Sayfalar

ABD, Türkiye'nin üzerini çizdi mi?..

Akdoğan Özkan

 

Bundan yaklaşık 63 yıl önce yaşanmış bir ABD ziyaretinin çok özel ayrıntıları “üzerini çizme” vakasının göstergelerini ve sonuçlarını daha iyi anlamamızı sağlıyor 

 

Bugünlerde hariciyecilerden gazetecilere, devlet adamlarından siyaset ehline, ticaret erbabından sokaktaki insana giderek daha sık sorulan ve cevabını elbette herkesin merak ettiği bir soru var: 

 

“- ABD yönetimi, Türkiye'nin, daha doğru bir ifadeyle Ankara hükümetinin üzerini çizdi mi?” 

 

Sorunun sorulma nedeni, tahmin edileceği üzere, iki ülke arasında Obama döneminde gerilemeye başlayan ikili ilişkilerin, Biden döneminde iyiden iyiye kopacakmış gibi bir görüntü çiziyor olması. 

 

Nitekim son ayların bu anlamda hızlı bir seyre sebep olduğunu görüyoruz: Hatırlayanlar olacaktır, Rahip Andrew Brunson krizi sırasında (2018) ABD'nin geçici olarak yaptırım uygulama kararı aldığı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, geçen Şubat ayında ABD’yi (ve “işbirlikçisi” Birleşik Arap Emirlikleri’ni) açık bir şekilde 15 Temmuz (2016) darbe girişiminin arkasında olmakla suçlamıştı. İkili ilişkilerdeki gerilme devlet adamları arasındaki söz düellosuyla sınırlı kalmadı. T.C. İçişleri Bakanlığı’nın geçen zaman içinde ABD ile güvenlik alanındaki işbirliği çalışmalarını tedrici bir biçimde sonlandırdığını öğrendik. Nisan ayında ise Ankara Washington’dan Ocak ayından bu yana beklediği beklediği telefonu aldı. Gelgelelim ABD Başkanı Biden, “1915 Ermeni Soykırımını tanıyacağını” haber vermek için arıyordu. Derken, Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Türkiye’nin satın aldığı Rus yapımı S-400 savunma sistemlerinin ABD’nin güvenliğini riske attığını söyleyerek Ankara’nın Rus savunma sistemlerinden kaçınmasını istedi. Mayıs ayında ise ABD Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail konusunda yaptığı açıklamaları şiddetle kınayan  bir açıklama yayınladı. 

 

Bu arada, Sedat Peker ’in daha ziyade Süleyman Soylu’yu hedef aldığı anlaşılan videoları ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiki olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde (Dubai) ciddi bir güvenlik koruması altında çekildiği için, olayın arkasında bir şekilde Washington’un olduğunu düşününler de var. 

 

Uluslararası ilişkiler, elbette mutlak ve değişmez tabiatta değillerdir, o nedenle bu konularda iyi/kötü, ak/kara, dost/düşman gibi kavram çiftleriyle keskin tanımlamalar üretmek büyük ölçüde yanıltıcı olur. Hele Türkiye ile ABD gibi hâlâ aynı ittifak sisteminin mensubu olan ülkeler için değerlendirme yaparken menfaatlere çok yönlü bakmadan keskin ve kestirme ifadelerden kaçınmakta yarar var. 

 

Bir “üzerini çizme” vakası: 1959 

 

Lakin, bu sorunun ilk kez bugün sorulmadığını, geçmişte de birkaç kez dile getirildiğini unutmayalım. Hatta biraz ileri giderek şöyle söyleyelim: İki ülke arasında bundan yaklaşık 63 yıl önce yaşanmış bir “üzerini çizme” vakasını geniş kamuoyu tarafından pek de bilinmeyen “çok özel” ayrıntılarıyla birlikte aktarırsak, belki bu sorunun bugünkü cevabını vermeye çalışırken bize bir yardımı olabilir.

 

“Üzerini çizme vakası” ile kastımız, 1959 yılında dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in zor durumdaki Türkiye ekonomisinin toparlanabilmesi için “yardım peşinde” yaptığı ünlü ABD ziyareti. 

 

Vakayı özel kılan, NATO dışında aralarında 1979 yılına kadar CENTO sıvası da bulunan ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin kimi utandırıcı boyutlarının da bu aynı zamanda Menderes'in son önemli yurtdışı gezisi sırasında ortaya dökülmesi.

 

Vakanın aktarıcısı, dönemin muhalif gazetelerinden Vatan’ın o tarihte 29 yaşında olan başarılı muhabiri Orhan Karaveli.

 

Ziyaret 1959 yılı Ekim ayında gerçekleşir. Başbakan Menderes, beraberinde Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve de Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun ile birlikte 7-9 Ekim 1959 tarihinde yapılması planlanan CENTO Yedinci Bakanlar Konseyi Toplantısı’na katılmak üzere Ekim ayında ABD’ye giderler. CENTO toplantısı aslında bakanlar düzeyinde bir toplantıdır. Hatta mevcut ABD elçileri düzeyinde katılımının da yeterli olacağı söylenmektedirAncak Başbakan Menderes, ABD Başkanı Dwight Eisenhower ile Washington’da bir görüşme yapmayı ümit ettiği için seyahate kendisini de Maliye Bakanını da katmıştır. Karaveli’ye göre, gezinin asıl amacı, zor durumdaki Türk ekonomisini düze çıkarmaya dönük olarak için ABD’den 500-600 milyon dolar tutarında bir yardım almaktır. Dışarıdan sermaye ithalini amaçlayan serbestleşme politikaları olumlu sonuçlanmayınca güç durumda kalan Ankara bu amaçla önce Avrupa’nın kapısını çalmış, istediği yanıtı alamayınca da bu sefer ABD’nin kapısını çalmayı hedeflemiştir.(*)

 

Son ziyaretine çıkarken Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 
Dışişleri Genel sekreteri Melih Esenbel ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun. 

 

New York’a ‘müttefiksiz’ bir iniş

 

Başkan Dwight Eisenhower, önemli konukları geldiğinde kapılara çıkan, hatta ziyaretçilerini havalimanlarında bile karşılayan bir liderdir. Ancak Orhan Karaveli’nin ilk olarak 2001 yılında yayımlanan Görgü Tanığı: Bir Gazetecinin Sıradışı Anıları” başlıklı kitabından öğreniyoruz ki, Menderes ve beraberindekilerin uçağı 5 Ekim akşamı New York’a indiğinde, Türk heyetini havalimanında bırakın Eisenhower’ı tek bir Amerikan Dışişleri Bakanlığı mensubu bile karşılamamıştır.

 

Ortalıkta yalnızca Türk elçiliği memurları ile kadınlı erkekli 40-50 kişilik Türk grubu vardır. Başbakan Menderes ile beraberindekileri kalacakları Waldorf Astoria oteline Türk elçiliğinin görevlileri götürür. Orhan Karaveli, otele doğru giderlerken, yolda o tarihlerde ABD’de yaşayan foto muhabiri Güngör Akkan’a, “Yahu, bu ne biçim iş? Amerika, en sadık müttefikinin (!) başbakanını böyle mi karşılayacaktı?” demekte ve “bir şeyler değişiyor, galiba” diye düşünmekten kendini alamamaktadır. 

 

CENTO toplantıları bittikten sonra Başbakan Menderes, bakanlarıyla birlikte 9 Ekim günü Beyaz Saray’a geçtiğinde kendilerini “soğuk bir duş” beklemektedir. Eisenhower, Menderes’i ne kapıda ne içerde karşıladığı gibi, kendisini Beyaz Saray’ın giriş katındaki çalışma odalarından birinde kısa bir süre için adeta lütfen kabul etmiştir. 

 

7 dakika süren görüşme

 

Beyaz Saray’a gelişleriyle birlikte, Türk heyetine bir görevli çalışma odasının bulunduğu koridora kadar eşlik etmiştir. Başbakan kapıyı tıklatmış ve Eisenhower’ın içerden “girin” şeklindeki komutu akabinde içeri girmiştir. Merhum duayen gazeteci Cihat Baban (1911- 1984) “Politika Galerisi” başlığını taşıyan ve siyasette bulundukları yıllardan tanıdığı liderleri anlattığı anı kitabında, bu ziyaretin çok önceden planlanmadığını, Eisenhower’ın aslında o günlerde çiftliğinde olduğunu, ancak Türk tarafının ısrarları nedeniyle Dışişleri Bakanı Herter tarafından çağrılarak helikopterle apar topar Beyaz Saray’a getirildiğini belirtiyordu. Baban, “Bu kabul ancak yedi (7) dakika sürdü. Bu ziyarette ne şampanya ne kahve, hiçbir şey ikram edilmedi, önemli hiçbir şey konuşulmadı” diyordu. 

 

Karaveli’ye göre ise iki devlet adamımız odada ancak 25 dakika kalmışlardı. Odadan çıktıklarında Menderes’in kolunun altında, ABD’den almayı umduğu yardım paketi değil, parlak bir kâğıda sarılmış, imzalı, kocaman bir Eisenhower fotoğrafı vardır. Başbakanın mutsuzluğu odadan çıktığında yüzünden okunmaktadır. Karaveli’ye göre, Menderes’in 500-600 milyon dolarlık yardım talebini Eisenhower bir iki kelimeyle geçiştirmiş pek oralı olmamıştır. Başbakan konuttan ayrılıp Cadillac’ına binerken, gazeteci Karaveli’ye dönerek, “sadece bir nezaket ziyaretiydi” demekle yetinecektir.

 


Menderes, 500-600 milyon dolar yardım almayı hedeflediği ABD ziyaretini tamamladığında, elinde yalnızca Eisenhower görüşmesinden aldığı imzalı fotoğraf vardır.

 

“Amerikalılar Menderes'i çoktan sildi” 

 

Ertesi günü Menderes, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Christian Archibald Herter ile de makamında bir görüşme yapar. Başbakan ABD Dışişleri Bakanını ziyarete gittiğinde, beraberindekilerle birlikte özel kalemde sıradan bir ziyaretçi gibi uzun süre bekletilecektir. Bekleme odasında Başbakanla birlikte 7 kişi bulunmaktadır. Menderes, Zorlu, Polatkan, Washington Büyükelçimiz Suat Hayri Ürgüplü, eski Vatan’cı Basın Yayın Genel Müdürü Altemur Kılıç, Anadolu Ajansı’ndan Faruk Fenik ve Orhan Karaveli

 

40 dakika bekletilmenin “tam bir fiyasko” olduğunu düşünen ve bir şeylerin yanlış gittiğini fark eden Karaveli, Büyükelçimiz Ürgüplü’ye dönerek sorar: 

 

“- Neden bekletiliyoruz burada 40 dakikadır? Kalkıp terk edelim adamın makamını da heriflere ders olsun.” 

 

Genç gazetecinin kulağına eğilen Ürgüplü ise şöyle der: 

 

“- Sana bir şey söyleyeceğim ama yazmayacaksın. Şimdilik, off the record, yani. Amerikalılar Menderes'i çoktan sildiler. Gözden çıkardılar onu. Değil 500-600 milyon dolarlık yeni bir yardım paketi, bir dolar bile vermemekte kararlılar. Biz bunu hissettiğimizi kendisine ilettik. Belki o da her şeyin farkında, ama gene de şansını deniyor. Ümidini büsbütün kestiği an Türkiye'nin dış politikasını değiştireceğinden hiç kuşkun olmasın.” 

 

“- Nasıl değiştirecek sizce?

 

“- Orasını Allah bilir!

 

Başbakan beraberindeki Zorlu ve Polatkan ile birlikte girdiği ve 15 dakika süren görüşmeden çıktığında keyifsizdir. Ürgüplü’nün “Amerikalılar üzerini çizdi” dediği Menderes, içine düşülen durumu belli etmemeye çalışmaktadır. 

 

Türk heyetine ‘teselli mükâfatı’ 

 

Bu arada, bir gün önceki ziyarette Eisenhower Menderes’e sadece imzalı fotoğrafını vermekle yetinmemiş, Türk Başbakanı’na isterse beraberindeki Türk heyetiyle birlikte Amerika’da uzunca bir geziye çıkabileceğini, bunun için Türk heyetinin emrine bir hafta süreyle özel bir askeri uçak tahsis edebileceğini söylemiştir. Başbakan ve beraberindekilere bir organizasyon eşliğinde ABD gezdirilecek, gittikleri yerlerde isterlerse iş dünyasıyla görüşmeler yapmaları sağlanacaktır. Bu bir anlamda Menderes için “teselli mükafatı” kabilinden bir gezidir. Başbakan teklifi kabul eder ve Washington’da bulunan Türk gazetecileri de tur kapsamındaki programına davet eder. 


Geziye katılan resmi heyette gazeteci olarak Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet gazetelerinin sahipleri Nadir Nadi, Haldun Simavi ve Ercüment Karacanın yanı sıra Ahmet Emin Yalman'ın sahibi olduğu Vatan gazetesi muhabiri Orhan Karaveli de vardır. Heyette bir MİT mensubu subay da yer almaktadır. 

 

İlk durak Texaslı petrol zenginlerinin yer aldığı Dallas kenti olur. Buranın tur programına alınmasının bir sebebi de, 31 Ocak 1952 - 19 Haziran 1953 döneminde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapmış, Menderes’i de o yıllardan tanıyan George McGhee’nin burada petrol işine girmiş olmasıdır. O akşam otelden Cadillac arabalar ile alınan heyet McGhee’nin şehrin dışındaki malikânesinde verilen davete geçerler. 

 

Açık büfe yemeklerin servis edildiği ve çok sayıda hoş, orta yaşlı hanımın da davetliler arasında bulunduğu akşam birdenbire harika Türkçesiyle herkesi şaşırtacak, şirin bir kız belirir. Bu kız, 1931-1944 arasında Bükreş Büyükelçisi olarak görev yapan Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Romanya’dan Türkiye’ye getirdiği küçük bir Gagavuz kızı olan Oya Hanım’dır. 

 

Türkiye Cumhuriyeti devletini 13 yılı aşkın bir süre temsil ettiği Romanya’dan 1944 yılı Aralık ayında yurda dönen Hamdullah Suphi Tanrıöver, bu ülkede görev yaptığı dönemde Gagavuz kasaba ve köylerini dolaşarak, bu bölgede Türkçe eğitim yapan 26 okul açtırmıştır. Tanrıöven bununla da yetinmemiş, bazı Gagavuz kız ve erkek çocuklarını oralardan Türkiye’ye getirterek ilk, orta ve yüksek okullara yerleştirip okumalarını sağlamıştır. Bu kızlardan biri olan Oya Hanım, McGhee’nin Türkiye’de görev yaptığı yıllarda çocuklarına dadılık yapmıştır. Kızı seven aile, görevleri tamamlandığında onu beraberlerinde ABD’ye getirmişlerdir. Orhan Karaveli, kızı Hamdullah Suphi’nin (1961 yılında amansız bir hastalıktan hayatını kaybedecek olan) oğlu Özkul Tanrıöver’e bir zamanlar âşık olduğunu dahi bilecek denli tanımaktadır. Türkçe konuşmayı da özleyen Oya Hanım o gün davetteki Türk konuklarla özel olarak ilgilenir. 

 

Gece otelde kapı çalınır 

 

Aslında Karaveli ABD ziyaretinin bu bölümlerine ve turun Dallas durağındaki davete ilişkin ayrıntılara kitabında yer vermiş değil. Ben Orhan Karaveli’nin bu davetle ilgili olarak aşağıda aktaracağım anılarını 2010 yılı Mayıs ayında HaberTürk kanalında katıldığı ve Fatih Altaylı ile Murat Bardakçı’nın birlikte bir dönem konuklarını ağırlayıp sorular sorduğu “Teke Tek Özel” programında dinleme fırsatı buldum. 

 

Duayen gazetecimizin o akşam konuk olduğu programda aktardıklarına bakılırsa, Türk heyeti McGhee’nin davetinin sona ermesiyle birlikte, konakladıkları Dallas Sheraton otelindeki odalarına geçerler. Gece bir vakitte Karaveli’nin odasının kapısı çalınır. Oya Hanım, her nasılsa gecenin o vaktinde Orhan Karaveli ile “sohbet etmek istemiş” ve arabasına atladığı gibi otele gelmiştir. İkili bir süre muhabbet ettikten sonra kız otelden ayrılır. Sabah otelin restoranına inen Karaveli, kahvaltı sofrasında Başbakanın hatırını sorar. Menderes, gülümseyen bir ifadeyle, “İyiyim ama öğrendiğime göre sen benden daha iyiymişsin” der. Karaveli ilk bakışta pek anlam da veremediği bu imalı cümleyi yanıtsız bırakır. 

 

Genç gazeteci daha sonra heyette MİT adına bulunan (binbaşı) subaya, başbakanın sözlerini aktardığında, binbaşı, “Sen gece olanları bilmiyor musun, yoksa?” diye sorar ve anlatmaya başlar: 

 

“- Akşam kız senin odana girdiğinde bir anda ortalıkta Amerikalı goriller belirdi.”

 

Türkiye’nin zirvesini 1 hafta dinliyorlar 

 

O gece odasının dışında olup bitenleri binbaşıdan öğrenen Karaveli öğrendiklerini şöyle anlatıyor: 

 

“- Menderes koruma kullanmıyordu. Başbakanın kafilesinden birinin odasına bir gece bir kadın giriyor. Goriller hemen koridorda beliriyorlar. Ve benim odamı dinlemek istiyorlar. Yanımdaki odada kim yatıyor, biliyor musunuz? Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun. Ona ‘Beyefendi size bir süit oda açalım, lütfen bu odayı boşaltın’ diyorlar. O odaya giriyorlar ve benim odayı dinliyorlar.”

 

Buradan da anlıyoruz ki, Amerikalılar Türkiye’nin zirvesine ABD’de çok memnun kalacakları bir haftalık bir konukseverlik yaşatmışlar, gittikleri yerlerde adam başına neredeyse birer Cadillac düşecek şekilde dolaştırmışlardı belki ama bu süre boyunca Türkiye’nin başbakanını, maliye bakanını, dışişleri bakanını, genelkurmay başkanını gittikleri her yerde istedikleri gibi dinleme imkânını da bulmuşlardı. 

 

NATO’ya üye olabilmek için 1950-1953 arasındaki Kore Savaşı’na, 15 bin civarında asker göndermiş olan ve bu rakamda yüzde 22’lik zayiat oranına ulaşan Menderes, 1959 yılındaki bu ABD ziyareti sırasında gittiği yerlerde yaptığı konuşmalarda, “Birleşik Devletler’in yeryüzündeki en güvenilir ve en sadık müttefiki olduğumuz” tezini bıkıp usanmadan tekrarlamıştır. 

 

Para gelmeyince istikamet Moskova oluyor 

 

Menderes son önemli yurtdışı ziyareti olan bu ABD gezisinden 16 Ekim 1959’da Türkiye’ye döner. Ancak Başbakan “en sadık müttefik” olarak hak ettiğine inandığı cömert parasal desteğe ilişkin hiçbir söz alamamıştır. Başbakan, böyle bir yardımın hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğine 6 Aralık 1959’da Türkiye’ye gelen ve burada şaşalı törenlerle karşılanan Dwight D. Eisenhower’ın ağzından bir kez daha duyunca artık iyice inanır. 

 

Menderes bu son gelişmenin ardından, 1960 Temmuz’unda Sovyetler Birliği’ni ziyaret edeceğini açıklayıverir. Yüksek boyutlara ulaşan dış ticaret açığının artışı ve döviz rezervlerinin tükenmesi nedeniyle hükümet ekonomiyi canlandırmak için Doğu Avrupa ülkeleriyle takas temelinde ticarete girişmek istemektedir. Dünya basını, bu gelişmeyi Batı’dan umudunu kesen Menderes’in Türkiye’yi Doğu Bloku’na yöneltmeye çalışma gayreti olarak yorumlar. 

 

Yoksa, Ürgüplü’nün 10 Ekim 1959 tarihinde Karaveli’ye off the record söylediği, “Menderes ABD’den ümidini büsbütün kestiği an Türkiye’nin dış politikasını değiştireceğinden hiç kuşkun olmasın” sözleri gerçek mi olmaktadır

 

Hayır! 

 

Menderes Temmuz’da Moskova’ya gidemeyeceği gibi, mayıs ayı sonları için planladığı üzere Atina’yı bile ziyaret edemeyecektir. Zira, Türkiye, 27 Mayıs 1960 sabahına radyolardan Albay Alparslan Türkeş’in ağzından, “NATO'ya sadığız, CENTO’ya sadığız” cümlelerini duyacağı bir TSK darbesiyle uyanacaktır.

 

-----


(*) 1958 yılına gelindiğinde Türkiye’nin ödeme vadesi gelmiş dış borcu 256 milyon dolar tutuyordu. Ancak Türkiye’nin bu borcu ödeyecek döviz kaynakları yoktu. 1958 yılındaki 55 milyon dolar olan bütçe açığı 1959’da 266 milyon dolara çıkacaktı. Hayat pahalılığı da büyük boyutlara ulaşmıştı. 1958 Ağustosu’nda vadesi gelmiş borçların tutarı 400 milyon dolara tırmanmıştı. Ağırlaşan şartlar altında Türkiye 1958 yılı Ağustos ayında IMF ile bir istikrar programı uygulamayı kabul ederek devalüasyona gitti. 1 dolar 280 kuruştan 900 kuruşa çıkacaktı. Alınan diğer önlemler karşılığında vadesi gelmiş 400 milyon dolarlık borcun ödemesi ertelenirken, OECD’den 359 milyon dolarlık yeni kredi sağlanmıştı. 

 

Bu arada, Alman Mucizesi’nin yaratıcısı olarak bilinen Federal Almanya Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı Profesör Ludwig Erhard 17-22 Ağustos 1959 tarihlerinde Türkiye’ye gelecektir. Yani Menderes’in ABD ziyaretinden 1-2 ay önce… Türkiye, serbestleşme yolundaki politikalarını memnuniyetle karşılayan Erhard kanalıyla Almanya’dan 500-700 milyon doları tutarında yardım ister. Ancak Erhard’ın sadece 50 milyon DM için onay verdiği söylenmektedir. 1959 yılı aynı zamanda Türkiye’nin Ortak Pazar’a iltihak talebinin de görüşüldüğü bir yıldır. Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı Bakanlar Konseyi’nin Türkiye’yi Ortak Pazar üyeliğine “prensip” olarak kabul edeceği açıklanmış olsa da, Ankara, Ortak Pazar’a alınmasıyla ilgili çalışmaların “ağır” yürütülmesinden, istediğini alamamaktan şikâyetçiydi. Buna karşılık ekonomik durumu Türkiye’den daha kötü olan Yunanistan’ın Ortak Pazar’a alınma sürecinde aynı zorlukları yaşamıyor olması Ankara’yı hoşnutsuz kılmaktadır.  

 

Yarım milyar doların üzerinde bir rakama şiddetle ihtiyaç duyan Ankara’nın bu şartlar altında, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan ile yaptığı ABD çıkartması ve sonrasındaki gelişmeler bu çerçevede de düşünülmelidir.

 

https://t24.com.tr/yazarlar/akdogan-ozkan/abd-turkiye-nin-uzerini-cizdi-mi,31115

 

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

GENELGE DEVLETİ

Kemal Gözler


Son haftalarda pek çok okuyucumdan, başta alkol satışı yasağı olmak üzere, Kovid-19 salgınıyla mücadele amacıyla alınan çeşitli tedbirlerin hukuka uygunluğuyla ilgili sorular soran e-postalar alıyorum. 

 

Ayrıca bana bu konularda neden yazmadığımı da soruyorlar. Cevabı basit: Çünkü bu konularda ben zaten yazdım. Kovid-19 tedbirleriyle ilgili 5 Temmuz 2020 tarihinde bir  makale, 6 Temmuz 2020 tarihinde ikinci bir  makale yayınladım. 15 Ekim 2020 tarihinde de sağlık personeline getirilen istifa yasağıyla ilgili bir  makale  yayınladım. Pandemiyle mücadele sürecinde yeni tedbir ve yasaklama örnekleri ortaya çıksa da ana sorun hep aynıdır. Bu makalelerde yaptığım açıklamalar, yeni tedbirler ve yeni yasaklar için de geçerlidir. 

 

Son günlerde kolluk personelinin görevini ifa ederken fotoğraflarının çekilmesi yasağına ilişkin de sorular geliyor. 

 

Son bir yıldır sorulan soruların cevabı hep aynı: Bu yasak ve tedbirler, hukuka aykırıdır. Çünkü, Anayasamızın 13’üncü maddesine göre, bir temel hak ve hürriyet, ancak kanunla sınırlanabilir. İnsanların sokağa çıkması, sağlık personelinin istifa etmesi, alkollü içeceklerin satılması veya keza kamusal alanlarda görevini ifa eden polislerin fotoğraflarının çekilmesi ancak kanunla yasaklanabilir. Bunlar, yönetmelikle veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle de yasaklanamaz. Kanunla getirilmemiş bir yasağın içeriğini tartışmaya dahi gerek yoktur. Böyle bir yasak, sırf biçiminden dolayı, yani kanun şeklinde yapılmamasından ötürü Anayasa’ya aykırıdır. 

 

1. Bu Yasaklar Neyle Konuldu?

 

Sağlık personeline getirilen istifa yasağı, polislerin fotoğrafının çekilmesinin yasağı gibi pek çok yasak, bir kanunla, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle veya bir yönetmelikle değil, bir “genelge” ile konuldu. Örnekler:

 

Sağlık personeline istifa yasağı, Sağlık Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürlüğünün 27/10/2020 tarih ve 60438742-929-3137 sayılı altında Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın imzası bulunan “Personel İşlemleri” konulu yazısıyla getirildi [1]. Bu yazı Resmî Gazetede yayınlanmadı. 

 

Polislerin görevini ifa ederken fotoğraflarının çekilmesi yasağı ise İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğünün 27 Nisan 2021 tarih ve 2021/19 sayılı “Ses ve Görüntü Kaydı Alınması” konulu Genelgesiyle konuldu [2]. Bu Genelgede emniyet personeline “kayıt yapan kişileri engellemeleri” emredilmektedir. Bu Genelge de Resmî Gazetede yayınlanmadı. 

 

Alkol satışı yasağının ise nasıl konulduğu ve hatta böyle bir yasağın olup olmadığı konusunda dahi tartışma yaşanmıştır. Bu yasağı koyan bir kanun, bir Cumhurbaşkanı kararı, bir yönetmelik yoktur. Bir “genelge”nin olup olmadığı ise tartışmalıdır. 26 Nisan 2021 tarihinde “Cumhurbaşkanı Kabinesi” toplandı ve toplantının sonunda Cumhurbaşkanı, 29 Nisan 2021-17 Mayıs 2021 tarihleri arasında “tam kapanma”ya geçileceğini açıkladı. Cumhurbaşkanının basın açıklamasından sonra aynı gün İçişleri Bakanlığı 81 ilin valiliklerine uygulanacak tedbir ve yasaklarla ilgili bir genelge gönderdi [3]. Gazetelere baktığımızda, 27 Nisan 2021 gününden itibaren, alkol satışı yasağı konusunda çeşitli iddiaların ileri sürüldüğünü görüyoruz [4]: Kimilerine göre tam kapanma süresince ülkede alkol satışı yasaklanmıştı. Kimilerine göre alkol satışı yasak değildi. Kimilerine göre ise sadece tekel bayilerinde alkol satışı yasak, marketlerde ise serbestti. Bir iki gün sonra alkol satışı yasağının kaldırıldığı yolunda haberler dahi çıktı. 30 Nisan 2021 günü İçişleri Bakanının alkol satışının yasak olduğunu söylediği yolunda bir haber basına yansıdı [5]. 30 Nisan 2021 günü polis ve zabıta ekiplerinin alkol satan marketlere gidip tutanak tutup ceza yazmaya başladıkları yolunda haberler çıktı [6]. Ama hâlâ böyle bir yasağın hukuken mevcut olmadığını, ortada fiilî bir yasak bulunduğunu iddia edenler oldu. Bu iddiaları doğru çıkarır tarzda [7], 1 Mayıs 2021 tarihinden itibaren bazı il umumî hıfzıssıhha kurulları, alkol satışını yasaklayan kararlar almaya başladılar. 2 Mayıs 2021 tarihinde çıkan haberlerde alkol satışını yasaklayan il umumî hıfzıssıhha kurullarının sayısının 21’e ulaştığı belirtiliyordu [8]

 

Neticede alkol satışı yasağı, birkaç gün gecikmeden sonra, Kovid-19 ile mücadele kapsamında alınan diğer yasaklarla aynı mahiyete büründü. Bu yasak da il umumî hıfzıssıhha kurullarının kararlarıyla uygulamaya konulan bir yasak hâline geldi. Ben 6 Temmuz 2020 tarihinde yayınladığım “Korona Virüs Salgınıyla Mücadele İçin Alınan Tedbirler Hukuka Uygun mu?”  başlıklı  makalemin  II nolu başlığı altında Kovid-19 salgınıyla mücadele amacıyla alınan il umumî hıfzıssıhha kurulu kararlarının neden hukuka aykırı olduklarını pek çok örnek üzerinden etraflıca açıkladım. Orada yaptığım bütün açıklamalar, il umumî hıfzıssıhha kurullarının alkol satışı yasağına ilişkin kararları için de geçerlidir. 

 

Ben burada alkol yasağının olup olmadığı veya bu yasağın hukuka uygunluğu sorununa girmeyeceğim. Ancak ben burada bu yasak dolayısıyla ortaya çıkan hukukî belirsizlik olgusunun altını önemle çizmek isterim. 

 

Alkol satışı yasağını bir yana bırakalım ve burada genelgeyle yasak getirilmesi sorununu inceleyelim. 

 

2. “Genelge” Nedir?

 

Hukukçu olmayan okuyucularım için bilgi vereyim:

 

İdare hukukunda “genelge” hiyerarşik amirlerin, özellikle bakanların, sahip oldukları hiyerarşi gücüne dayanarak astlarına, onların uygulamakla yükümlü oldukları kanun hükümlerinin yorumlanması ve uygulanması konusunda verdikleri emir ve talimatlardır. Bunlar da yönetmelikler gibi genel ve soyut niteliktedirler. Ancak yönetmeliklerden farklı olarak, yeni bir kural koymazlar. Kanunlarda bulunan kurallara yeni bir şey eklemezler. Yaptıkları tek şey zaten mevcut kanun hükümlerini açıklamak, yorumlamak ve bunların nasıl uygulanacağını göstermekten ibarettir [9]

 

Kısacası “genelge”, bir bakanın kendi personeline verdiği bir emirdir. Bakanı ve emrin muhatabı olan personel dışında kimseyi ilgilendirmez. Genelgelere vatandaşların hakları ve ödevleriyle ilgili bir hüküm konulamaz. Zaten genelgeler, vatandaşlara hitaben değil, memurlara hitaben yazılır. Genelgeler, vatandaşların haklarını ve ödevlerini ilgilendirmediği için de Resmî Gazetede yayınlanmazlar. Keza genelgeler, birer “icraî işlem” değil, “iç düzen işlemi” oldukları için bunlara karşı idarî yargıda iptal davası da açılamaz. Açıkçası genelgenin kendisi bir “hukuk kuralı” değildir. Zaten genelgelerin metinleri de, format olarak, kanun, kararname ve yönetmeliklerde oluğu gibi madde madde değil, düz bir metin olarak kaleme alınır. 

 

3. Bu Genelgeler Neden Hukuka Aykırı?

 

Bazıları, bu genelgelerin hukuka aykırılığını, onların içeriğine bakarak açıklıyorlar. Onlara göre, bu genelgelerle konulan normlar, içerik olarak, normlar hiyerarşisinin üst basamaklarında yer alan normlara aykırı oldukları için hukuka aykırıdırlar. Çünkü bu genelgeler normlar hiyerarşisinde en alt basamakta bulunurlar ve normlar hiyerarşisinin üst basamaklarında yer alan normlara aykırı olamazlar. 

 

Yanılıyorlar. Bu genelgelerin hukuka aykırı olmasının sebebi, bunların, normlar hiyerarşisinin en alt basamağında yer almaları ve bu hiyerarşide daha üst basamakta yer alan normlara içerik bakımından aykırı olmaları değildir. Bu genelgelerin hukuka aykırı olmasının sebebi, bunların normlar hiyerarşisine dâhil olmamasıdır. 

 

Normlar hiyerarşisinde sadece “hukuk normları” bulunur. Bir hukuk normu ise icraî bir işlemdir; vatandaşlara hitap eder; vatandaşların hak ve ödevlerini etkiler; onlar üzerinde hukukî sonuç doğurur. Genelge ise icraî bir işlem değildir; vatandaşlara hitap etmez; vatandaşların hak ve ödevleri üzerinde bir sonuç doğurmaz. Bu nedenle genelgeler birer “hukuk normu” değildir ve dolayısıyla normlar hiyerarşisinin bir parçasını da oluşturmazlar.

 

4. Peki Uygulama Nasıl?

 

Yukarıda dediğimiz gibi “genelge” denilen şey, bir “hukuk normu” değildir; vatandaşların hak ve ödevleri üzerinde bir sonuç doğurmaz; zaten vatandaşlara değil, idarenin kendi personeline hitap eder. Genelge, “icraî işlem” değil, “iç düzen işlemi”dir [10]

 

Peki ama uygulama da öyle mi? Hayır. Hiç de değil. Uygulamaya baktığımızda tam tersini görüyoruz. Genelgelerle vatandaşların hak ve ödevlerini etkileyen düzenlemeler yapılıyor. Bu tarz genelgeler, gerçekte birer “iç düzen işlemi” değil, birer “icraî işlem”dirler. Bu genelgelerle bazı insan fiilleri yasaklanmakta ve yasaklar kamu gücüyle uygulanmaktadır. Vakıa, söz konusu genelgeler, hukuk teorisi bakımından hukuk normu değildir, vatandaşlar için herhangi bir sonuç doğuramaz. Oysa gerçeklikte bunlar aynen bir kanunmuş gibi Türkiye’de uygulanıyorlar ve fiiliyatta bütün hukukî sonuçlarını doğuruyorlar. Örneğin istifa etmek isteyen memur, istifa edemiyor; bir gösteriye müdahale eden polisin fotoğrafını çekmek isteyen kişinin fotoğraf çekmesi engelleniyor. 

 

Vakıa, Türkiye’de “genelge” görünümü altında gerçekte icraî düzenleyici işlemler yapılıyor. “Genelge” kavram ve kurumu özünden saptırılıyor, ifsat ediliyor. Diğer bir ifadeyle bunlar, “genelge” adı altında ve “genelge” formunda kaleme alınmış, icraî işlemlerdir! Açıkçası bunlar birer “göstermelik genelge”dir. 

 

5. Hukuk Normlarının Genelgeyle Konulmasının Yol Açacağı Sakıncalar

 

Polislerin fotoğrafının çekilmesi yasağı, sağlık personelinin istifa yasağı ve keza alkol satışı yasağı, sokağa çıkma yasağı gibi pandemiyle mücadele amacıyla getirilen ve bir temel hak ve hürriyetin sınırlandıran bütün yasakların kanunla konulması gerekir [11]. Kanun, genel ve önceden bilinebilir bir şeydir. Bu nedenle de, kanun, içeriği kötü olsa bile, sırf şeklinden dolayı hürriyetleri koruyucu bir fonksiyona sahiptir. Bu yasakların kanunla değil, genelgeyle konulmasının, başta hak arama hürriyeti, hukukî belirlilik ve hukukî güvenlik ilkeleri bakımından doğuracağı sakıncalar vardır.

 

a) Hak Arama Hürriyeti Bakımından Sakıncalar. - Yasakların kanunla konulması yerine genelgeyle konulması veya alkol satışı yasağının ilk bir iki gününde olduğu gibi fiilen konulması durumunda, hak arama hürriyeti ve adaletin kolay ve düzenli çalışması ilkeleri açısından yığınla problem ortaya çıkar. Haliyle bu yasaklara karşı vatandaşların dava açma hakkı vardır. Ne var ki, bazı durumlarda kimin kime karşı, nerede, ne davası açacağı, dava konusu olarak hangi işlemin veya eylemin gösterileceği dahi tartışmaya açıktır. Hakkını arayacak vatandaşlar, bu konularda çok ciddi problemlerle karşılaşabileceklerdir. 

 

Örneğin bu yasakları getiren işlemler, idare mahkemeleri tarafından gerçekten birer “genelge” olarak kabul edilirlerse, bunlara karşı açılan davaları, bu mahkemeler, ortada “icraî bir işlem”, yani “kesin ve yürütülebilir bir işlem” bulunmaması sebebiyle, İdarî Yargılama Usûlü Kanununun 14’üncü maddesinin 3’üncü fıkrasının d bendi uyarınca ilk inceleme aşamasında reddedecektir. 

 

İdarî yargı mercilerinin bunu yapmayacaklarını tahmin ediyorum. Yukarıda açıkladığım gibi, bunlar “göstermelik genelge”dirler. İdarî yargı mercilerinin bu “göstermece”ye kanmamaları, bunları “icraî işlem” olarak kabul edip denetlemeleri gerekir. Malum, idare hukukunda “düzenleyici sirküler (circulaire réglementaire)” teorisi diye bir teori var [12]. Bu tür genelgeler, “düzenleyici sirküler” teorisinde olduğu gibi, “düzenleyici genelge” olarak kabul edilip denetlenebilirler [13]

 

İdarî yargı mercileri, bu genelgelere karşı açılacak davaların önce “dinlenebilir (recevable, mesmu')” nitelikte olduklarına karar vermeleri ve sonra da esasa girmeden bu işlemler hakkında şekil sakatlığından dolayı (Anayasanın ve kanunların öngördüğü şekilde yapılmamaları, örneğin resmen neşir ve ilân edilmemeleri, ilgililerine duyurulmaları sebebiyle) “iptal” kararı vermeleri gerekir (Türk idarî yargısında “yokluk” veya daha doğru bir terimle “yok hükmünde sayma” müeyyidesi olmadığı için verilecek karar, “iptal” kararından ibarettir). İdarî yargı mercilerinin bu “genelge”leri sanki birer geçerli düzenleyici işlemmiş gibi kabul edip, bunları esas, yani içerik bakımından incelemeye geçmemeleri gerekir. Aksi takdirde, idarî yargı mercileri, idareye, Anayasa ve kanunların öngördüğü şekilleri aşma imkânını fiilen vermiş olurlar [14]. Bu durumda ise hukuk devleti ilkesinin birer alt ilkesi olan hukukî belirlilik ve güvenlik ilkeleri sarsılır. 

 

Bu genelgelere ve keza bu genelgelerin uygulanmasıyla ilgili olarak alınan tedbirlere karşı açılacak davalarda, idarî yargı mercilerinin, dava konusu işlemin hukukî tavsifi sorunuyla ilgili olarak dahi tereddüde düşme ve zaman kaybetme ihtimalleri yüksektir. 

 

Muhtemelen sorunun sadece iptal davası değil, tam yargı davası boyutu da olacaktır. Alkol satması yasaklanan tekel büfesi veya market sahibi, yasak süresince mahrum kaldığı kazancın tazmini istemiyle idarî yargıda tam yargı davası açarsa ne olacaktır? Böyle bir davada mahkeme zarara yol açan işlemin ne olduğu ve bunun hukuka uygun olup olmadığını araştırmak zorunda kalacak ve pek muhtemelen bu işin içinden de kolayca çıkamayacaktır. 

 

b) Hukukî Belirlilik İlkesi Bakımından Sakıncalar. - Yasakların kanunla konulması yerine genelgeyle konulması durumunda hukukî belirlilik ve hukukî güvenlik ilkeleri açısından pek çok problem ortaya çıkabilecektir. Vakıa metni Resmî Gazetede dahi yayınlanmayan bir yasağın varlığı ve kapsamı konusunda sonu gelmez tartışmalar yaşanabilir. Yasakların genelgelerle getirilmesi durumunda, yasağın gerçekten var olup olmadığı, yasak var ise yasağın kapsamı ve istisnaları konusunda tereddütler ortaya çıkabilir. Nitekim çıkmaktadır da. Son iki haftadır neyin “tam kapanma” kapsamında olduğu, neyin ise olmadığı konusunda tartışmalar ortaya çıkmıştır. “Tam kapanma”nın en az kırk küsur istisnası vardır! Bir yasağın kanunla değil, genelgeyle konulduğu, bu genelgenin de fiilen 81 ilde, 81 değişik il umumî hıfzıssıhha kurulunun aldığı kararlarla uygulamaya konulduğu bir ortamda belirsizlik çıkması kadar normal bir şey yoktur. 

 

Bazı durumlarda “belirsizlik” kelimesi yetersiz kalıyor; öyle durumlar var ki, maalesef bunlar için “karmaşa” kelimesini kullanmak gerekiyor. Zira bazen yasak ve tedbirlerin başlangıç veya sona erme tarihlerinin dahi belli olmadığına veya bu tarihlerin, önceden ilân edilen tarihe bir iki gün kala değiştirildiğine ve hatta tedbirlerin gecikerek uygulamaya konulduğuna şahit oluyoruz. Yasak ve tedbirlerin muhatapları ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bir örnek vereyim: 

 

Millî Eğitim Bakanlığı, 14 Şubat 2021 tarihinde yaptığı bir “basın açıklaması” ile 1 Mart 2021 Pazartesi günü okullarda yüz yüze eğitime ve sınavlara başlanacağını duyurdu. Öğrenciler ve veliler buna göre hazırlık yaptılar. Muhtemelen başka şehirlerde okuyan yatılı lise öğrencileri 26 Şubat Cuma veya 27 Şubat Cumartesi günü okullarının bulundukları şehirlere doğru zaten yola çıkmışlardı. Ama Millî Eğitim Bakanlığı, 27 Şubat Cumartesi günü saat 14.00'te, yani yüz yüze eğitimin ve sınavların başlamasından sadece bir buçuk gün önce, internet sitesinde yayınladığı bir “basın açıklaması” ile yüz yüze eğitimin ve sınavların 1 Mart Pazartesi değil, 2 Mart Salı günü başlayacağını duyurdu. En azından Millî Eğitim Bakanı kibar adam. 28 Şubat 2021 günü saat 13:44’te attığı bir  tweet  ile “okulların açılma takviminde yaşanan 1 günlük erteleme için tüm vatandaşlarımızdan özür” diledi (Okullar, sınavları, bir gün değil, bir hafta ertelemek zorunda kaldılar). Neden bu karmaşa yaşandı? Millî Eğitim Bakanının suçu mu? Hayır değil. Çünkü 1 Mart 2021’de başlaması gereken “kontrollü normalleşme dönemi” için “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplanması ve sonra da İçişleri Bakanlığının bir “genelge” çıkarması gerekiyordu ve bu toplantı da 1 Mart 2021 Pazartesi günü, yani yeni dönemin başladığı birinci gün yapılacaktı! 

 

Pek muhtemelen benzer bir karmaşa, iki gün sonra, 17 Mayıs 2021 Pazartesi günü de yaşanacak. Çünkü o gün saat 05:00'da “tam kapanma” dönemi sona erecek ve “kademeli normalleşme” dönemine geçilecek. Ancak bu yeni dönemde uygulanacak tedbir ve yasakların neler olacağı İçişleri Bakanlığının çıkaracağı bir “genelge” ile belirlenecek; ama iki gün kalmış olmasına rağmen İçişleri Bakanlığı bu “genelge”yi henüz çıkarabilmiş değil. Çünkü İçişleri Bakanlığının bu “genelge”yi çıkarabilmesi için “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplanması lazım ve bu “Kabine” henüz toplanmış değil. Pek muhtemelen ülkemizde 17 Mayıs 2021 Pazartesi sabahı kimin dükkanını açıp açamayacağı konusunda bir karmaşa yaşanacak! 

 

Dahası genelgeyle getirilen bu yasakların uygulanması konusunda da yığınla belirsizlik ve karmaşa yaşanması ihtimali vardır. Örneğin yasağa aykırı olarak polislerin görevini yaparken ses veya görüntülerini kaydeden kişiye uygulanacak yaptırım nedir? İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğünün 27 Nisan 2021 tarih ve 2021/19 sayılı Genelgesinde emniyet personelinden “kayıt yapan kişileri engellemeleri” istenmektedir [15]. Polislerin ses veya görüntülerini kaydeden kişileri polisler nasıl engelleyecektir? Bu kişilerin fotoğraf makinesi veya cep telefonuna polis el mi koyacaktır? Veya fotoğraf makinesinde veya cep telefonundaki kaydını mı silecektir? Bunların yapılması bir “fiilî yol (voie de fait)” oluşturur ve idarenin hukukî sorumluluğunu ve bunu yapan kamu görevlisinin de cezaî sorumluluğunu doğurur. Fiilî yol durumunda ise davanın idarî yargıda değil, adlî yargıda açılması gerekir. 

 

Bu vesileyle belirtmek isterim ki, hukukî belirlilik ve düzenli idare ilkelerinden her gün adım adım uzaklaşıyoruz: Bir yasağın ne zaman ve nasıl konulduğunu ve ne zaman ve nasıl kaldırıldığını geleneksel hukukî araçlarla izleyemiyoruz. Bir örnek vereyim: 

 

4 Haziran 2020 günü gazetelerde İçişleri Bakanlığının 6-7 Haziran 2020 tarihleri için sokağa çıkma yasağı getiren bir genelge çıkardığı yolunda haberler yayınlandı [16]. Cumhurbaşkanı ise 5 Haziran 2020 günü saat 11:54’te, yani sokağa çıkma yasağının yürürlüğe girmesine 12 saat kala, sokağa çıkma yasağını iptal ettiğini Twitter yoluyla duyurdu [17]. Cumhurbaşkanı, hukukî sonuç doğurmaya yönelik iradesini “karar” biçiminde açıklar. Türkiye’de “Cumhurbaşkanı kararları”, 10 sayılı Resmî Gazete Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre, Twitter yoluyla değil, Resmî Gazete’de yayın yoluyla duyurulurlar. 

 

Ben İçişleri Bakanlığının 6-7 Haziran 2020 tarihleri için sokağa çıkma yasağı getirdiği 5 Haziran 2020 tarihli Genelgesini Resmî Gazetede aradım, bulamadım. Aynı Genelgeyi, İçişleri Bakanlığının resmî internet sitesinde aradım, bulamadım. Ben Cumhurbaşkanının İçişleri Bakanlığının sokağa çıkma yasağı genelgesini iptal eden kararını Resmî Gazetede aradım, bulamadım. Aynı kararı Cumhurbaşkanlığının resmî internet sitesinde aradım, bulamadım. Bunları bulan olursa ve bana bildirirse kendilerine müteşekkir kalırım. İçişleri Bakanlığının bu Genelgesine ve Cumhurbaşkanının bu iptal kararına ilişkin bilgilere ancak gazetelerden ve Twitter’dan ulaşılabiliyor. Türk vatandaşlarının hafta sonu sokağa çıkmanın yasak olup olmadığını öğrenmek için gazeteleri veya Cumhurbaşkanının Twitter hesabını takip etme gibi bir yükümlülüğü mü vardır? 

 

6. Resmî Gazete Ne İşe Yarar?

 

Gerek Türkiye’de, gerekse diğer devletlerde, en az yüzyıldır, devlet işlemleri, hükûmet adına basılan ve genellikle kendisine “resmî gazete” ismî verilen resmî bir dergide yayınlanır. Türkiye’de 1921 yılından beri çıkan bir “Resmî Gazete” vardır. Osmanlı döneminde de 1831 yılında kurulmuş “Takvim-i Vekayi” isimli bir resmî gazete vardı. 

 

Vatandaşların haklarını ve ödevlerini etkileyen düzenlemelerin Resmî Gazetede yayınlanması gerekir. Bunun başlıca üç nedeni vardır. Birinci neden, vatandaşların resmen bilgilendirilme ihtiyacıdır. Davranışları düzenlenen vatandaşlar, bu düzenlemeyi bilsinler ki davranışlarını ona göre ayarlayabilsinler. İkinci neden, düzenlemenin “mevsuk (authentique) metni”nin bilinmesi ihtiyacıdır. Düzenleme Resmî Gazetede değil, çeşitli özel gazetelerde yayınlanırsa, ortaya farklı farklı metinler çıkabilir. Üçüncü ve nihaî neden ise şudur: Hukukun uygulanmasında bir ön koşul olarak “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” ilkesi geçerlidir. Bu ilkenin geçerli olabilmesi için ise, kanunun kimsenin aksini iddia edemeyeceği resmî bir dergide yayınlanması gerekir. 

 

İçki satışı yasağı, polislerin fotoğraflarını çekme yasağı, sokağa çıkma yasağı veya maske takma zorunluluğu olup olmadığı hâliyle vatandaşları ilgilendirir. Bu yasakları getiren düzenlemeler, Resmî Gazetede yayınlanmalıdır ki vatandaşlar bu yasakları öğrenebilsinler ve davranışlarını ona göre ayarlasınlar. Nihaî tahlilde de, bu yasaklara aykırı hareket eden vatandaşlara müeyyide uygulanmaya kalkıldığında, vatandaşlar, kendilerini “ben bu yasakları bilmiyordum” diye savunamasın. Hâli hazırda sokağa çıkma, içki satışı ve polislerin fotoğraflarının çekilmesi yasakları dâhil, pek çok yasak Resmî Gazetede yayınlanmamıştır. 

 

“Ben bu yasağı bilmiyordum; bilseydim uyardım” diyecek vatandaşlara devletin diyeceği tek bir söz yoktur. Vatandaşın gazete okuma zorunluluğu mu var? Vatandaşın televizyon izleme zorunluluğu mu var? Vatandaşın Cumhurbaşkanının, İçişleri Bakanının veya Sağlık Bakanının Twitter hesaplarını izleme zorunluluğu mu var? Vatandaşların İçişleri Bakanlığının, Sağlık Bakanlığının internet sitelerinin “genelgeler” sayfasını takip etme zorunluluğu mu var? (Ki bu sayfalarda da söz konusu genelgelerin bazıları yoktur). Vatandaşların valiliklerin internet sitelerine girip il umumî hıfzıssıhha kurulu kararlarını arama zorunluluğu mu var? 

 

Tüm bu yasakları getiren düzenlemelerin Resmî Gazetede yayınlanmaları gerekir. 

 

Muhtemelen bazı hukukçular, bana cevaben, “iyi güzel de, bu yasaklar genelgeyle ve il umumî hıfzıssıhha kurulları kararlarıyla geldi. 10 sayılı Resmî Gazete Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre ise genelgelerin ve keza il umumî hıfzıssıhha kurulları kararlarının Resmî Gazetede yayınlanması zorunlu değildir” diyeceklerdir. Doğrudur. Zaten sorun da buradan, yani kanunla yapılması gereken düzenlemelerin, kanunla değil, genelgeyle veya il umumî hıfzıssıhha kurulu kararlarıyla yapılmasından kaynaklanmaktadır. 

 

Hukuk normu, muhataplarına yöneltilmiş bir emirdir. Bu emrin sonucunu doğurması için muhatabına ulaştırılması, ona bildirilmesi gerekir. Normun belirsiz sayıda muhatabı var ise, bu ulaştırmanın bilinen yolu o normun Resmî Gazetede yayınlanmasıdır. Oysa yukarıdaki yasakları getiren gerek genelgeler, gerekse il umumî hıfzıssıhha kurulu kararları Resmî Gazetede yayınlanmamışlardır; isimleri “genelge” ve “il umumî hıfzıssıhha kurulu kararı” oldukları için de yayınlanmalarına da gerek yoktur! 

 

2020 yılının Mart ayından bu yana Türkiye’de uygulanan sokağa çıkma yasağı, camide namaz kılma yasağı, berbere gitme yasağı, piknik yasağı, maske takma zorunluluğu gibi onlarca yasak ve zorunluluğun Türkiye’de kalıcı bir resmî kaydı yoktur. Belki gelecekte bir gün, Türkiye’de 2020 ve 2021 yıllarında sokağa çıkılmasının yasaklandığı, maske takma zorunluluğu getirildiği, alkol satışının yasaklandığı, polislerin fotoğraflarının çekilmesinin yasaklandığı söylendiğinde buna kimse inanmayacak ve bunu söyleyenler de bunun böyle olduğunu resmen ispat edemeyeceklerdir. Çünkü bu yılların Resmî Gazete sayılarına baktıklarında sokağa çıkma yasağına, maske takma zorunluluğuna, alkol satışının yasaklanmasına, polislerin fotoğraflarının çekilmesinin yasaklanmasına ilişkin tek bir cümle bulamayacaklardır. 

 

Vakıa, pandemiyle mücadele kapsamında alınan tedbirlerin çok önemli bir kısmı Resmî Gazetede yayınlanmadı. Vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini sınırlandıran kararlar Resmî Gazetede yayınlanmaz iken, Resmî Gazetede neler mi yayınlanıyor? Acele kamulaştırma kararları, doğal sit alanının yeniden değerlendirilmesi kararları, imar plânı değişikliği kararları, orman alanından çıkarma kararları, arazi toplulaştırma kararları, kentsel dönüşüm alanı kararları, hazine desteği kararları, ithalat rejimi kararları, gümrük tarife cetveli değişikliği kararları, vs. [18]. Ve tabiî bir de yüzlerce ve hatta binlerce atama kararı. Ne kadar ilginç! Resmî Gazetede 1959 m2 büyüklüğünde bir arsanın imar plânı değişikliği kararı yayınlanıyor [19]; ama aynı Resmî Gazetede 80 milyon Türk vatandaşını ilgilendiren iki hafta süreyle sokağa çıkma yasağına ilişkin tek bir cümle yok! 

 

7. Neden Bu Yasaklar, “Kanun”, “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”, “Cumhurbaşkanı Kararı” veya “Yönetmelik” ile Getirilmiyor?

 

Anayasamız, devlet organlarının elini kolunu bağlayan, onların çalışmasını bloke eden bir Anayasa değildir. Anayasamız, devlet organlarına belirli usûl ve biçimlere uymak şartıyla, “kanun”, “Cumhurbaşkanlığı kararnamesi”, “Cumhurbaşkanı kararı” ve “yönetmelik” ile hukuk normu koyma imkânını vermektedir. 

 

Yasama organında, AKP, MHP desteğiyle, istediği her kanunu, çok kısa bir süre içinde çıkarabilecek bir güce sahiptir. İstediğinde de bunu yapmaktadır. Cumhurbaşkanı sadece birkaç saat içinde bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi veya bir Cumhurbaşkanı kararı çıkarabilir ve bunu aynı gün çıkarılacak bir mükerrer Resmî Gazetede yayınlayarak yürürlüğe koyabilir. Bir bakan da sadece bir gün içinde bir yönetmelik çıkarabilir. 

 

Anayasamız, hukuk normu koyma konusunda, yasama organına da, Cumhurbaşkanına da, bakanlara da ihtiyaç duydukları bütün hukukî imkânları tanımıştır. AKP iktidarının bu anayasal imkânlar var iken, genelge yoluna başvurmasının sebebini anlamak mümkün değildir. 

 

Altını çizerek belirtmek isterim ki, yukarıda örneklerini verdiğimiz yasaklar, bir kanunla konulmadığı gibi, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle veya Cumhurbaşkanı kararıyla da konulmamıştır. 

 

Belki bazı okuyucular, bu son cümlemin doğruluğundan şüphe duyabilirler. Zira televizyondan, bu yasakların pek çoğunun konulmasından önce, Cumhurbaşkanı ve bütün bakanların katıldığı ve kendisine “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” denilen bir kurulun toplantı yaptığını, toplantının sonunda Cumhurbaşkanının kameraların karşısına çıkıp, bu toplantıda “alınan” kararları açıkladığını görmektedirler. 

 

Konu hakkında bilgisi sınırlı olan kişiler, bu kararların “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantısında alındığını sanmaktadırlar. Bu doğru değildir. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin aldığı bir karar yoktur. Zaten hukukumuzda “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” diye bir organ da yoktur. Ne Anayasamızda, ne kanunlarımızda, ne de Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” diye bir organ bulunmamaktadır. İnanmayan Mevzuat Bilgi Sistemine (www.mevzuat.gov.tr) girip “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” kelimeleriyle arama yapabilir. (“Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” hakkında önümüzdeki günlerde ayrı bir makale yazmayı düşünüyorum). 

 

Hâliyle bu olmayan organın herhangi bir karar alması da mümkün değildir; zaten bu olmayan organın şimdiye kadar aldığı bir karar da yoktur. Bir kararın hukukî geçerliliğinin birinci koşulu onun “maddî varlığı (existence matérielle)”dır [20]. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararı” diye elle tutulan, gözle görülen bir metin yoktur. İnanmayan Resmî Gazete sayılarında bir “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararı” arayabilir. 

 

Belki bazıları “Cumhurbaşkanlığı kabinesi” toplantısında “alınan” kararların daha sonra Cumhurbaşkanı tarafından “Cumhurbaşkanı kararı” biçiminde hayata geçirildiğini sanabilirler. Keşke öyle olsaydı. Hayır. Cumhurbaşkanı, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantısının akabinde alınan kararları kameraların karşısına geçip kamuoyuna duyurmaktadır; ancak daha sonra Cumhurbaşkanı, duyurduğu kararlar ile ilgili bir “Cumhurbaşkanı kararı” almamaktadır. İsteyen Resmî Gazetede tarama yapabilir. 

 

“Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantısında “alınan” kararlar, gerçekte izleyen saatlerde veya günlerde İçişleri Bakanının veya Sağlık Bakanının çıkardığı “genelgeler” ile alınmaktadır [21]

 

Altını çizelim: İçişleri Bakanı veya Sağlık Bakanı bu kararları “yönetmelik” değil, “genelge” biçiminde almaktadır. Oysa bu kararlar ile ilgili olarak İçişleri Bakanı veya Sağlık Bakanı yönetmelik çıkarabilir. 

 

Bu yasaklar, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, Cumhurbaşkanı kararıyla veya yönetmelikle getirilmiş olsalardı da, bunlar Anayasaya aykırı olurlardı. Çünkü Anayasa, m.13’e göre temel hak ve hürriyetler ancak kanunla sınırlanabilir. Ama keşke bu yasaklar, genelgeyle değil, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle veya Cumhurbaşkanı kararıyla veya yönetmelikle getirilselerdi. Böyle bir durumda en azından hukukî belirlilik ilkesi açısından bir problem ortaya çıkmaz, bu yasaklar Resmî Gazetede yayınlanır, varlığı ve kapsamı konusunda ortaya tartışma çıkmaz ve bunlara karşı kimin, nerede ve nasıl dava açacağı bilinirdi. 

 

Bir temel hak ve hürriyetin kanunla sınırlanması yerine Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle sınırlanması hukuken yanlıştır; bir temel hak ve hürriyetin Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle sınırlanması yerine yönetmelikle sınırlanması daha da yanlıştır. Bir temel hak ve hürriyetin yönetmelikle sınırlanması yerine genelgeyle sınırlanması ise yanlışlığın dibidir. 

 

8. Değişen Ne?

 

Malum, hukukumuz geçmişte de pek parlak değildi. Ama geçmişte bu kadar ağır hukuka aykırılıklara şahit olmadık. Hukuk tarihimizin en kritik dönemlerinde dahi, uygulamaların arkasında, içerikleri tartışılsa bile, hep hukuk normları olmuştur. Millî mücadele döneminde dahi Türkiye, genelgeyle veya emirle değil, ilk TBMM’nin kabul ettiği Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ve bu dönemde çıkarılan kanunlar ve Heyet-i Umumiye kararlarıyla yönetilmiştir. Fiilî uygulamalardan savaş döneminde bile kaçınılmıştır. Örneğin 1921’de alkollü içecekler, ilk TBMM’nin çıkardığı 14 Eylül 1336 (1920) tarih ve 22 sayılı “Men'i Müskirat Kanunu” ile yasaklanmıştır. Bir genelgeyle değil! 27 Mayıs 1960 askerî rejimi, 2 Haziran 1960 tarih ve 1 sayılı Kanunla uygulamaya konulmuştur. Bir genelgeyle değil! 12 Eylül 1980 askerî rejimi, 27 Ekim 1980 tarih ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunla uygulamaya konulmuştur. Bir genelgeyle değil! 

 

Son bir yıldır yaşadıklarımız, sadece Türkiye tarihinde görülmemiş şeyler değil, bizzat AKP iktidarının kendi tarihinde de görülmemiş şeylerdir. Vakıa, AKP döneminde hukukumuzun içine düştüğü durum şiddetle eleştiriliyor; ama AKP dönemi hukukumuz, hiçbir zaman, bu yılki kadar belirsizlik içinde olmamıştı. AKP dönemi hukuk uygulamasında, geçen yıla kadar, hukukun şeklî şartlarına, göstermelik olarak da olsa uyulmuştu ve bu kararlar, içerikolarak Anayasaya aykırı olsalar bile, genel olarak Anayasanın öngördüğü  şekillere  sadık kalınarak alınmıştı. 

 

Örneğin 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra ilân edilen olağanüstü hâl rejiminde, içerik olarak Anayasaya aykırı pek çok olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi çıkarılmıştı. Ancak içerikleri Anayasaya aykırı olsa da bu kararnameler, şekil ve usûl bakımından genel olarak Anayasaya uygundular. Bu kararnameler, Anayasanın öngördüğü makam tarafından ve yine Anayasanın öngördüğü usûl ve şekillere uygun olarak çıkarılmış ve Resmî Gazetede yayınlanmıştı. İçeriklerini ne kadar eleştirsek de, bu KHK’lerin uygulanmasında, hukukî belirlilik ilkesi açısından bir problem olmamıştı. 

 

15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra ilân edilen olağanüstü hâl rejiminde bile Türkiye’de “genelge” ile yasak getirmek kimsenin aklına gelmemiştir. Bugün neden bu yola başvuruluyor? Bunu anlamış değilim. Üzülerek söylemek isterim ki, 2021 yılındaki Türk hukuku, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra ilân edilen olağanüstü hâl rejimindeki Türk hukukundan usûl ve şekil bakımından çok daha geridir. 

 

Türk hukukunda gerileme dönemi her yıl ağırlaşarak devam ediyor. Her yıl hukukta gerilemenin yeni türlerine şahit oluyoruz. Her yıl, bir yıl önceki durumu arar hâle geldik. Bu yıl genelgelerle temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması uygulamasına şahit olduk. Belki seneye bunu bile arayacağız. Şu an hiç olmazsa bu tartışmalı uygulamaların altında neyin bulunduğunu biliyoruz. Bunların altında Resmî Gazete yayınlanmamış da olsa, bir bakanın imzaladığı kendisine “genelge” denen belli bir tarih ve sayısı olan bakanlık yazıları olduğunu görüyoruz. Belki seneye bir bakanın imzasını taşıyan bu yazıları da göremeyeceğiz. Belki seneye bilmem hangi maddenin satılması veya bilmem hangi binanın fotoğrafının çekilmesi, bir sözlü emir ile yasaklanacak ve biz bu yasağın ne zaman ve kim tarafından konulduğunu dahi bilemeyeceğiz! 

 

9. Hukukta Şeklin Önemi

 

2020-2021 yıllarının önceki yıllardan bir farkı var: Önceki yıllarda hiç olmazla hukuka uygunluğunu tartışacağımız ortada şeklen de olsa birer “hukuk normu” vardı. Bu normlar, genel olarak şekil bakımından hukuka uygundular. Biz bu normların içeriğini eleştiriyorduk. Artık içeriğini eleştireceğimiz şeklen de olsa geçerli hukuk normları ortada yok. 

 

Şekil, hukukta çok önemlidir. Rudolf von Jhering’in 1869’da dediği gibi, “şekil, keyfiliğin yeminli düşmanı ve hürriyetin ikiz kardeşidir”. Şekle uyulması yöneticileri keyfilikten uzaklaştırır; vatandaşların hürriyetlerini yöneticilere karşı korur. 

 

Hatta daha da ileri giderek hukukun şekil olduğu dahi söylenebilir. Zira “hukuk” denen şey, hukuk normlarından oluşmuş bir bütündür. Bir normun bir “hukuk normu” olabilmesi için ise, her şeyden önce, bu normun hukukun öngördüğü şekle bürünerek ortaya çıkmış olması gerekir. Hukukun öngördüğü şekilde konulmamış bir metin, bir hukuk normu olamaz. 

 

Her halükârda hukukta şekilesastan önce gelir. Şekil, hukukun birinci şartıdır. Bir normun, bir işlemin, bir sözleşmenin geçerli olup olmadığı önce onun şekli açısından, sonra da esası, yani içeriği açısından incelenir. Öngörülen şekilde değil, bir başka şekilde konulmuş norm, yapılmış işlem, akdedilmiş sözleşme, hukuken geçerli değildir; ayrıca bu normun, işlemin veya sözleşmenin içeriğine bakılmaz. 

 

Türkiye’de dün esası tartışırken, bugün artık şekli tartışmaya başladık. Hukukta şeklin tartışılmaya başlanması hukukta gerilemeye işaret eder. 

 

Şekil, hukukun en basit, en elementer şartıdır. Bu şarta dahi uyulmayan bir ülkede, hukuken bir şey tartışmanın bir anlamı ve gereği yoktur. 

 

10. Sonuç

 

Türkiye’nin oldukça eski bir hukuk deneyimi vardır. Sadece Cumhuriyet döneminde değil; Tanzimat sonrası Osmanlı döneminde de devlet işlemleri hep belirli hukukî şekillerde yapılmıştır. Fiilî uygulamalardan uzak durulmaya çalışılmış, içerik olarak çok tartışmalı eylem ve işlemler dahi bir fermana, bir irade-i seniyye, bir heyet-i vükela kararına, bir kanuna, bir nizamnameye dayandırılmıştır. 

 

Son bir yıldır ise Türkiye’de bazı konularda fiilî bir yasaklama rejimine geçilmiştir. Bazı insan fiilleri genelgelerle yasaklanıyor. Üstelik bu genelgeler de Resmî Gazetede yayınlanmıyor. Yasakların arkasında bir kanun yoktur. Bu yasakların arkasında bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi veya bir Cumhurbaşkanı kararı da yoktur. Hatta bu yasakların arkasında bir yönetmelik de yoktur. 

 

Ne yapacaksanız, neyi yasaklayacaksanız, hiç olmazsa bunu, Anayasanın öngördüğü hukukî şekilleri kullanarak yapınız. Bir insan fiilini yasaklamanın yolu “genelge” değildir. Anayasamızın 13’üncü maddesine göre, bir insan fiili ancak “kanun” ile yasaklanabilir. 

 

Bir zamanlar, Türk hukukunu eleştirmek için “Türkiye Cumhuriyeti bir ‘hukuk devleti’değil, bir ‘kanun devleti’dir” deniyordu. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra ilân edilen olağanüstü hâl rejiminde, kanunların yerini kanun hükmünde kararnameler alınca “Türkiye Cumhuriyeti artık ‘KHK devleti’ oldu” denilerek eleştiriler yapıldı. O günleri de arar olduk. Artık “Türkiye Cumhuriyeti bir ‘kanun devleti’ veya ‘kararname devleti’dir” bile diyemiyoruz. Maalesef geriye diyecek tek şey kalıyor: Hoş geldin “genelge devleti”[22]!

 

 

 

DİPNOTLAR

 

(Geri dönmek için dipnot numarasının üzerine tıklayınız). 

 

[1] Yazının bir örneğine izleyen linkten ulaşabilirsiniz: www.memurlar.net/....html

 

[2] Genelgenin metnine izleyen linkten ulaşabilirsiniz: 

www.cumhuriyet.com.tr/...1832275

 

[3] www.icisleri.gov.tr/...

 

[4] www.haberturk.com/...3056944www.evrensel.net/...www.dw.com/...-57353987. Belki burada süreci gazeteleri kaynak göstererek açıklamamız yadırganabilir. Ama ilgili kararlar Resmî Gazetede yayınlanmadığına göre bu konuda yapacak başka bir şey de yoktur.

 

[5] www.cumhuriyet.com.tr/...-1832488

 

[6] www.cumhuriyet.com.tr/...-1832389

 

[7] Zira alkol satışı zaten yasak idiyse, il umumî hıfzıssıhha kurullarının ayrıca alkol satışını yasaklayan kararlar almasına gerek yoktu. 

 

[8] www.bbc.com/...-56962354. Burada belirtmek isterim ki, alkol satışını yasaklayan bazı il umumi hıfzıssıhha kurulu kararlarının sıhhati hakkında da tartışmalar çıkmıştır. Kararlarda imzası bulunan bazı belediye başkanları, gerçekte söz konusu kararlara imza atmadıklarını iddia etmişlerdir. 

 

[9] “Genelge”, idare hukuku teorisindeki yerleşik adıyla “sirküler” konusunda daha fazla bilgi için bkz.: Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019, c.I, s.819-825. 

 

[10] “İcraî işlemler” ile “iç düzen işlemleri” arasındaki farklar konusunda bkz.: Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019, c.I, s.804-842. 

 

[11] Eklemek gerekir ki, kanunla konulmuş olsalar bile, bu tür yasakların içeriklerinin Anayasaya uygunluğunu ayrıca tartışmak gerekir. 

 

[12] Bu teori hakkında bkz.: Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019, c.I, s.823-825. 

 

[13] İlave edelim ki, Fransız Danıştayı 18 Aralık 2002 tarihli Mme Duvignères kararıyla bir “genelge (circulaire)”nin “emredici nitelikteki hükümleri (dispositions impératives)”nin davacının “haklarını etkiler (faisant grief)” nitelikte görülebileceğine ve bunların denetlenebileceğine karar vermiştir (Conseil d'État, Section, 18 Aralık 2002, Mme Duvignères, www.conseil-etat.fr/...233618) (Bu karara dikkatimi çeken sayın Gürsel Kaplan’a teşekkür ederim). 

 

[14] İdare hukukunda “adsız düzenleyici işlemler” teorisi, idareye iradesini istediği her usûl ve şekilde açıklama yetkisini veren bir teori değildir. İdare, iradesini ancak Anayasanın ve kanunların öngördüğü usûl ve şekillerde açıklayabilir. Bu usûl ve şekille konulan işlemin “adı” değil; “kendisi” önemlidir. Örneğin bir bakanlığın Anayasa, m.124'te öngörülen usûl ve şekle uyarak çıkardığı düzenleyici işleme, “yönetmelik” değil de “usûl ve esaslar” başlığını koyması, bu işlemi bu sebepten dolayı hukuka aykırı hâle getirmez. Bu işlemin sırf adından dolayı hukuka aykırı olduğunu söyleyemeyiz. Anayasa, m.124'teki şekil ve usûlle konulan düzenleyici işlem, “adı” ne olursa olsun, yönetmeliklerin hukukî rejimine tâbi tutulur. “Adsız düzenleyici işlemler” teorisinin anlamı budur. “Adsız düzenleyici işlem” demek “şekilsiz düzenleyici işlem” demek değildir. Yukarıda açıklandığı şekildeki bir “genelge” uygulamasının “adsız düzenleyici işlem” teorisiyle bir ilgisi yoktur. Eğer böyle bir “genelge” çıkarılabileceği kabul edilirse, bu tür genelgelere “adsız düzenleyici işlemler” değil, “şekilsiz düzenleyici işlemler” demek gerekir. 

 

[15] Genelgenin bir örneğine izleyen linkten ulaşılabilir: 

www.cumhuriyet.com.tr/...-1832275

 

[16] www.sozcu.com.tr/...www.haberturk.com/...-2702163

 

[17] https://twitter.com/...

 

[18] Örneğin bkz.: Resmî Gazete, 20 Mart 2021, Sayı 31429 

(www.resmigazete.gov.tr/20.03.2021). 

 

[19] Örneğin kkz. 13 Kasım 2018 tarih ve 342 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı, Resmî Gazete, 14 Kasım 2018, Sayı 30595 (www.resmigazete.gov.tr/...14-1.pdf). 

 

[20] “Maddî varlık” kavramı konusunda bkz.: Kemal Gözler, Hukukun Genel Teorisine Giriş, Ankara, US-A Yayıncılık, 1998, s.27-28. 

 

[21] Bunların bazıları da İl Umumî Hıfzıssıhha Kurulu kararlarıyla hayata geçirilmektedir. İl Umumî Hıfzıssıhha Kurulu kararlarının da neden hukuka aykırı olduğunu örnekleriyle birlikte etraflıca izleyen makalemin II ve III nolu başlıkları altında açıklamıştım: Kemal Gözler, “Korona Virüs Salgınıyla Mücadele İçin Alınan Tedbirler Hukuka Uygun mu? (2)” anayasa.gen.tr/korona-2.htm (Yayın Tarihi: 6 Temmuz 2020). 

 

[22] Bu makalenin yayınlanmasından iki saat kadar sonra sayın Tolga Şirin’den aldığım bir e-postayla, kendisinin benim makalemden çok önce “genelge devleti” terimini kullandığını öğrenmiş bulunuyorum. Sayın Şirin, 10 Nisan 2020 tarihinde Banu Tuna’ya verdiği bir röportajda aynen “geldiğimiz aşamada kanun devletini bile arar olduk, bir tür ‘genelge devleti’ne dönüştük” demiştir. Bkz.: Banu Tuna, “Anayasa Hukukçusu Tolga Şirin: “Kanun devletini bile arar olduk”, www.mlsaturkey.com.../, 10 Nisan 2020. Sayın Şirin’e uyarısı için teşekkür ediyorum. 

 

14 Mayıs 2021

 

https://www.anayasa.gen.tr/genelge-devleti.htm

 

 

 


 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com