Sayfalar

“Great Reset” operasyonu başarılı olacak mı?

Ahmet Müfit

 

 

Biden’ın ABD Başkanı seçilmesinin ülkemiz siyasetine, ekonomisine etkilerini ele aldığım, “Atatürk’ün uyardığı tehlikeyle 100 yıl sonra karşı karşıya geldik” ve “Berat Albayrak kararı ilk adım mı?”  başlıklı yazılardan sonra, bu kez Biden’in seçilmesiyle başlayacağı beklenen, “Great Reset” operasyonunun “başarıya”ulaşıp ulaşamayacağını ele alacağım. 

 

Neoliberal küreselleşmeci dünya düzeni projesinin, özellikle 2007-2008 krizinden bu yana bütünüyle değişen koşullar, altüst olan büyük hayaller nedeniyle adı değiştirilerek, görünüşte farklı bir kimlikle yeniden diriltilmesi, mümkün mü, sorusunun iki farklı düzlemde tartışılmasının uygun olacağını düşünüyorum. 

 

Birinci düzlemde, ABD seçimleri özelinde hangi toplum kesimleri hangi nedenle/beklentiyle Biden’a oy verdi sorusunu yanıt arayacak, Biden’ın, kendisini destekleyerek seçilmesini sağlayan kesimlerin/güçlerin bu beklentileri karşılayıp karşılayamayacağını tartışacağım. Bu kapsamda yanıtlanması gereken diğer soru, seçimlerde Trump’ı destekleyen kesimlerin Biden’ıın politikalarına karşı tavrının ne olacağı, Biden’ın iddia ettiği gibi, yeniden tek ABD’nin oluşmasını sağlayıp sağlayamayacağı. 

 

İkinci düzlemin konusu, özellikle 2007-2008 krizinden bu yana bütünüyle değişen dünya güç dengelerinin -değişen jeopolitiğin-, aynı yemeğin farklı ad altında ısıtılarak yeniden servis edilmesine karşı tavrının ne olacağını, 1970-1990 arasında olduğu gibi, geniş bir destek bulup, bulamayacağı. 

 

ÇOĞUNLUĞUNU OLUŞTURUYORLAR 

 

Biden’ın siyaseten kalıcılığı ve küresel hedeflerine ulaşma noktasındaki gücü ve desteği bulabilmesi açısından büyük önem taşıyan birinci düzlemle başlayalım. 

 

Bu noktada, öncelikle dikkat çekmem gereken husus, seçim öncesi yapılan araştırmaların ve seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirmelerin de çok net olarak ortaya koyduğu gibi, bu soruyu kolayca yanıtlamanızı sağlayacak, homojen bir kitle ve nedenler manzumesiyle karşı karşıya olmadığımız. Birbirinden oldukça farklı sosyal ve ekonomik kesimler, yine birbirinden oldukça farklı nedenlerle/beklentilerle Biden’ı desteklemiş, seçilmesi için oy kullanacağını açıklamış ve oy kullanmış olsa da, bu gurupları başlıca üç ana gurupta toplamak ve değerlendirmek olanaklı. 

 

İlk iki gurubun ortak özelliği, 2008 krizi ve özellikle Covid-19 salgınından ekonomik olarak en çok etkilenen kesimler olmaları. 

 

Birinci gurup, esas olarak Atlantik ve Pasifik Okyanusları kıyısında yoğunlaşan büyük kentlerde ikamet eden, göreli olarak düşük ücretli işlerde çalışan ve 2018 yılı itibarıyla hane başına 25000 dolar ve altı yıllık gelire sahip yani yoksulluk sınırına yakın ya da yoksulluk sınırı altında yaşayanlar. Bu kesimin diğer bir özelliği, Trump politika ve uygulamaları nedeniyle de, Trump karşıtı tavır alan Afrika ve Latin Amerika kökenli ABD vatandaşlarının çoğunluğu oluşturuyor olmaları. 

 

VARLIK KAYBINA UĞRAMALARI ETKİLİ OLDU 

 

Biden’ın, Trump’a göre daha yüksek oy aldığı ikinci gurup, etnik ve dini kökenlerinden bağımsız olarak, evini geçindirmek, ailesini bir arada tutabilmek, konut kredilerini ödeyebilmek için çalışmak zorunda olan, hizmet sektöründe ve mavi yakalı işlerde istihdam olan yani nispeten düşük ve orta gelir getiren işlerde çalışan kesim. ABD rüyasının geleneksel savunucusu da olan bu kesimin Biden tercihinin altında yatan temel neden, 2008 krizi sonrasında büyük ölçüde varlık kaybına uğramaları, evini, işini kaybetmeleri, işlerini kaybetmeseler de, ciddi oranda düşen ortalama ücretler nedeniyle ailesini geçindirebilecek geliri kazanmasını sağlayacak bir iş bulmakta zorlanan, 50 yaş altı nispeten genç nüfus. 

 

Ağırlıklı olarak Biden’a oy veren üçüncü ve son gurup olarak ise sosyoekonomik nitelikleri açısından diğer iki guruptan oldukça farklı olan, etnik kökenlerden bağımsız olarak sosyal ve ekonomik olarak daha iyi durumda olan ya da olacağını düşünen daha iyi eğitimli nüfusu saymak gerekiyor. 

 

Trump’ın politikaları/uygulamaları ve Biden’in vaatleri açısından bakıldığında, seçim öncesi ve sonrasında yapılan araştırmalarda, birinci ve ikinci gurupları yani sosyal ve ekonomik koşullar açısından özellikle 2008 krizi sonrasında büyük zorluklar yaşayan kesimleri Biden’a oy verme konusunda buluşturan iki önemli neden olduğu ortaya çıkıyor. Birinci neden olarak, virüs salgınının, 2008 krizinde de en büyük darbeyi yiyen, halihazırda özellikle geçici/yarım zamanlı, düşük ücretli işlerde çalışarak ayakta kalmaya çalışan bu iki gurup seçmeni vurmuş olması öne çıkarken, ikinci neden olarak, Biden’ın sağlık sisteminin nispeten de olsa sosyalleştirilmesi, göçmen nüfusa yönelik artan baskı ve kısıtlamaların yumuşatılması, zor durumdaki toplumsal kesimlere yönelik doğrudan maddi desteklerin ve asgari ücretin artırılması yönlü vaatleri öne çıkıyor.  Seçimlerde Biden’ı destekleyen bu iki toplumsal gurup, yani dar gelirli, görece düşük eğitimli ve düşük gelirli kesimler ile Amerikan rüyasının nasıl bir anda verdiklerini geri alarak kabusa dönüşebildiğini, 2008 krizi ve küresel salgın sonrası acı tecrübeler olarak bizzat yaşamış olan ABD alt-orta ve orta sınıfları açısından bu vaatlerin başarı şansı olacağı, Biden’a olan desteklerinin kalıcı olmasını sağlayacağı kanısında değilim. 

 

Böyle düşünüyor olma nedenim, Biden’in, neoliberal küreselleşmeci politikaların, özellikle dar ve orta gelirli kesimler üzerinde yarattığı derin ekonomik ve sosyal tahribatı ortadan kaldırmaya yönelik vaatlerinin, neoliberal küreselleşmeci dünya düzeninin temel varsayım/kabul ve dinamikleri çerçevesinde uygulanabilir olmaması. Farklı bir ifadeyle, sorunların nedeni, neoliberal küreselleşmeci dünya düzeninin temelini oluşturan “sermaye ve mal akımlarının serbestliği”, “sanayi ve fikri mülkiyet haklarının sınırsızlığı”, “arz güvenliği”, “küresel kamusal mal” gibi ulus devleti ve ulusal kalkınmayı dışlayan, yok sayan kavram ve dinamikler konusunda en ufak bir eleştiri dolayısıyla bu politikaların esasında bir değişiklik içermiyor olması. 

 

BEKLENDİĞİ GİBİ OLMAYACAK 

 

Sorunları ve Biden’a oy verme nedenleri açısından, yukarıda saydığımız toplumsal kesimlerden bütünüyle farklı olan üçüncü ve son gurup açısından da Biden dönemi, iki başlıkta toplayabileceğim beklentileri karşılayacak gibi görünmüyor. Biden’ın, çevre yatırımlarını, neoliberal küreselleşmeci dünya düzeninin en çok kazananı finans ve teknoloji sektörlerini, yapay zekaya dayalı sanayileşmeyi destekleme vaadi ve serbest piyasacı, neoliberal küreselleşmeci dünya düzenini kaldığı yerden sürdürme sözünün, küresel düzeyde iş imkanlarında artış ve daha yüksek kazanç olasılığı anlamına geleceğini düşünen bu kesimin beklentileri önündeki en önemli engel, 2008 krizinden bu yana oldukça değişen küresel dengeler. 

 

Hal böyle olunca, Biden tarafından ABD’li seçmene yönelik olarak gündeme getirilen vaatlerin, Biden’a oy veren kesimlerin yaşam biçiminde nitelikli ve kalıcı bir değişikliğe neden olabileceği, Biden’ın iddia ettiği gibi, yeniden tek ABD’nin oluşmasını sağlayabileceği, sonuç olarak Bidan’a verdikleri desteğin kalıcı olmasını sağlayacağı kanısında değilim. 

 

İkinci düzlemin konusu olan, özellikle 2007-2008 krizinden bu yana bütünüyle değişen dünya güç dengelerinin, değişen jeopolitiğin, aynı yemeğin farklı ad altında ısıtılarak yeniden servis edilmesine karşı tavrının ne olacağını, 1970-1990 arasında olduğu gibi, geniş bir destek bulup, bulamayacağı konusu açısından da sonucun beklendiği gibi olmayacağı kanısındayım. 

 

Gelelim niçin böyle düşündüğüm konusuna. İki farklı neden söz konusu. 

 

Birinci neden, neoliberal küreselleşmeciliğin günümüzdeki en önemli savunucusu, finans ve teknoloji firmalarının küresel ölçekli güç talepleri ile sıradan insanların yaşamlarını insanca koşullarda sürdürme -bu durum ABD seçmenine yönelik değerlendirmelerde de belirtmeye çalıştığım gibi, günümüzde tam bir yaşamda kalma mücadelesi niteliği kazanmış durumda- talepleri arasındaki uzlaşmaz çelişki. 

 

İkinci neden ise neoliberal küreselleşme sürecinin başlangıç yıllarındaki küresel rol dağılımının, aşağıda kısaca değineceğim gibi, özellikle geçen 40 küsur yılı kendi avantajına kullanan ülkeler özellikle Rusya, Çin ve uzak doğu ve Avrupa Birliği ülkeleri açısından tatmin edici olma özelliğini kaybetmiş olması. 

 

TİCARET SAVAŞINI SÜRDÜRECEK 

 

Neoliberal küreselleşmenin en canlı yılları olan 1990’lardan farklı olarak, Rusya yeniden küresel bir askeri güç haline gelmiş durumda ve ABD’nin NATO kanalıyla sürdürdüğü işgal operasyonuna, Kırım, Belarus ve Karabağ’da yaşanan gelişmeler konusunda olduğu gibi ciddi bir direnç gösteriyor. Sovyetler Birliği’nin, Gorbaçov ve Yeltsin’in maşa olarak kullanılarak yıkılması sonrasında tarumar edilen sanayi ve teknoloji altyapısı farklı bir anlayışla/mülkiyet yapısıyla da olsa ciddi oranda yeniden oluşturulmuş durumda. 

 

ABD ve küresel sermayenin, batının teknolojisi ve parasına muhtaç durumu korunmak şartıyla, ucuz emek cenneti bir üretim üssü olarak küresel şirketlere ev sahipliği yapması projesinin en önemli hedefi Çin açısından da durum eskisinden çok farklı. Gelinen noktada, bırakın ABD’nin teknoloji ve parasına muhtaç olmayı, “Bir kuşak, bir yol” benzeri projelerle, farklı ülkelerde yaptığı yatırımlarla kendisi sermaye ve teknoloji ihraç eden, bu noktada ABD ve genel olarak batıyla kıyasıya rekabet edebilen bir duruma gelmiş durumda. 

 

Kasım ayı içerisinde gerçekleşen Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği'nin (ASEAN) 37. Liderler Zirvesi kapsamında düzenlenen Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) görüşmelerinde, anlaşmaya varılmasıyla daha da güçlenen etki, Modi iktidarı ile birlikte, Çin’e karşı güç dengesini oluşturabilmek için ABD’nin ipine sarılan Hindistan’ın bu organizasyonun dışında kalması ya da Hong Kong’da yaşanan batı destekli renkli ayaklanmalarla durdurulabilir mi, kişisel görüşüm çok da kolay olmayacağı. Biden’ın, Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşını sürdüreceğini söylüyor olması boşuna değil anlayacağınız. 

 

Avrupa açısından da durum 1990’lardan oldukça farklı. Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında doğuya doğru hızla genişleyen, Büyük Biritanya’nın AB’den ayrılma kararı ile beklenenin aksine kendi içerisinde daha homojen hale gelen, en yetkili ağızlardan, bağımsız bir askeri ve siyasi güç olma talebini/isteğini dile getiren bir yapı söz konusu. Kimi zaman ABD ile kimi zaman Rusya ve Çin’le birlikte tavır alıyor, Trump’ın “beleşçi” nitelemesini haklı kılacak şekilde, NATO’ya doğru dürüst maddi katkı yapmaksızın, NATO çatısı altında ABD’nin askeri gücünü siyasi olarak kendi operasyonları için kullanıyor. 

 

Sonuç olarak, Biden’in gelişi bu durumu değiştir mi? Sanmıyorum. Neresinden bakarsanız bakın, ABD liderliğinde dünya hayali, yerini tüm büyük güçlerin ayrı hedef ve gündemlere sahip olduğu, tüm tarafların kendi egemenlik alanlarını genişletmeye çalıştığı, bizim gibi ülkelerin içinde bulundukları ekonomik bağımlılık sarmalı nedeniyle bütünüyle edilgen bir konumda olduğu yeni bir paylaşım mücadelesine/savaşına bırakmış durumda. Geçmişten referansla söylersek, 1. Dünya Savaşı ile başlayıp, 2. Dünya Savaşı'yla sonlanan kavganın günümüze uyarlanmış halinden bahsediyoruz aslında. 

 

 

Kaynaklar:

 

https://www.pewresearch.org/politics/2020/10/09/the-trump-biden-presidential-contest/pp_2020-10-09_election-and-voter-attitudes_1-04

 

https://www.aecf.org/topics/child-poverty/?gclid=EAIaIQobChMIk66qr9WH7QIVlR4YCh3fLwRHEAAYAiAAEgIJI_D_BwE

 

https://www.statista.com/statistics/203183/percentage-distribution-of-household-income-in-the-us

 

https://nces.ed.gov/pubs2019/2019038.pdf

 

https://www.bbc.com/news/election-us-2020-53575474

 

https://www.atauni.edu.tr/yuklemeler/88c537e262d438bb1cad2cda746989c7.pdf

 

13.12.2020 

 

 

https://odatv4.com/great-reset-operasyonu-basarili-olacak-mi-13122048.html

 

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

Virüs salgını: Yeni tedbirler yeterli olmayabilir

Nuriye Ortaylı

Doktor, halk sağlığı uzmanı

 


Erdoğan’ın Covid-19 virüs salgınına karşı açıkladığı yeni tedbirler Haziran’da alınsaydı daha etkili olurdu. Kapanma olmadan bulaşma hızını yavaşlatmak zor. Grafik artan ölümleri gösteriyor.  ( Kaynak: https:gucluyaman.com  )

 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 17 Kasım’daki Kabine toplantısı ardından duyurduğu ek tedbirlerin Covid-19 virüs salgınının artan bulaşma hızını kesmekte yeterli olup olmadığından önce dünyadaki tablonun Türkiye’yi nasıl etkilediğine kısaca değinelim. Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü 16 Kasım tarihli basın toplantısında kuzey yarımkürede salgın sarmalındaki -Türkiye dahil- bütün ülkelere çok net bir mesaj verdi: “Rehavet zamanı değil. Şimdi harekete geçin, çabuk harekete geçin ve kararlı davranın”. 

 

Tekrarlamakta fayda var, sahada çalışan hekimler bulaşmanın  son haftalarda çok hızlandığını  söylüyor. Anlaşılmadıklarını düşünerek “çığlığımızı duyun”, “kırmızı alarm”, “bu bir imdat çağrısı” gibi ifadeler kullanıyorlar. Hepimizin çevremizde hastalanan insanlar var. Hastalananların önemli bir kısmı maske kullanmaya özen gösteriyor, ama ortamda çok fazla virüs olduğu için normalde düşük risk içeren kısa karşılaşmalarda bile virüsü alıyorlar. Özetle bulaşma çok hızlı. 

 

Bulaşmanın bir kez hızlanınca olağan önlemlerle durmadığını, tersine giderek hızlandığını da biliyoruz. Sonuçta durum kötü ve virüs hakkında bugüne dek öğrendiklerimiz, işlerin daha da kötüleşeceğini söylüyor. 

 

Beklenenden fazla ölümlerin gösterdiği

 

Türkiye’de vaka sayıları kamuya açık değil. Ama başka veriler var. Örneğin yazılım uzmanı Güçlü Yaman Ağustos ayından beri düzenli aralıklarla güncelleyerek 19 il merkezi için 2020 yılı için “fazla ölüm” sayılarını  yayınlıyor.  Basitçe anlatırsak, e-devlet ve mezarlık kayıtlarından bulduğu bu yılın ölüm sayılarını, geçen yılların ölüm sayıları ortalamalarıyla karşılaştırıyor ve bu sene gözlenen ölüm sayısı artışlarını grafiklere döküyor. Onun grafiğine bakarsanız, bu “fazla ölümlerin” özellikle 21 Ekim haftasından başlayarak hızlı bir yükselmeyle, iki hafta içinde neredeyse iki katına çıktığını görüyorsunuz. Ortada açıklayıcı başka bir neden yok, ölümlerdeki bu yüksek artış salgına bağlı, yıl içinde gösterdikleri seyir de Covid vakalarının artışıyla uyum gösteriyor. 

 


Geçen yılların ortalamasından daha yüksek olan ölümler Nisan ayındaki artıp, Haziran’da düşmüş, Temmuz ayından başlayarak yeniden yükselmiş. Özellikle 21 Ekimde başlayan hızlanma büyük olasılıkla Eylül ayının üçüncü haftasından sonra hızlanan Koronavirüs bulaşmasına bağlıdır. ( Kaynak: https:gucluyaman.com  )

 

Grafiklerin bize gösterdiği en önemli şey, sonbahar aylarında (ölümlerden dört hafta geriye gidersek), Eylül’ün son haftalarında bulaşmanın çok hızlandığı. Daha sonraki haftalarda ne olduğunu, -ölümlere baktığımız için- maalesef ancak önümüzdeki günlerde, canlar kaybolduktan sonra söyleyebileceğiz. Ama virüs bir kez hızlanınca hemen yavaşlamıyor; tersine giderek hızlandığı görülüyor. 

 

Salgın Eylül’ün ikinci yarısında hızlandı

 

Güçlü Yaman ayrıca 30 Eylül-10 Kasım arasında gözlenen 8756 “fazla ölüm”ün illere göre dağılımını vermiş. Bu kayıpların 30’u İstanbul’da, 12’si Ankara’da, 10’u Bursa’da, 7’si İzmir’de yaşanmış. Onları Denizli, K. Maraş, Konya, Gaziantep, Malatya ve Sivas izliyor. Bu şehirler, paralel bir şekilde, sağlık personelinin hızlanan Covid vakalarından şikâyet ettiği iller. 

 


30 Eylül -10 Kasım arası beklenenden fazla gerçekleşen ölüm sayılarının illere dağılımı, sağlık personelinden  gelen bilgilerle örtüşüyor. ( Kaynak: https:gucluyaman.com  )


Kısacası ölüm verileri de sahadan gelen gözlemleri doğruluyor: Türkiye’de İstanbul merkezli, ama birçok başka büyük ili de etkileyen salgının Eylül’ün ikinci yarısından itibaren giderek hızlandığı görülüyor. 

 

Sağlık Bakanlığının, salgın yönetiminin elindeki veriler de bunlarla paralel olmalı ki 17 Kasım akşamı bir dizi yeni tedbir ilan edildi. Gecikmiş de olsa harekete geçilmiş olması kuşkusuz olumlu. Üzerinde düşünmemiz gereken bu tedbirlerin Covid-19 virüs salgınının yayılmasını durdurup geri çevirmeye yetip yetmeyeceği. 

 

Gelelim yeni tedbirlere

 

Oldukça karmaşık bir dizi yeni tedbir var, anlayabilmek için sınıflamaya çalıştım: 

 

Birinci sınıf tedbirler, yaş gruplarına yönelik kısıtlamalar. 65 yaş üstü ve 20 yaş altı aktif olmayan nüfus, hafta sonları geceleri sokağa çıkamayacak. Bakanlığın elinde bulaşmanın özellikle geceleri olduğuna ilişkin bir veri yoksa bu tedbirin ne işe yarayacağını anlamak zor. 

 

Bakanlık açıklamalarının satır aralarından öğrendiğimize göre başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bulaşma en çok evlerde oluyor. Türkiye’de yaşlıların yaklaşık üçte ikisi, çocukları ve torunları ile ya aynı evde ya aynı bina içinde ya da aynı sokak üzerinde yaşıyor. Yemekleri çoğunlukla birlikte yiyorlar. Dolayısıyla yaşlıları korumanın yolu onların sokağa çıkışlarını kısıtlamak değil, toplum içindeki bulaşmanın hızını düşürmek, yaygınlığını azaltmak. 

 

Gençlerin gece partilerini engellemek için gece sokağa çıkma yasağı Ekim ayında Avrupa’da bazı ülkelerde alınan bir tedbir. Bu ülkeler filyasyon çalışmaları sırasında bu tür gece partilerini bulaşmanın önemli kaynaklarından biri olarak saptadıklarını söylemişlerdi. Türkiye’de benzer bir bulgu var mı? Bilemiyoruz. 

 

Bu tedbirler Haziran’da alınmalıydı

 

İkinci grup tedbir hizmet sektöründen işyerlerine yönelik. Kahvehaneler ve sinemalar tamamen kapatılıyor. Kalabalıkları bir araya getiren kapalı mekanların kapanması içinde bulunduğumuz durumda kaçınılmaz. Kafe ve restoranlar paket servise geçecek. Bu da bulaşmayı azaltabilir. Ancak AVM’ler, marketler, restoranlar, kuaförler vb açık. Gece 22:00’den sabah 10:00’a kadar kapalı olacaklar, ama bu mekanlar zaten geceleri değil, gündüz kalabalık saatlerde riskliler. 

 

İşyerlerine esnek mesai uygulaması tavsiye ediliyor. Zorlayıcı bir karar değil. 

 

Bu tedbirleri Haziran ayında uygulasaydık, çok faydalı olurlardı. Zira o zaman yeni vaka sayıları düşmüştü, bulaşma hızı yavaşlamıştı. İçinde bulunduğumuz durum ise çok farklı. Etrafta bilerek ya da bilmeden enfeksiyonu taşıyan insan sayısı çok fazla, bulaşma hızlanmış durumda, hastaneler alarm veriyor. Kesintili alınan tedbirlerin fazla işe yaramadığını ABD’nin durumu gösteriyor Daha önce dediğim gibi bugüne kadar salgını yönetemediler, ama en azından iyi veri topluyor ve açıkça yayınlıyorlar. 

 

Hayati sektörler dışında kapanma şart

 

Zaman kaybetmeden, kararlı bir şekilde işe yarayacak tedbirler almamız lazım. Hızlanmış bulaşmayı durdurup geri çevirmeyi başarmış ülkelerin deneyimlerinden yararlanarak. 

 

En azından ölümlerin fazla olduğu 10 büyük ilde, en azından 4 hafta kapanarak (iki hafta önce iki hafta kapanmak lazım demiştim, ama o noktayı geçtik. 

 

Maalesef virüs bulaşma hızı arttıkça ve yayıldıkça daha uzun süreli kapanmalar gerekiyor). Hayati sektörler dışında ekonomik faaliyeti durdurarak, evin etrafında yürümek, spor yapmak dışında sokağa çıkmayı kısıtlayarak, büyük grupların bir araya gelmesini yasaklayarak. Küçük esnafı, gündelikle yaşayanları, işsizleri mali yönden destekleyerek. Devlet bugünler için var. 

 

18 Kasım 2020

 

https://yetkinreport.com/2020/11/18/virus-salgini-yeni-tedbirler-yeterli-olmayabilir

 

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

AKP’nin kuruluşundan beri Erdoğan’ın yakınında olan İhsan Arslan: Parlamenter sisteme geçişin çok uzak olmadığını düşünüyorum

Ece Göksedef 

BBC Türkçe

 

İhsan Arslan, TBMM'deki odasındayken
 

Çocukluğunda, Sason’un Balbaşı Köyü’nde devletin aslında izin vermediği medreselerde Kürtçe verilen dini eğitimi aldı, gençliğinde “İslam inkılabı” dediği hedef için çalıştı, hatta bir şiddet eylemine de karışıp cezaevine girdi. 

 

İslami yönetimleri takip etmek için Libya’ya, İran’a gitti. 

 

Türkiye’nin ilk İslami mizah dergisini çıkardı. Yöneticisi olduğu Zaman gazetesinin hisselerini Gülen yapılanmasına yakınlığıyla bilinen isimlere satıp çekildi. Ardından gazete, Gülen yapılanmasının yayın organı haline geldi. 

 

Hizbullah içindeki İlim ve Menzil grubuyla, Hizbullah’la PKK arasında müzakereler yürüttü. Mazlum-Der’deyken bir heyetle Kuzey Irak’taki kamplarından birine giderek PKK’nın kaçırdığı askerlerin serbest bırakılması için görüşme yaptı. 

 

Ardından siyasete girdi ve kuruluşunda bulunduğu, oğlu Ali İhsan (Mücahit) Arslan’ın da kurucu üyeleri arasında olduğu AKP, 2002’de iktidara geldi. 

 

AKP’nin iki kez başlattığı çözüm süreçlerinde masa dağıldı. Mehmet İhsan Arslan, her seferinde Kürt sorununu çözmenin daha da zorlaştığını ancak çözümün kendisini dayattığını ve sorunun bir gün mutlaka çözülmesi gerektiğini söylüyor. 

 

Kısa bir süre önce tüm hayat hikâyesini anlattığı ve gazeteci Ayşe Karabat’ın yayına hazırladığı Aklımda Kalan ile Kürt Sorunu konusunda hazırladığı raporların ve eski yazılarının yer aldığı Ardımda Kalan isimli kitapları basılan eski AKP Diyarbakır Milletvekili Mehmet İhsan Arslan, BBC Türkçe’den Ece Göksedef ’in sorularını yanıtladı: 


Türkiye’nin muhafazakar siyaset yolculuğunu kendi hikâyeniz üzerinden anlatıyorsunuz kitapta. İslamcılık meselesi ülkede dün neredeydi bugün nerede? AKP’li yıllar nasıl etkiledi bu damarı sizce? 

 

AK Parti öncesi, Milli Görüş’ün siyasette var olduğu dönemde biz ütopyayı yaşıyorduk. Ama o radikal duruşla hayatın gerçekleri ile mutabakatın çok zor olduğunu görenlerimiz oldu. Bu gerçeği gören bir ekip, daha sonra yenilikçi olarak adlandırılan bir grup, AK Parti olarak siyaset sahnesine çıktı. 

 

Evet Türkiye’de solcu arkadaşlarımızın ütopyaları vardı, ülkücü arkadaşların kızıl elması vardı, bizim de İslamı yaşadığımız toplumda hakim kılma, tırnak içinde şeriat devleti kurma gibi bir idealimiz vardı. Bunu nasıl hayata geçireceğimiz konusunda büyük tecrübe edindik. Ne kadarını yapabilip ne kadarını yapamayacağımızı anlamış olduk. 

 

AKP'nin ilk yıllarında

Kitabınızda “AK Parti’nin bir milliyetçi bagajı yoktu, elinde Kürt kanı yoktu” demişsiniz. AKP’nin “İslamın kuşatıcılığıyla” Kürtlere yaklaştığını söylemişsiniz. AbdullahÖcalan da 21 Mart 2013’teki mektubunda “1000 yıla yakın süredir İslam bayrağı altında ortak yaşam sürdürüldüğünü” söylemişti. Sizce bu dini yaklaşımdan bağımsız, tamamen liberal, hak, hukuk ve özgürlükler çerçevesinde çözülebilir mi sorun? 

 

Bence muhafazakarlığımızın artık ciddi bir bagajı, birikimi oluştu. Bu bagaj siyaseten bizi tamamen devletçi bir pozisyona taşıdı. 

 

Biz ülkede sistemin kendisi olduk. İlkeleri doğrusu bir kenara attık. Bizi gelecek seçimlerde hangi kesimler iktidara taşıyacak ve iktidarda kalmamızı sağlayacaksa, onlarla iş tutmayı tercih ettik. 

 

Kürtlerin oylarına ihtiyacımız olduğu dönemde biz onların taleplerini masada tutmaya devam ettik. 

 

Sonradan bunun bizi tehlikeli sahillere götüreceğini fark ettiğimizde de bu kez başka çevrelerin desteğiyle siyaset yapmaya ve iktidarımızı sürdürmeye karar verdik. Şu an da MHP’yle olan ittifakımız da böyle bir sürecin son aşamasıdır. 

 

Dolmabahçe sürecinden bahsediyorsunuz kitapta, çözüm sürecinin geldiği son nokta. Bundan bir ay sonra Erdoğan’ın tavır değiştirdiğini görüyoruz. Birkaç ay içerisinde de çözüm süreci dağılıyor. Sizin söylediklerinizden de yola çıkarak, HDP’den başkanlık konusunda bir destek alınamayacağını gördü AKP ve bu sebeple milliyetçi tabanın desteğini mi almaya çalıştı? 

 

O tavır değişikliğinin nedenini tarih çok önemli bir şey olarak not edecek. 

 

Benim tespitim şu: Kürt sorununun tanımı ile alakalı. Genellikle Ankara’dan Kürt sorunu uzun geçmişte geri kalmışlık sorunu olarak tanımlanıyordu. Mücadele arttıkça, şiddet arttıkça, kültürel haklar olarak tanımladı. 

 

Ne zaman ki devlet olayı kültürel hak mücadelesi olarak tanımladı ve o bağlamda bazı değişimler yapmaya kalkıştı; o dönemde HDP tarafında konu artık kültürel hak talebinden çıkmış, siyasal haklar ve etnik mücadeleye bürünmüştü. 

 

Bizim zamanımızda var olmayan bir parti sonuçta 6-7 milyon aktif üyesi olan bir siyasi harekete dönüştü. Bizim zamanımızda bu kadar dış bağlantısı ve işbirliği olmayan bir terör örgütü bir kere Amerika’dan, Suriye’den, İsrail’den, Bağdat’tan, Tahran’dan, Rusya’dan destek alabilir duruma geldi. Uluslararası bir güç haline döndü. 

 

Hareketi doğru tanımadığımız için doğru reçete veremedik. 

 

Dolmabahçe’ye sorunu çözelim niyetiyle gidildi ama ondan sonraki adımların tamamen siyasi bir hüviyet kazanacağı fark edildi bence. O yüzden “aman ha, bu bizi yakar” dediler. Bence biz bunu devletin bekası, vatanın bütünlüğü adına o oyundan vazgeçtik diye ben tanımlıyorum. Çünkü bu ciddi bir ilk adım olacaktı. Konunun siyaseten tanımlanması ve siyasi müzakerelere konu olması hadisesiydi.

 

Ama bu sorunun çözümü için bir noktada buraya gelineceği, gelinmesi gerektiği de hep biliniyordu, belliydi. Kürt Sorunu’nu çözme kararlılığı konusunda samimi miydi hükümet? Bu noktaya gelmeye hazır mıydı gerçekten? 

 

Olayı sadece sosyal bir olay olarak tanımlarsanız evet, bu tanıma göre sorunu çözme çabasındaydı hükümet. Bunda samimiydi çünkü bu sorunun çözülmesini istiyordu. 

 

Ama eğer siz olaya Türkiye’de ve komşu ülkelerde nüfusu 40-50 milyonlara varan, ağırlığı da Türkiye’de olan bir etnik varlığın siyasi taleplerini içeren bir sorun olarak görüyorsanız, devlet onu çözmeye niyet etmedi. Edemedi, edemiyor da. Türkiye’de hiçbir güç, hiçbir parti Türkiye’yi siyaseten parçalayacak, bölecek hiçbir harekete izin veremez. 

 

Diyebilirsiniz ki; o zaman bu nasıl çözülecek? Farz edelim federasyon, özerklik gibi çözümler… Türkiye’de de eğer sorunun çözümü oradan geçiyorsa siyasi bir karardan geçiyorsa ne yapacağız? Maalesef Türkiye'de işte bu milliyetçilik ve devletçilik kavramı içinde müthiş bir hamaset var ve orada akıl pek rol almıyor. 

 

Bizim mahalleye gelirken milliyetçiler bu duygusallıklarını getirmişlerdir. 

 

“Ardımda Kalan”da geçmiş beyanlarım var. 2002’de yazmışım, çözüm olmadığından dolayı biz bugün buradayız. Türkiye’deki bütün sorunların temelinde bu Kürt Sorunu yatıyor. Biz bunu çözmedikçe ne siyasi istikrara kavuşabiliriz, ne ekonomik istikrara kavuşabilir, ne dış komşularımızla barış içinde yaşayabiliriz. 

 

Dolmabahçe’ye giderken bu öngörülmemiş miydi? 

 

Şartlar bizi zorladı, bir yokuşu tırmanmaya zorladı. Tırmandık ama tepeye çıktığımızda neyin olacağını pek görmüş olmak istemedik. Fark edince de caydık bence. 

 

Bana sorarsanız bizim o idealist dönemlerimizden kalma, sorunu kökünden çözme niyetimiz vardı. Cumhurbaşkanımızın ağzından ben o dönem şunu duymuşumdur: Jandarma ayrı, belediye başkanı ayrı, vali ayrı. Üçlü bir yönetim, halk kendi valisini seçse sorumluluk da ona ait olur, beğenmediğini bir sonraki seçimde gönderir, Ankara’yı suçlamaz. Yerelden yönetime bir yol vermek niyeti vardı, o devam etseydi sorun çözülebilirdi bence. Ne zaman olsa böyle bir anlayıştan ve böyle bir çözümden geçeceğini düşünüyorum ben. 

 

AKP’nin kuruluş sürecinde de aktif rol aldınız, Erdoğan bazı görüşmelerini sizin evinizde yapıyordu, kitapta anlattığınıza göre. Bu sistem ya da daha özerk yerel yönetimler konusu bu görüşmeler sırasında, sadece niyet beyanı olarak mı yer aldı yoksa gerçek anlamda ele alınmış mıydı? 

 

Ciddi ciddi konuşulmadı. Tayyip Bey’in “Kefenimizi giydik” derken neye mal olursa olsun biz bunlara göğüs gereceğiz, temel sorunları mutlaka çözeceğiz iddiası vardı. O çerçevede… Bazı şeyler hemen ifade edilmez, tedbirler alınır, hazırlanır, daha sonra gündeme getirilir. 

 

Tayyip Bey bu konuda çok başarılıydı. Attığımız bütün adımlar, toplumun bütün kesimlerini, ne tür çözüm olursa olsun çözüme razı etmişti. Ben çok ümitliydim o günler. En muhalif ulusalcısı ve milliyetçisi, liberali, aydını, hepsi artık bu sorunun çözülmesine, ne tür taviz verilmesi gerekiyorsa o tavizleri vermeye bile razı olmuştu. Toplum hazırlanmıştı. Keşke devam etseydi. 

 

Ama işte iktidar insana zamanla, iktidar, servet ve çok şey bilmek insana yanlış da yaptırabiliyor. Derler ya, güçlü bir iktidar olduğunuz zaman daha çok hata yapma ihtimaliniz artıyor. Doğrularla muhatap olmada onları alma kabiliyeti azalıyor. Her şeyi biliyorsa o zaman kimden neyi alacak ki? Bilgi de güç de para da insanı şımartabiliyor. Bizi bir dönem iktidar şımarttı desem… 

 

2014’te verdiğiniz bir röportajda “Hiçbirimizin Tayyip Bey’e küsme hakkımız yok çünkü lider olsak hiçbirimizin yapamayacağı şeyleri yaptı” demiştiniz. Bugün hâlâ böyle düşünüyor musunuz? 

 

O vazgeçti, uygulamalarından vazgeçti. İddiasından vazgeçti. Böyle bir sorun yok diyor. Bugünlerde gerçi tekrar gündeme gelebilir ama… 

 

Ben HDP’lilerden bazı arkadaşlarımızın Tayyip Bey bizim AK Parti grubunda konuşurken ağladığını biliyorum. Çünkü Tayyip Bey samimiyetle çok sağlam adımlar atıyordu ve çok güzel bir gelecek vaat ediyordu. 

 

Bu ağladığını söylediğiniz isimler sonraki süreçte cezaevine girdi. Kürt meselesiyle ilgili bu kadar yoğun konuşurken, hızlı bir şekilde geriye gidildi, bu konu yine güvenlik meselesine dönüştü. PKK’yı bitirme üzerine bir politika yürütülüyor tamamen. Bu hak taleplerini, sorunları artık neden duymuyoruz? 

 

Yine sorunu doğru tanımlayamamaktan kaynaklanıyor. Sadece bir terör sorunuysa, evet terörle, şiddetle mücadele edilir. Ama karşımızdaki olay terörden ibaret değil. Yani ülkede altı milyon aktif, nüfusa bakarsanız 20 milyonu buluyor, HDP’ye destek veren, antidemokratik uygulamalara rağmen o kesimde direnen bir nüfusumuz var. Bu 20 milyonun tamamı terörist olamaz. 

 

Konuyu siyaseten çözemediğiniz zaman şiddet uygulayarak geriletmeye çalışırsınız. 

 

Doğru, sağlıklı bir zeminde değiliz maalesef. AK Parti olarak daha sonra kendi topraklarımızı bombalayacak şey değiliz diye bunu eleştiriyorduk. Ama şimdi sabah akşam yine kendi dağlarımızı bombalıyoruz. 

 

Böyle bir ortamda rahat yaşayabilir misiniz? Bunları düşünmek, ifade etmek zor. 

 

İhsan Arslan, kitabında Mazlum-Der’in kuruluşu, köy yakmalara dair hazırladıkları büyük ses getiren ilk raporlarını ve çalışmalarına dair detayları da anlatırken, nasıl demokrasi karşıtı İslamcı çizgiden insan hakları savunuculuğuna döndüğünü de anlatıyor: 

 

“Mazlum-Der’deki faaliyet sırasında Kürt sorunuyla yakından ilgilendik. Bizim İslami mahalle konuya çok yabancıydı. İlgilenince baktık ki Kürtler sık sık mazlum oluyor. Benim çevremdeki arkadaşların bir kısmıyla insan hakları kavramına duyarlı hale geldik.” 

 

Son yerel seçimler sonrası HDP’li belediyelerin neredeyse tümünde seçilenler görevden alındı, tutuklandı, kayyumlar atandı. Bu belediye başkanlarından birisi bir zamanlar kurucusu olduğunuz Mazlum-Der’de çalışmış biriydi. AKP’nin seçimle alabileceğine inandığı ama alamadığı belediyeleri kayyumla yönetmeye mi çalıştı? 

 

Beğen veya beğenme, halk iradesi kutsaldır diyoruz biz, halk onları seçti. Buna saygılı olunması gerekiyordu bence. Yolsuzluk, haksızlık, terörle direkt iletişim, yardımlaşma her neyse bunlar olsa, hak hukuk var, yargı ve emniyet var, gereken müdahale yapılır. Ama halkın oyunu yok sayarak kayyum atıyorsanız ben bunu doğru bulmuyorum. Tarih de bunu not edecek. 

 

AKP 2009 ve 2013’te iki kez süreç yürüttü. İlki biraz daha yabancı ülkelerin kontrolünde oldu, ikincisi daha yerli bir süreçti. Hangi ülkeler müdahil oldu bu süreçte? 

 

Eğer biz kendi içimizde bu sorunu çözemezsek dışarıdan büyük devletler müdahale ederler. PKK’nın ve örgütün bu manada bizim dönemimizde bazı yanlışlarımızdan dolayı çok fazla uluslararası boyut kazandığını, çok fazla büyük ülkelerin istihbarat ve siyasi kadrolarının bütününe girdiğini söylüyorum. Keşke bu noktaya gelmeseydi, biz kendi mahallemizde bu konuyu çözebilirdik. Ama şimdi dış devletlerin müdahalesi zorunlu hale geldi. 

 

Eğer biz beraber yaşamayı beceremezsek biz kendimizi bölmüş olacağız. Devletlerle her konuştuğumuzda destek vermeleri, istihbarat vermeleri konusunda yalvarırdık. Bunun için de bir sürü fedakârlığa hazırdık. Diğer ülkelere verdiğimiz tavizin onda birini, o rüşvetin bir kısmını kendi vatandaşlarımıza verseydik sorunu çözerdik burada. Onlara gerek kalmazdı.

 

Çözüm sürecinin dağılmasında Suriye’de başlayan kriz de etkili oldu. Sizce buna rağmen devam ettirilebilir miydi? Kitapta dediğiniz gibi eğer Türk devletinin korku refleksleri olmasaydı, başka bir yol izlenebilir miydi Suriye'de? 

 

Bizim Kürt meselesi diye bir meselemiz olmasa, adına güvenlik koridoru dediğimiz işte Kürtlerden oluşacak bir siyasi yapıdan endişemiz olmasaydı bizim Suriye politikamız bu olur muydu? Hayır, olmazdı. Suriye’de bugün izlediğimiz politikanın temelinde bizim Kürt sorunumuz yatıyor. Onu çözdüğünüz zaman biz Suriye’yi bir günde çözeriz. Koridora filan gerek kalmaz. 

 

O dönem bir fırsat mı kaçtı sizce? Kobani IŞİD tarafından üç taraftan kuşatılmıştı, bunun dışında sadece Türkiye ile sınırı vardı. 

 

Evet, makas orada açıldı. Salih Müslim Türkiye’ye geldiği günlerde Türkiye orayı sahiplenebilirdi. Onlar da buna müsaitti. Biz oradaki potansiyelin PKK ile ilintisini fark ettiğimiz zaman irkildik. Halbuki onu sınırlayabilirdik, bizimle işbirliği yapmalarını temin edebilirdik. Esad’a karşı savaşan örgütleri nasıl destekleyip silahlandırıp eğittik; Kürtleri de Türkiye ile hareket eden bir güç haline getirebilirdik. 

 

Nüfusu benden az, devlet yapısı yok, silahı yok, 3-5 milyon Kürtten mi korkacağım Türkiye olarak? Türkiye büyük bir ülke, hesabı buna göre yapmamamız gerekiyor. Ama Kürt olunca durum değişiyor. Kürt kelimesini hangi cümleye koysanız gerçeğin dışında bir yere varırsınız. 

 

Biz oradaki Kürtleri yanımızda görebilirdik, destek verebilirdik. Onun için vereceğimiz emek, zahmet ve bedel, bugünkünden çok daha az olurdu. Şu anda biz oraya bana göre tırnak içinde bataktayız diyebilirim. Çünkü biz bir şeyi göremedik. Orta Doğu’da Kürtlerin varlığı asla inkâr edilemeyecek bir boyuttadır. 

 

Suriye’yi iyi yönetebilseydik, Esad bize “ağabey” diyordu. Bizim mahallemiz gibiydi. Yüzyıldır bir demokrasi olamadık, adamdan bir sene içinde demokratikleşmesini istedik. Ona muhalif olan radikal İslamcı grupların bir anda çevreden merkeze gelip oturmasını, Esad’ın buradan gitmesini bekledik. Bu işin tabiatına uygun değil. 

 

Bu noktadan sonra Kürt Sorunu’nda tekrar güvenin sağlanması, yeniden bir adım atılması mümkün mü? 

 

Bundan sonra illa adımlar atılmak zorunda, atılacak her adım bize daha pahalıya mal olacak. Çaresi yok. 

 

Güvenin sağlanması biraz zor. Biz onu yıktık çünkü yapamayacağımız çok şeyi söylemeye alıştık. Ümit verdik, yerine getirmedik. Bir zamanlar Tayyip Bey’in bu sorunu çözebileceği ümitler varken şimdi artık bu ümitler yok. Çünkü biz de şiddetle sorunu çözmeye kalkıştık. 

 

Hak ihlalleri ve hukuk dışı uygulamalar halkın tepkisini, bilinci artırıyor. Kürtlük bilinci ve siyasi hak talepleri geçmişte olmadığı kadar güçlüdür şu anda. 

 

Kürtler adalet istiyor, basit bir şey. Kürtlerin ne istediğini Ankara bir türlü anlamıyor ya da biliyor ama izliyor. Çünkü evet bunlar bunu istiyor deseler cevap vermeleri gerekiyor. 

 

AK Parti’nin kuruluşunda Avrupai değerler vardı, evrensel yargı sisteminin devreye girmesi… 

 

15 Temmuz kimyamızı bozdu bizim. 

 

Yani o zamana kadar samimi miydi bu taleplerinde? Siyasal İslam’ın geldiği nokta açısından soruyorum, bu vaatlerde samimi miydi yoksa ihtiyaç kalmaması halinde geri tepilebilecek geçici sözler miydi sizce? 

 

Kesinlikle biz Türkiye’yi yönetmeye taliptik. Bütün insanları adalet üzerinden yönetmeye taliptik. Alevi, Roman, Kürt kardeşlerimizin, Müslüman dindar vatandaşlarımızın sorunlarını çözmeye niyet etmiş ve bunun için adım atmış bir kadroyduk. 

 

İlk aşamada askeri vesayet vardı, adım atamıyorduk. Ne zaman ki ciddi bir mücadeleyle askeri vesayeti ortadan kaldırdık, orada yılana sarıldık. İşbirliği yaptık. 

 

Tahmin etmediğimizden fazla onlar işin içine girdi. Hatta onlar lokomotif oldu, biz arkada icraatta bulunduk. Sonra FETÖ’nün vesayeti gündeme gelmeye başladı. Biz bunu fark ettiğimizde irkildik. Ondan sonra da tabii kıyamet koptu. O güne kadar hukuk içinde kalmaya azami dikkat gösteriyorken 15 Temmuz’dan sonra doğrusu panikledik ve olayın vahameti karşısında ancak yargıyı kullanarak başarılı olabileceğimiz kanaatine vardık. 

 

Onların yargıyı kullanırken kullandığı bütün taktikleri, araçları, biz kullanmaya başladık, can havliyle. 

 

Peki bu fark ettik, bunlar lokomotif olmuş dediğiniz an ne zamandı? 

 

Her konuya müdahaleleri söz konusuydu. Ne zaman ki onların bazı taleplerine hayır demeye başladık, onlar sertleşmeye başladılar. Kabullenemediler. Bazı olaylar oluyordu ama somut olarak dershanelerin kapatılması asıl kopuşu getirdi. 

 

Eğitim sistemini reforme etme adına ve vesayetini geriletme adına müdahale ettiğimizde çok sert tepki verdiler. Ben o dönemde bazı arabuluculuklarda bulundum ama çözülemedi ve gittikçe kavga büyüdü. 

 

İhsan Arslan, kitabında 15 Temmuz günü MİT’e ihbar geldiğinde, “neredeyse çocukluğunu bildiği” Hakan Fidan’ın odasında olduğunu anlatıyor: 

 

“Bana dedi ki, ‘Bir ihbar geldi. Her gün böyle ihbarlar oluyor. Hangisi doğru, hangisi yanlış kestirmek zor.’ Sonra telefona Genelkurmay İkinci Başkanı’nı bağladılar. Duydum ben o konuşmayı. ‘Bir şey var, beni alacaklarmış bu gece’ dedi. Hakan Bey biraz rahatsızdı, ama telaşlanmamıştı. Saat de beş olmuştu. Koşturmaca devam ediyordu, uzatmadan kurumdan ayrıldım. Sonradan yaptığım değerlendirmeye göre, Genelkurmayla telefonu bağlayan özel kalemi darbecilerden olunca, darbeciler olayın duyulduğunu düşünüp darbe saatini erkene almış olmalılar.” 

 

Bugün yeni bir ivmelenme var gibi hükümet tarafında. Yargı reformundan bahsediliyor, yatırımcının güven duyacağı bir hukuk sisteminden bahsediliyor. Bu dönemde MHP ile koalisyon yapılan bir ortamda, daha milliyetçi ve sağ söylemin benimsendiği bir ortamda bir yere varılabilir mi? 

 

Bugün eğer bir hukuk lazım diyor isek, ekonomide reform lazım yapmamız lazım diyorsak, zımnen bugüne kadarki politikalarımızda sıkıntı olduğunu kabul ediyoruz demektir. Bu bir itiraftır. Hata yapan birilerinin bu hatayı düzeltip doğru olanı yapmaya çalışması zor oluyor biraz. 

 

İflasına sebep olduğun şirketi iflastan kurtarıp kâra geçirmek herkese nasip olmuyor. Çünkü onun kararları sonucu, onun hataları sonucu şirket iflas etmiş. Zaten bilseydi, doğrusunu yapmak isteseydi, iflas etmezdi. 

 

Bizim buraya gelelim. İyi şeyler duymak istiyoruz. Halk olarak yorulduk. Eksiklerin telafi edilmesi, doğru şeylerin yapılması lazım diyor. Ama güven sorunu var. Medyamız biraz suskun, keşke bu kadar olmasaydı. 

 

Herkes şu an ekranlarda şunu söylüyor: Söze değil icraata bakmak lazım. Ben de onlara katılıyorum. Tabii ki yargı işleyişi sıkıntıda. Bu başkanlık sisteminin incelenmesi, masaya yatırılması gerekiyor. Geçmişte adem-i merkeziyetçi sistemi savunuyorken geldiğimiz noktada yüzde yüz merkeziyetçi bir sistemle karşılaştık. Bir tek kişinin iradesine bağlanmış bir sistem, bir işleyiş. Bundan sıkıntılar doğacağını bazılarımız kestiremedik herhalde. Tek sesli olursa bir şeyler daha çabuk halledilir dedik herhalde. 

 

Baktık ki kurumsal yapıdan uzaklaştıkça, kişinin tek başına verdiği kararlarda hata yapma ihtimali daha fazla oluyor. Bence bazılarımızı kabul etmiyoruz ama güçler ayrılığı diye bir şey kalmadı ülkede. Meclisin, yargının denetleme gücü ortadan kaldırılınca her şey bir tek insanın iki dudağı arasına sıkışmış oldu. Bu çok vahim bir durum. 

 

Amerika’da, Avrupa’da otokrat liderler arasında sayılıyor Cumhurbaşkanı, saydığınız sebeplerle. Bunun geri dönüşü mümkün mü? Aynı zamanda Kürt sorunu konusu da yeniden gündeme gelebilir demiştiniz. Bu konularda öngörünüz nedir? 

 

Bu bir süreçtir. Liderlere bağlı değildir. Vatandaşın talep ve desteği sonucu da oluyor bu, durup dururken olmuyor, seçimle oluyor bunlar. Ama bunun uzun süre devam etmesi beklenemez bana göre. Bence bu bir dönemdir, bu geçer. Geçtikten sonra Türkiye’de parlamenter sisteme geçişin ben çok uzak olmadığını düşünüyorum. 

 

Tayyip Bey’in şahsında müthiş bir enerji, kabiliyet, karizma var. Hataları bir kenara bırakıyorum. Ama şimdi Tayyip Bey’in uhdesindeki bu kadar sınırsız yetkileri onun gibi kullanabilecek ben ikinci bir adam görmüyorum. Bu kabiliyetleri daha düşük olan gelecek liderlerin bu işi götüremeyeceklerinden hareketle, muhalefette de bu çok seslendiriliyor. Başkanlık sisteminin bizde iyi sonuçlar vermediği kabul ediliyor, ben de katılıyorum.

 

AKP’nin yönetici kadrosuyla hâlâ yakın ilişkileriniz varsa bu kaygılarınızı paylaşıyor musunuz? Oğlunuz da milletvekili. Size bu konuda bir görev verilse yeniden rol almak ister misiniz? 

 

Ben basit tedbirlerle yola devam edilemeyeceğini düşünüyorum. Çok ciddi radikal kararlar alınması gerekiyor ve bu zordur. Uzun zamandır bu şekilde yönetimi tercih etmiş, kadroları buna göre yönlendirmiş bir iradenin kısa bir zamanda bütün bu kararlarını geri çekmesi kolay değil. 

 

Şimdiye kadar mahkemelere, ekonomiye, medyaya müdahale etmişizdir. Bir gün sabah kalkıp “Medya, siz istediğiniz gibi yazın”, ondan sonra hakimlere “Kaçmıyorsa tutuklamayın kardeşim zaten cezaevlerinde yer yok” diyemiyorsunuz. 

 

Bu bakımdan çok zor görüyorum. 

 

Burada soru şu: Acaba gerçekten yapılanların yanlış olduğu ve ciddi adımların atılması gerektiğine fikren kabul edilip inanılıyor mu ve düzgün şeyler yapmak gereğine inanılıyor mu? Yoksa dışarıdan gelen şikâyetler karşısında “Tamam anladık, durduracağız bu yanlışları” mı deniyor? Ben tam bilmiyorum. Siyasi kulislerden uzağım açıkçası. Zaten 2011’den sonra siyaseten kendimi emekliye ayırdığımı söyleyebilirim. Siyaseti Mücahit yapıyor. Ben bazı tespit ve tavsiyelerin iletilmesinde yarar görebilseydim aktarırdım. Biraz aramıza mesafe girdi doğrusu. Artık bir insan her şeyin doğrusunu ben biliyorum dediğinde, çevresindekilerin ona bir şey söyleme, bir tavsiyede bulunma şansı kalmıyor. 

 

Başlangıçta bu tür bir diyaloğumuz vardı. Ben 2007’de bir gün röportajımda Abdullah Öcalan’ı yok sayamayız demiştim. Tayyip Bey’le görüştüğümüzde bana hiç kızmadı ama “Bizim görüşmediğimizi nereden biliyorsun?” dedi. Haklıydı. Benim istihbari bilgim yoktu. Onunki doğruydu, benimki yanlıştı. 

 

Böyle bir iki olay olunca o zaman diyorsunuz ki Müslümanlıksa senin kadar Müslüman, güç desen her türlü güç var, akıllıysa senden akıllı. O zaman “Allah selamet versin” deyip vazgeçiyorsun. 

 

O bakımdan şu an diyaloğumuz zayıf.

 

Tüm bu konuştuklarımız ışığında Berat Albayrak'ın istifasına nasıl bakıyorsunuz? 

 

İslam tarihinde meşhur dört halifemiz var. İslam’ın en güzel uygulandığı dönem olarak bakıyor Ehli Sünnet. Ve Hazreti Osman halife olarak Hazreti Muhammed’in kızını da almış, böyle bir boyutu da var. Buna rağmen onun akrabalarını idareye almasını eleştiririz. 

 

1500 yıl üzerinden geçtiği halde akrabalarına iktidarda görevler vermesini, ehliyet ve liyakat yerine akrabalık bağını öne çıkarmasını eleştiririz biz. Dolayısıyla ben bugün de yarın da iktidara gelen liderlerin aile bireylerini iktidara ortak etmelerini doğru bulmuyorum. 

 

Bu yanlış adımın sonucudur bugün gelinen nokta. Keşke bu görev verilmeseydi. 

 

Halkımızın, ülkemizin kaderiyle onun kaderi özdeşleşti. Onun başarıları hepimizi etkiliyor, doğru kararlardan hepimiz nimetleniyoruz, yanlış kararlardan da hepimiz zarar görüyoruz. 


17 Kasım 2020 

 

https://www.bbc.com/turkce/54969559

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com