Sayfalar

‘Asya Yüzyılı’ ve G3



İçinde bulunduğumuz çağın en önemli gerçeği şudur: ABD’nin “21. yüzyılı Amerikan Yüzyılı yapma” hayali bitti. 21. yüzyıl, Asya Yüzyılı oluyor... Kuşkusuz emperyalist ABD bunu kolayca kabul etmeyecek, etmiyor. Çin-Rusya ortaklığına karşı ABDHindistan ittifakı kurmaktan, Çin’le “ortak liderliğe” kadar pek çok seçeneği önünde tutuyor. Fakat ABD açısından sorun şu ki, bu seçeneklerin birçoğu seçenek olmaktan uzak. 


Çünkü asıl mesele üretim meselesi ve “yaşlı kapitalizm”miadını dolduruyor. Kapitalist dünyanın merkezinde, artık insanlar umudu başka yerde arıyor: Sosyalizmde! 


National Interest’in yayımladığı Harris Poll araştırması önemli: 1981 ile 1996 yıllarında ABD’de doğan 23-38 yaş arasındaki “Y” kuşağı gençlerinin yüzde 49.6’sı, yaşamlarını sosyalist bir ülkede sürdürmek istiyor. Amerikalıların dörtte üçü sağlığın, üçte ikisi de eğitimin ücretsiz olmasını istiyor. 
Yani kapitalizm artık kendi merkezinde reddediliyor! 

ABD’nin Çin’e karşı müttefik arayışı


Aslında tablo ABD açısından sürpriz değil. Zira ABD’li uzmanlar daha 1990’ların başından itibaren Çin’le ABD arasındaki makasın kapanacağını görüyorlardı. Fakat bu kadar hızlı olacağını hesaplayamadılar. 1990’larda ekonomik büyüklükle ilgili makasın 2050’de kapanacağını hesapladılar, 2000’lerin başındaki hesaplarında bunu 2030’a çektiler. Fakat makas 2014’te kapandı! 


Şimdi ABD üretim, ticaret ve ekonomik büyüklükteki gerilemesini, çok önde olduğu silah gücüyle dengeleme arayışında! 


Stratejik düzeyde ise tablo şu: ABD, 1990’larda Çin’e karşı “daha geniş Batı” stratejisi uygulamak istedi. Çin’i dengeleyecek “daha geniş Batı”da Rusya olmalıydı: Rusya-AB ilişkileri, NATO-Rusya ortaklıkları denendi ancak olmadı. Tersine Rusya, Çin’le stratejik ortak oldu! 


ABD’nin işi artık daha zordu. Bu kez sadece Çin’e karşı değil, Çin-Rusya ittifakına karşı da terazide ağırlık yapacak bir müttefike ihtiyacı vardı.
O müttefik ise ancak Hindistan olabilirdi. Çin’e yetişen nüfusu ve hızla büyüyen ekonomisiyle Hindistan, “çok merkezli dünya”nın ABD, AB, Çin ve Rusya’dan sonra beşinci merkeziydi. 

Pentagon’un Hint-Pasifik strateji raporu


Soğuk Savaş boyunca ABD ya da SSCB kampında yer almayarak Bağlantısızlar Hareketi’ne liderlik eden Hindistan, aslında o konumuna yakın bir pozisyonda durabilmeye çalışıyor: ABD’yle de, Çin’le de iyi geçinmeye çalışıyor. 


ABD’nin Hindistan planına karşı hamle yapan Pekin ve Moskova, Yeni Delhi’yi tarihsel sorunlar yaşadığı Pakistan’la birlikte Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye yaptı. 


ABD ise Hindistan’dan vazgeçme lüksüne sahip değil. Pentagon’un 1 Haziran’da açıkladığı “Hint-Pasifik Strateji Raporu”, daha adından başlayarak, bunun en somut örneği. Kavram olarak “Asya-Pasifik”i kullanan Pentagon, artık “Hint-Pasifik” kavramını kullanıyor.

64 sayfalık raporun özeti ise şu: ABD, kendi batı kıyılarından Hindistan’ın batı kıyılarına kadar olan bölgeyi “ABD’nin geleceği için en kritik bölge” ilan ediyor. Çünkü “dünyanın en büyük 10 ordusundan 7 tanesi Hint-Pasifik’te bulunuyor. Bölgedeki 6 ülkede nükleer silah var. Dünyanın en işlek 10 limanından 9’u burada. Dünya deniz ticaretinin yüzde 60’ı buradan yapılıyor.” 


Pentagon raporuna göre “ekonomik, siyasi ve askeri yükselişiyle 21. yüzyılın en belirleyici unsuru” olan Çin ise ABD’nin esas rakibidir. 
Ya müttefik? Rapora göre ABD’nin 2016’da “büyük savunma ortaklığı” statüsü verdiği Hindistan! 

G20’de iki G3


Japonya’daki son G20 Zirvesi, esas bu yönüyle önemliydi: Hindistan önümüzdeki dönemin büyük çarpışmasında nerede olacak?


G20’de o nedenle iki de G3 Zirvesi yapıldı: 


1. G3: Çin-Rusya-Hindistan zirvesi. 

2. G3: ABD-Japonya-Hindistan zirvesi. 


Kısacası iki G3’ün ortak bileşeni olan Hindistan’ın pozisyonu, büyük güçlerin büyük stratejilerinin en önemli sorunu olacak. ABD “kritik bölge”de duyduğu ihtiyaç nedeniyle, hem ŞİÖ’de hem de BRICS’te Çin ve Rusya’yla birlikte hareket eden Hindistan’ı yanına çekebilmek için çok uğraşacak.


18 Temmuz 2019







Kadın Üniversitesi



Cumhurbaşkanı ErdoğaJaponya’da görmüş, YÖK Başkanı’na da hazırlık talimatı vermiş. Konu, Japonya’daki kadın üniversitelerinin Türkiye’de de kurulması. Yeni sistemde halkın geleceğini ilgilendiren kritik kararların nasıl tesadüfen, planlama olmaksızın alındığına dair bir örnek daha.

Yabancı bir ülkedeki model niye alınır? Bir, aynı sorunlarla karşılaşıldığı için. İki, model o sorunlara çözüm olduğu için. Bakalım. 

Evet, Japonya gelişmiş bir ülke; ama en geri olduğu alanlardan birisi kadın-erkek eşitliği. Niye? Geleneksel toplum yapısında bir “kadın devrimi” yaşanmamış. Kadını evden çıkarma, hayatın her alanında görünür ve eşit kılma arayışı kök salmamış.

Bu, üniversite yaşamına da yansımış. Erkek egemen zihniyet, kadınları ev içi emekten sorumlu tutmak için eğitimden uzaklaştırmış. Kadın üniversiteleri de böyle bir aşamada açılmış. Demek ki kadının toplumsal yaşamdan ve eğitimden dışlandığı ortamda bu üniversitelerin kurulması Japonya toplumsal koşullarına göre olumlu bir hamleymiş.

Ancak sonuç vermiş mi? Vermemiş. Bir kere kadınlar genellikle iki yıllık mesleki eğitim programlarına ya da bakım hizmetlerine dönük alanlara yönlendirilmiş. Daha nitelikli üniversitelerin kapısı ise kadınlara neredeyse kapatılmış. Örneğin Japonya’nın önde gelen feminist aydınlarından Chizuko Ueno’nun aktardığına göre, bugün Tokyo Üniversitesi’nde kadın öğrencilerin toplam içindeki oranı hâlâ yüzde 20’nin altında. 

Yani bilimsel yetkinlik ve uzmanlaşma gerektiren alanlarda kadınlar hem eğitimden hem de istihdamdan dışlanmış. Bugün Japonya’da kadın doktorların oranı yüzde 20’yi zor buluyor. OECD ülkeleri içinde en düşük oran. Türkiye’de ise iki katı, yüzde 40. Yine Japonya resmi kurumlarının verilerine göre bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik alanlarında çalışma yapanlar içinde kadınların oranı yüzde 15’i aşmıyor. Özetle, erkeklerle kadınlar arasında eşitsiz bir “mesleki işbölümü” oluşmuş.

Dahası, kadınlara dönük bu genel ayrımcılık geçen yıl bir skandalla açığa çıktı. Birçok tıp fakültesinin kadın öğrenci sayısını düşük tutmak için kendi giriş sınavlarında erkek adaylara fazladan puan eklediği fark edildi. Yani kadın üniversiteleri ayrımcılığı kaldırmadığı gibi, karma eğitim veren ve kendi sınavını yapan yükseköğretim kurumlarının kadınları dışlama pratiklerini teşvik etmiş.

Ya Türkiye? 

Gelelim bize. Bir kere bizde merkezi üniversite sınavı var. Dolayısıyla girişte ayrımcılık yok. Soru çalanlar ayrı elbette. İkincisi, Türkiye’de halkın çoğunluğu bu yapay ayrımları aşmış durumda. “Çocuğum okusun”, “iki çocuk okutuyorum”gibi cümleler kuran, yani geçimini bile çocuk okutmakla bağlı tanımlayan; kendi şartlarından daha iyisini çocukları görsün diye uğraşan fedakâr anne ve babalardan söz ediyorum. Bu durum istatistiklere de yansıyor. 

YÖK’ün 2018 raporuna göre Türkiye’de yükseköğrenim görmekte olan 7 milyon 740 bin öğrencinin yüzde 47’si kadın. Dahası, kadınların oranı artıyor. 2018 giriş verilerine göre üniversiteye yerleşen erkek öğrenci sayısı 745 bin, kadın öğrenci sayısı ise 747 bin. Yani kadın öğrencilerin sayısı bu yıl daha fazla. 

Gelelim üniversitelerdeki istihdam dağılımına. Yine YÖK’ün raporuna göre toplam 166 bin 225 öğretim elemanının yüzde 45’i kadın. Ve geleceğe dönük güzel veri de şu: 23 bin 866 erkek araştırma görevlisine karşılık, 24 bin 530 kadın araştırma görevlisi var üniversitelerimizde. Demek ki önümüzdeki yıllarda Türkiye’de kadın öğretim elemanlarının oranı, erkek öğretim elemanlarını geçecek. YÖK’teki istihdamın dağılımı da olumlu. YÖK İdare Faaliyet Raporu’na göre çalışanların yüzde 57’si kadın.

O zaman nereden çıktı bu “kadın üniversitesi”konusu? “Gençliği kaybediyoruz, bizim mahallenin çocukları dönüşüyor bu üniversitelerde, artık bize oy vermiyorlar; öyleyse onları ayıralım” düşüncesi mi? Böyleyse, tutmaz. Gençliğin sorunları, toplumun öncelikleri başka; bu gibi hamleler iktidarın halkın gerçek sorunlarından kopukluğunu göstermeye yarar sadece. İyisi mi vazgeçin; gerçek çözümleri konuşalım.