarını uzun süre sonra ilk kez parkta görmüştüm. Ancak beni en çok etkileyen, herhangi bir siyasi örgütle, hatta sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkisi olmadığını düşündüğüm bir sürü genci orada görmekti. Bunların çoğunun ilk defa bir protesto eylemine katılmış olduğunu tahmin ediyorum. Bunlar herhalde siyasi konularla da ilgilenen, özgürlüklerin kısıtlanmasına yol açan uygulamalardan rahatsızlık hisseden insanlardı. Ancak onları oraya getiren şeyin bir siyasi eyleme katılmanın çekiciliği değil, parkı korumakla ilgili güçlü bir sorumluluk duygusu, etik bir dürtü olduğunu düşünüyorum. Saatlerce, hatta günlerce tıkış tıkış sakin bir vaziyette sanki kök salmış gibi çimlerin üzerinde oturmaları, birbirleriyle uzun uzun konuşmaları unutamayacağım bir görüntüydü. Gezi Parkı'nı her gördüğümde, Gezi protestolarını düşündüğümde aklıma bu manzara geliyor. 

“Darbe girişimi kalıcı hasarlara yol açtı” 

– Gezi protestolarından bugüne ne değişti? 

Gezi olaylarının siyasi gelişmelere olumlu ve olumsuz yönde etkileri oldu. Gezi protestoları sırasında farklı görüşlerde olan, farklı sosyal ve kültürel ortamlardan gelen gençlerin arasında güçlü bir ortak tepkinin, dayanışmanın ortaya çıktığını gözlemledik. 


Ancak, diğer yandan, protestoların yaygınlaşması ve Taksim Meydanı’nın yaklaşık iki hafta polisin giremediği, adeta bir kurtarılmış bölge haline gelmesi, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın tehdit algılamasını tetikledi ve toplumsal protestolara karşı olumsuz tavrını kemikleştirdi. Halbuki, Gezi olayları sırasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve bazı bakanlar protestolara anlayışla yaklaşılması mesajını vermişlerdi, hatta Erdoğan da iki defa protestolara katılan sivil aktivistlerle toplantı yaptı. Bu toplantılara katılan aktivistlerin bir kısmı yeni havaalanı inşaatının durdurulması gibi bazı ilave talepleri dile getirdiler. Gezi Parkı'nda inşaat projesi’in durdurulması ve göstericilerin ölümlerine yol açan polisler hakkında soruşturmaların başlatılması halinde gösterilerin duracağı biliniyordu. Maalesef Erdoğan geri adım atmak istemedi, seçmen desteğine güvenerek bir referandum yapılmasını teklif etti. Parkta toplananlar biber gazı ile dağıtıldı, sert önlemler alındı. Bütün bunlar yaşandıktan sonra ise parktaki inşaat projesi mahkeme kararıyla durduruldu, bu sayede park kurtulmuş oldu. Bu sonuç görüşmelerle ve uzlaşma sonucu alınabilseydi, çatışma yaşanmayacak, hükümet sivil toplum ilişkileri daha olumlu bir yönde seyredecekti.

Ama asıl dönüm noktasının Gezi olaylarından birkaç yıl sonra 15 Temmuz 2016’de gerçekleşen darbe girişimi olduğunu söyleyebilirim. Bu girişim başarısız olmasına rağmen kalıcı hasarlara yol açtı. OHAL’in ilan edilmesi ve yargıya Gülenci yapıyla ilişkili olan herkesin ortaya çıkarılıp cezalandırılması misyonu verilmesi, tutuklama uygulamalarında bir patlamaya neden oldu, suçluyu kaçırmamak endişesi masumiyet karinesinin askıya alınmasına neden oldu. Siyasi ortamdan, siyasi mesajlardan, sinyallerden etkilenen yargı uygulamaları haliyle sadece Gülenci olduklarından şüphe edilenlerle sınırlı kalmadı, benim durumumda da görüldüğü gibi oldukça yaygınlaştı. 

Gezi protestolarının dış güçlerin yönlendirmesiyle hükümeti devirmeyi amaçlayan planlı bir girişim olduğu senaryosu da 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümeti destekleyen çevrelerde yaygınlık kazandı, hükümet görüşü haline geldi. Bana yöneltilmiş mantıksız ve ağır suçlamaların, tutuklanmamın Gezi olaylarının hemen ertesinde değil de 2017 yılında gerçekleşmiş olmasını siyasi ortamdaki bu değişiklikle açıklayabiliyorum. 

– Cezaevinde hayatınız nasıl geçiyor?

Fiziksel şartlardan fazla şikayetim yok, temel ihtiyaçların karşılanmasında aksaklık olmuyor. Hayatımı dolduran, renklendiren ana faaliyet okumak. Sağ olsun eşim her hafta ziyaretime geldiğinde kitap getiriyor. Günlük gazete dağıtımı oluyor, yurtta ve dünyadaki gelişmeleri televizyondan da izleyebiliyorum. 

“Marullarla gelen iki küçük salyangozu besliyorum” 

– Tek başınıza mı kalıyorsunuz?

Tek kişilik odada kalıyorum ama avlumu komşu odamda kalanla paylaşıyorum. Aslında odamda tek başıma kaldığım da tam söylenemez, bir muhabbet kuşum vardı. Hastalandığı için ayrılmak zorunda kaldık. Baharda serçeler avlunun üzerinde önceden yapılmış olan yuvalara yerleşiyorlar, avlumuz canlanıyor. Birkaç yavru uçmayı öğrenirken aşağı düştü, bir tanesini maalesef yaşatamadık. Muhabbet kuşum da, tek başına çok sıkıldığından onu görünce hemen sahiplenmişti, kafasını okşamaya çalışıyordu. Şimdi avlu sessiz. Odama marullarla gelen iki küçük salyangozu besliyorum, onların da malum sesleri çıkmıyor.


– Cezaevinde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Kitap okumak, özellikle edebiyat eserlerini okumak, başıma gelenle kafamı fazla meşgul etmememe imkanı veriyor. 

Cezaevinde olduğunuz için dışarıdaki olayların üzerinizdeki etkisi, deyim yerindeyse, filtreden geçirilmiş hale geliyor. Olayların seyrini etkileyebilmek elinizde olmasa dahi, bazen olumsuz gelişmeleri önlemek için yeterli çabayı harcamadığınızı, bazı şeyleri eksik ya da yanlış yaptığınızı düşündüğünüz olur; bu sizin vicdanınızı rahatsız eder. Cezaevinde, doğal olarak böyle bir telaş, bir huzursuzluk hissetmiyorsunuz, zira yapabileceğiniz bir şey yok. 

Bir taraftan hayatınızdan ayların, yılların çalındığını düşünüyorsunuz, bu tedirginlik veriyor. Öbür taraftan da bu durum sizi önünüzdeki aktif yaşayabileceğiniz süreyi nasıl daha iyi değerlendireceğinize dair düşünmeye zorluyor. İster istemez hayatınızın muhasebesini yapmak mecburiyetini hissediyorsunuz. 

“Hastaneye kelepçeli götürülmek oldukça ağır geliyor” 

– Size cezaevinde en zor gelen ne oldu?

Cezaevinde 16 ay iddianamenin hazırlanmasını beklemek tedirgin ediciydi. Tam ne ile suçlandığınızı bilmiyorsunuz. İddianame hazırlandıktan sonra suçlamalar ile deliller, edimler arasındaki kopukluklar da ortaya çıkmış oldu. Bu durumda ilk ya da ikinci celsede tahliye edilmeyi bekliyordum. Mahkemenin tutuklama kararında ısrar etmesi, Anayasa Mahkemesi’nin, başkanı ve beş üyesinin lehte oy kullanmasına rağmen, tutukluluğumda hak ihlali olmadığı yönünde kararı adalete olan güvenimi epey zedeledi. 

Tutukluluğun uzaması sadece sizin için haksız bir cezalandırma olmuyor, aileniz için, sizi sevenler için de eziyet haline geliyor. Önemli akademik çalışmalar yürüten eşimin hayatı alt üst oldu, sevdiklerinizden ayrı kalmanız yeteri kadar kötü, üstüne onların hayatının ne kadar etkilendiğini hissetmek manevi bir işkence haline geliyor. 

Bir de şu kelepçe takma meselesi var. Bir odaya kapatılmaktan çok daha ağır bir işlem, zira vücudunuza bir müdahale. Sağlık sorunları olduğunda hastaneye kelepçeli götürülmek, orada kelepçeli halde dolaştırılmak oldukça ağır geliyor, ciddi rahatsızlığım olmasın diye dua ediyorum.

“İnsan eliyle yaratılmış felaket” 

– Şimdiye dek yaptığınız çalışmalardan sizi en çok etkileyen hangisiydi? 

Galiba üzerimde yarattığı etki açısından en önemlisi 20 yıl önce 20 bine yakın insanın hayatını kaybettiği Gölcük depremi sonrası yaptığımız çalışmalardı. Kefen bezi tedariğinden, geçici ahşap konut yapımına kadar farklı ihtiyaçlara karşılık vermeye çalıştık. Deprem mağdurlarıyla yakın ilişkiye girmek, uğradıkları yıkıma şahit olmak ve, en önemlisi, yeniden hayata tutunmalarına katkıda bulunmak, bölgede çalışan herkes gibi beni de çok etkiledi. Bu deneyimden sonra bu sefer insan eliyle yaratılmış bir felaketten, Güneydoğu’da çatışmalar yüzünden yerinden edilmiş ailelerin sokakta çalışmaya mecbur bırakılmış çocuklarına yönelik projeler gerçekleştirmek için Diyarbakır’a gittik. Sanat atölyeleri aracılığıyla bu çocukların eğitimden kopmamasına ve sosyalleşmesine katkıda bulunmaya gayret ettik. Bu deneyim Diyarbakır’da Batı ile kültürel köprü işlevi görecek bir mekan oluşturma düşüncesini doğurdu. Böylelikle, 2002 yılında hem Diyarbakır Sanat Merkezi hem de İstanbul’un dışındaki diğer şehirlerde sanat kültür projelerini gerçekleştiren Anadolu Kültür kurulmuş oldu. 

Gözaltına alındığımda da, Anadolu’da genç sanatçılara destek sağlamak için Goethe Enstitüsü’nün liderliğinde yürütülen “Kültür Alanları” projesi kapsamında Gaziantep’te gerçekleştirilen bir toplantıdan geliyordum. Suriye’den ülkemize sığınan sanatçılarla da çalışıyorduk. 

– Cezaevinde geçmişin muhasebesini yaparken eski faaliyetlerinizi nasıl değerlendirdiniz, başka türlü yapılsa daha iyi olurdu dediğiniz ya da eksik kaldığını düşündüğünüz bir şey var mı? 

1980 asker darbesinden sonra yaşanan normalleşme sürecinde sivil toplumda yürütülen faaliyetlerin demokrasinin gelişmesine katkıda bulunacağına inanıyordum. Bu inancım devam ediyor ancak arzu edilen etkinin gerçekleşmesi için hukuk ve demokrasi kurumlarının düzgün çalışmasının, en azından düzgün çalışma sürecinde olmalarının bir ön şart olduğunu son zamanlarda daha iyi anladım. Bu kurumların işleyişleri bozulduğunda, ya da bozulma sürecine girdiğinde, çoğu sivil toplum kuruluşları faaliyetleri aksamasın diye mevcut duruma ses çıkaramıyorlar, demokrasiyi savunma güçleri zayıflıyor. Hak savunuculuğu yapan örgütlerin etkileri ise kısıtlı kalıyor. Böyle durumlarda belirleyici olan siyasi aktörler, dinamikler. Çıkarmış olduğum bu ders, farklı siyasi partilerde çalışan gençler ve siyasete atılmak isteyen sivil toplum aktivistleri için bir siyaset okulu programı başlatmamıza neden oldu. Siyasete atılmak isteyenlerin kendileriyle farklı görüşte olanları dinleme ve samimi bir diyalog yürütme motivasyonları teşvik etmenin önemini bugün daha iyi anlıyorum. Cezaevinden çıktıktan sonra sanat eserlerinin yardımıyla temel hukuk normlarının, etik değerlerin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacak projelerle ilgilenmeyi hayal ediyorum.

Beril Eski
© Deutsche Welle Türkçe 







https://cahit-celik.blogspot.com