Sayfalar

ATATÜRK

Atatürk’ün Anlatımıyla Hayatı 

  

(Mustafa Kemal Paşa, 10 Ocak 1922’de Vakit Gazetesi’nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin’e (Yalman) verdiği mülakatında kendi hayatını anlatmıştır). 

  

– Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilahilerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okuluna devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı. 

Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım. 

Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okuluna yazıldım. 

Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum. 

Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selanik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selanik’te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı. 

Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı. 

Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum. 

O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu. 

Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldubitti olmuş oldu. 

Ortaokul’da en çok matematiğe ilgi duydum.
Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu. 

Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun! 

O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize: 

“Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım.” dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak; 

“Ben bundan iyi yaparım” dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi. 

Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızcada geri idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulunun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim. 

O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı. 

“Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende kalıcı oldu. 

Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okuluna geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım. 

İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk. 

Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Bey’in kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu. Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu. 

Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık. 

Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk. 

Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulunda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum. 

O zaman Okullar Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun Müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış; “Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor.” denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş. 

Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa’ya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu. Çıkarken: 

“Yalnız izinsizlikle yetinebilir.” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi. 

Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu. 

Bu sırada Fethi Bey adına eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik. 

İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saraya mensup bir de yaver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşa’nın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saraya götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilat kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar. 

Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selanik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kura çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kuraya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilatlar bulunduğuna delil diye telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzilerle bazı meseleler vardı. Dürziler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım. 

“Hürriyet Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı. 

Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilat daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim. 

Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi” şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı. 

Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selanik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşa’nın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selanik’e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından Meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selanik’e girdim. Bir gece, Şükrü Paşa'yı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selanik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyetinin bir şubesini kurdum. 

Selanik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum. 

Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım. 

Selanik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakki ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selanik’e gelmiş. “Terakki ve İttihat Derneğinin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder.” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilan edildi. 

Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsi gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim. 

Bu kötülükleri bir yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı. Mesele şundan ibaretti: 

İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysaki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi. 

Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri” denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçeye çevirisini düşünerek “Hareket Ordusu” deyimini kullandım.

31 Mart meselesi çözümlenince yeniden Selanik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım. 

Meşrutiyet’in ilanından sonra teşkilat kurmak için Trablusgarp’a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakki Kongresine delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat ve Terakkinin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü. 

Bundan sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selanik Kolordusu Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni 38’inci Piyade Alayına komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada Selanik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı görüldü. O zaman Selanik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmayda bir göreve atadılar. 

Selanik’te bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü. 

İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi Kuvvetleri Komutanlığında bulundum. 

Asıl memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm. 

Bu yılın sonunda Genel Savaş ilan olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda kurulan 19'uncu Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16’ncı Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslardan geri alınmasıdır. 

Savaşın son aşamasında bazı düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm. 

O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman Genel Karargâhına gittik ve Alman Batı Cephesi’nin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok inandım. 

O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi. 

Bu geziden hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’ta kaldım. 

Diğer yandan Sina Cephesi’nde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki oldu! 

Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Orduya komutan atandığımdan söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığına yeniden başlamak üzere Nablus’a gittim. 

Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken hemen kabineyi (Hükûmet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi kabine kuruldu; ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim. 

İstanbul’a ulaştığımda benim gözümde durum şu idi: Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi. 

Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclisin dağıtılmasına şahit olduk. 

İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle iş birliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü.

İstanbul’da oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim ve tam Yunanların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım. 

Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu. 

İzlediğim çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim. 

Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık. 

Milletvekillerinin yeniden seçilmesi, Meclisin İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclisin işgale uğraması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisini oluşturmaya girişilmiş ve böylece 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu’nda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: Millî egemenliğin tümüyle ortaya çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî hakimiyetimizin bir kişi ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir. 

Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı. 

Halkçılık teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş hâlini de düşünürsek Meclisin çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını takdir etmemek imkânsızdır. 

Misakımillî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır. 

Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misakımillî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır. 

Bu gerçeklikleri millî iman tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir. 

Küçük bir program kadrosu söylemek gerekirse teşkilat baştan sona kadar halk teşkilatı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır. 

Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hâle getirilecek, millet refah sahibi olacaktır. 

Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir. 

Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabii. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisinin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği yüksektir. 

Buna karşılık bazı özel inanışların varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve şahsi programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi kabul edileceğini sanmıyorum. 

Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı herhangi bir program filanın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın olabilir. 

Misakımillî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur. 

Kaynak: ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 2006. Vakit: 10.01.1922. 

http://ankaenstitusu.com/wp-content/uploads/2016/06/ATATÜRKün-Anlatımıyla-Hayatı.pdf

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

Yargıtay’ın AYM açıklamasına hukukçular ne diyor?

Yargıtay, Can Atalay hakkında AYM’nin verdiği hak ihlali kararına uyulmamasının ardından başlayan yargı tartışmalarına ilişkin yeni bir açıklama yayımladı. Yargıtay, “Temel hak ve özgürlüklerin korunması, yalnızca AYM’nin değil, tüm yargı organlarının görevidir” dedi. BBC Türkçe’ye konuşan hukukçular, Yargıtay’ın açıklamasıyla AYM’nin  yetkilerini tartışmaya açtığı görüşünde.

 

Yargıtay Başkanlığı, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği “hak ihlali” kararına uyulmamasının ardından başlayan yargı tartışmalarına ilişkin yeni bir açıklama yayımladı. Yargıtay, “Temel hak ve özgürlüklerin korunması, yalnızca AYM’nin değil, tüm yargı organlarının görevidir” dedi. BBC Türkçe’ye konuşan hukukçular, Yargıtay’ın açıklamasıyla AYM’nin yetkilerini tartışmaya açtığı görüşünde.

Cuma akşamı yapılan yazılı açıklamada Yargıtay, “mecrasından çıktığını” savunduğu bireysel başvurunun, “yargı sistemini zayıflatan sistemsel bir sorun haline geldiğini” vurguladı.

Yargıtay, “mevcut uygulamasıyla bireysel başvurunun doğurduğu sorunların giderilmesi ve geliştirilmesi” için yapılacak anayasal çalışmalara destek vereceğini de ilan etti.

Bireysel başvuruların temel hak ve özgürlüklere yönelik hukuka aykırı müdahalelerin kanun yollarında giderilememesi halinde başvurulabilecek ikincil bir hak arama yolu olduğunu belirten Yargıtay açıklamasında şu ifadelere yer verdi:

“Anayasa Mahkemesi adli ve idari mahkemelerce verilen kararları bozan bir mahkeme olmadığı gibi istinaf ve temyiz mercii olarak davaları yeniden incelemeye yetkili bir makam da değildir.”

Yargıtay, AYM'nin bireysel başvuru incelemelerinde “zaman zaman anayasal ve yasal sınırları aşarak Yargıtay ve Danıştay uzman dairelerince geliştirilen yerleşik içtihatları ters yüz edecek, hukuk sistemini kaosa sürükleyecek şekilde” kararlar aldığını savundu ve bunun “kesin hüküm etkisini tamamen devre dışı bırakılmasına” neden olduğunu kaydetti.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel Yargıtay’ın açıklamasını “hadsizlik” olarak değerlendirdi.

Özel, “AYM’yi yok sayarsanız kendi varlığınızı inkâr edersiniz” dedi. 

‘Yargıtay, AYM’nin yetkilerinin daraltılmasını talep eder görünüyor’

BBC Türkçe ’ye değerlendirmelerde bulunan Marmara Üniversitesi’nden anayasa hukukçusu Prof. Dr. Sibel İnceoğlu, “Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerinin daraltılmasını talep eder görünüyor” dedi.

Söz konusu kısıtlamanın gerçekleşmesi halinde, insanların Anayasadaki temel hak ve özgürlükleri ihlal eden bir yargısal uygulama karşısında AYM’den sonuç alamayacağını ifade eden İnceoğlu, “Böyle bir Anayasa değişikliğini toplumun kabul edeceği kanaatinde değilim” diye konuştu.

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz da Yargıtay’ın açıklamasıyla gelinen noktanın oldukça tehlikeli olduğunu savundu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Yargıtay’ın AYM’nin Can Atalay ile ilgili verdiği “hak ihlali” kararına uymamasına itiraz etmediğini hatırlatan Prof. Dr. Özsoy Boyunsuz şöyle devam etti:

“Yargıtay’ın el yükselterek bir kere daha kendi kararının geçerliliğini savunduğunu; bununla da kalmayıp Anayasa’da düzenlenmiş bireysel başvuru yolunun ve AYM’nin temel hak ve özgürlükleri koruma görevinin ortadan kaldırılması gerektiğine de karar verdiğini görüyoruz.”

‘Modern anayasacılıkta bireysel başvuru oldukça aktif olarak kullanılır’

Prof. Dr. İnceoğlu, Yargıtay’ın son açıklamasının, modern Anayasa hukuku birikiminden son derece uzak olduğu görüşünde.

Yargıtay’ın AYM’ye bireysel başvuru yolunun kullanılmasından rahatsız olduğunu düşünen İnceoğlu, “Bu rahatsızlığın ifadesini Yargıtay 3. Dairesi kararında da görmüştük. 3. Daire kararında, Anayasa Mahkemesi'nin asli işinin kanunların Anayasa’ya uygunluğu denetimini yapmak olduğunu, bireysel başvurunun ise Anayasa Mahkemesi’nin tali bir işlevi olduğu iddiasında bulunmuştu” dedi.

Buna karşılık böyle bir ayrımın söz konusu olamayacağını ifade eden İnceoğlu, “Modern anayasacılıkta bireysel başvuru oldukça aktif kullanılmakta. Bu, insan haklarının gelişmesi ve yayılmacılığının bir ürünü” diye konuştu.

'Ne zamandan beri anayasaları Yargıtay Ceza Daireleri yazıyor?'

Prof. Dr. Özsoy Boyunsuz, Yargıtay’ın bir yetki gaspı içerisinde olduğunu savunduğu değerlendirmesinde şunları söyledi:

“Yargıtay, AYM’nin hak ihlali ile ilgili verdiği kararı tanımayarak, AYM’ye ait olan Anayasa’yı son noktada yorumlama yetkisini de mahkemenin elinden gasp ediyordu. Bu yazdıklarıyla asli kurucu iktidar, tali kurucu iktidar rolüne soyunmuş. Anayasa’da neyin gerekli neyin gerekli olmadığına da karar vermiş gibi görünüyor.”

Yargıtay’ın bireysel başvuru ile alakalı AYM’nin rolünü tartışmaya açtığını belirten Prof. Dr. Özsoy Boyunsuz, “Yargıtay, ‘Bunu [bireysel başvuru] Anayasa’dan çıkarmak lazım, Anayasa’yı da değiştirelim, bunun için de göreve hazırız’ diyor” ifadelerini kullandı ve şöyle devam etti:

“Ne zamandan beri anayasaları Yargıtay Ceza Daireleri yazıyor? Egemenlik Türk milletine ait olan bir şeydir. Anayasa yapılacak ya da değiştirilecekse yetki de Türk milletine ait olan bir şeydir. AK Parti’nin muhalefette olduğu dönemde bunu birileri söyleseydi ‘yargıçlar devleti’ diye ortalığı yıkarlardı. Çok enteresan.”

‘Nasıl ki TBMM ‘bu iptali tanımam’ diyemezse yargı da diyemez’

BBC Türkçe’nin konuştuğu iki hukukçu da AYM’nin görev ve yetkilerinin, Anayasa normlarının uygulanmasını sağlamak olduğunun altını çizdi.

Anayasa’ya aykırılığın yasama organından da, idareden de, yargı organından da kaynaklanabileceğini belirten Prof. Dr. İnceoğlu şunları söyledi:

“Nasıl ki yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiğinde, TBMM ‘ben bu iptali tanımam’ diyemezse, yargı kararından kaynaklanan bir Anayasa ihlali varsa, yargı organı Anayasa Mahkemesinin ihlal kararına uymayacağını söyleyemez; böyle bir yargısal davranış hiçbir anayasal devlette, hiçbir hukuk devletinde kabul edilemez.”

Süper temyiz tartışması

Yargıtay, yaptığı son açıklamada “kamuoyunun gündemini meşgul eden davalar üzerinden uygulanan iletişim stratejisi ile” AYM’nin “süper temyiz mahkemesi” olduğu şeklinde toplumsal bir algı oluşturulduğunu savundu.

Prof. Dr. Özsoy Boyunsuz, bireysel başvurunun ilk gündeme geldiği günlerde de Yargıtay ve Danıştay tarafından tartışıldığını ifade etti.

İki yüksek mahkemenin de “AYM, bizden çıkan bir karar hakkında, ‘Bunda hak ihlali var’ diyecek. Bunu da derece mahkemesine götürecek ve ‘yeniden yargıla’ diyecek. Bunu kabul edemeyiz, son sözü biz söyleriz” demek istediğini belirten Prof. Dr. Özsoy Boyunsuz, şöyle devam etti:

“Halbuki buradaki [Can Atalay kararı] mesele o değil. Bir dosyanın esasına ilişkin bir uyuşmazlık var. Can Atalay bu suçu işledi mi, işlemedi mi? AYM buna bakmıyor. Can Atalay’ın bu suçu işleyip işlemediğine 13. Ağır Ceza Mahkemesi bakıyor. Bunu doğru yapıp yapmadığına da Yargıtay bakıyor.

“13. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay’a direnebilir. Ama AYM’ye direnemez. Kanunlara göre. Burada Yargıtay’ın görevi, 13. Ağır Ceza’nın kanunları doğru uygulayıp uygulamadığına bakmak. Belli hususlarda temyiz incelemesi yapmak.

“AYM’nin görevi de bütün bu aşamalarda anayasal hak ihlali var mıdır yok mudur onu tespit etmek. Tespit ederse de kanuna göre, ‘İhlalden önceki hale getirin bu dosyayı’ diyor. Bunun için de yargılamanın yenilenmesine karar veriyor ve ‘Can Atalay’ı da serbest bırakın’ diyor, dosyayı da 13. Ağır Ceza’ya gönderiyor. Yaptığı şey bu.

“Burada bir defa Yargıtay olayın muhatabı değil. Davaya bakan asıl yargılamanın gerçekleştiği mahkeme 13. Ağır Ceza. Yargıtay temyiz mahkemesi.”

Yargıtay’ın açıklamasında ifade ettiği “süper temyiz mahkemesi gibi davranmanın bir itham olduğunu" söyleyen Prof. Dr. Özsoy Boyunsuz, AYM’nin kendisine verilen hak ve özgürlükleri koruma görevini davada yerine getirmeye çalıştığı görüşünde.

Erdoğan ne dedi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cuma günü Ankara’da yaptığı konuşmada “Biz tartışmada taraf değil hakem konumundayız” dedi.

Erdoğan, Türkiye'de yargı kurumlarının kararlarının da tartışılabileceğini, yüksek mahkemeler dahil hiçbir organ ve kurumun eleştirilemez olmadığını söyledi.

“Gerekirse anayasa ve yasa değişiklikleri dahil tüm yöntemleri kullanarak, tekrar böyle bir tartışmanın ortaya çıkmaması için gerekenleri yapacağız” diyen Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Yargının iki kurumu arasındaki yetki tartışmasının çözüm yeri anayasadır, yasalardır. Ancak mevcut anayasamız ve yasalarımız, bu konuda yetersiz kalmaktadır.”

https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/yargitayin-aym-aciklamasina-hukukcular-ne-diyor-2139843

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

ABD, Gazze savaşının neresinde?..

Amerikan yönetiminin Hamas ve Hizbullah’a gönderdiği tekliflerin içeriğinde ne var?


Faik Bulut  Araştırmacı gazeteci, yazar

Cumartesi 14 Ekim 2023 12:03

İsrail askerleri Gazze'yi bombalıyor / Fotoğraf: Jack Guez-AFP

Hamas militanları 60 yıllık Filistin direniş tarihinde ilk kez İsrail denetimindeki bölgeleri ele geçirip İsrail asker ve polisiyle vuruştu.

7 Ekim 2023 tarihinden bu yana çatışmalar aralıksız devam ediyor.

Misilleme olarak Gazze ’yi karadan ve havadan bombalayan İsrail, Lübnan topraklarındaki Hizbullah mevzilerine de füze ve roket fırlatıyor. 

İsrail-Lübnan sınır bölgesinde karşılıklı roket ve top saldırıları

Görüldüğü kadarıyla İsrail; Halep ve Şam Havaalanlarını vurarak bölgesel çapta (İran ve Suriye ’ye karşı) kapsamlı bir savaşın zeminini hazırlıyor.

Aynı süreçte düşman taraflarla el altından görüşme ve pazarlıklar da yapılıyor.

Gelişmeleri birlikte izleyelim: 

Mısır'ın başkenti Kahire'de Filistin ve İsrail ile ilgili son olayları görüşüp tartışmak üzere bir araya gelen Arap Dışişleri Bakanları toplantısında Filistin delegesi, “En büyük vurucu güç olması hasebiyle Batı Şeria ve Gazze'de yaşanan facianın biricik müsebbibi İsrail'dir” tespitini yapan bir önerge sundu.

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Fas, Bahreyn, Mısır ve Ürdün buna karşı çıktı.

Üstelik BAE ile Fas“Asıl sorumlu Hamas'tır ve yaptığı baskın kınanmalıdır!” önerisini sundu.

İkinci önergeyi benimsemeyen Irak, Suriye, Libya ve Cezayir; “İsrail, 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmeli ve yerine bağımsız bir Filistin devleti kurulmalıdır. Her zaman saldırıya maruz kalan Filistin halkının, Siyonist mezalimine karşı kendini koruma hakkı da ayrıca kayda geçilmelidir!” şeklinde üçüncü bir önerge sundu.

Lübnan basınına göre, Hamas’ı kınama formülünün arkasındaki güç ABD idi.

Peki, ABD niçin sürece dâhil oldu?

ABD, son olayların ardından Başbakan Binyamin Netanyahu'nun kabinesinde değişiklik yapmasını ve muhalif kesimden yetenekli olanların hükümete alınmasını istedi.

Bunu kabullenen Netanyahu ve ortakları, öncelikle eski Savunma Bakanı Benny Gantz’a kabinede yer verdi. 

Böylece ABD, dolaylı yoldan Hamas-İsrail çatışmasında ikincisinin fiili ortağı haline geliverdi.

Çünkü Amerikan yönetiminin İsrail’deki en yakın adamı ‘Gantz’dan başkası değildir. 

Zaten bazı Amerikan muvazzaf subayları Gazze’yi bombalamakta olan İsrailli meslektaşlarıyla birlikte, halen savaş planlarının hazırlanmasına ve denetimine yardımcı oluyorlar. 

Batılı bir ülkenin başkentinden sızan kulis bilgilerine bakılırsa; ABD'nin bugüne dek görülmemiş çapta askeri ve siyasi destek verdiği İsrail, pratikte karşılaştığı bu büyük tehdidi göğüslemek konusunda yeterince hazırlıklı değilmiş.  

Bu değerlendirmeyi yapanlar arasında İsrail ile ortak askeri tatbikatlar düzenleyen devletlerin görevli uzmanları ve subayları da varmış.

Dolayısıyla ABD, İsrail adına iki önemli noktada ciddi kaygı taşıyormuş:

Birinci nokta, İsrail ordusunun sivilleri hedef alan saldırının olumsuz neticelerinin sorumluluğunu üstlenmeyi istememesi;  

İkincisi ise, Filistin ve Lübnan’daki direniş hareketi ile İran’a yönelik tek taraflı başlatacağı kapsamlı bir askeri hamlenin hem Amerikan yönetiminin hem de NATO’nun başını belaya sokacağından çekinen İsrail’in, işi Mossad’a ve batılı istihbarat örgütlerine havale etmesidir.

Onlarsa “Aksa Tufanı” harekâtının tüm mesuliyetini İran-Hizbullah ikilisine yüklemeyi tercih ediyorlar.

İlaveten Gazze’den fırlatılan roket ve füzeleri önleyemeyen İsrail savunması, cephede beklenen başarıyı da gösteremedi.

Baskından birkaç saat sonra bile Hamas ve İslami Cihat direnişçileri Gazze ile sınırdaş İsrail topraklarında birden fazla çatışma noktasında bile eylemlerini sürdürüyorlardı.

Bu da sınır boylarında ve iç cephede büyük karmaşaya yol açtı.

Sirenlerin yerli yersiz çalması da Yahudi yerleşim birimlerinde halkı paniğe sevk etti. 

ABD'nin gözetiminde hazırlanan yeni planda şunlar hedefleniyor:

- Filistin direniş noktalarından bağımsız olarak öncelikle Gazze'ye yoğunlaşıp direnişi tümüyle kırmak ve oradaki Filistin ahalisini direnişçilere karşı kışkırtmak.

 - Mümkün olduğunca kısa ve uzun menzilli roketlerle mevzileri ve cephanelikleri imha etmek. 

- Hamas ile diğer savaşçıların yeniden sınır boylarına ve ötesindeki yerleşim birimlerine sevk edilmesinin önüne geçmek.

- İsrail'in Gazze’de işlemekte olduğu savaş suçlarının sorumluluğunu Filistinli direnişçilere yüklemek ve bombalara maruz kalan ailelerin mağduriyetine ilişkin dosyayı gündeme getirmek. 

ABD yetkilileri bu hususta Mısır ve Katar sorumlularıyla temas kurup fikir alışverişinde bulundular. Şöyle ki:

Mısır ile sınırdaş olan  Refah Gümrük Kapısı ’nın açılarak yaklaşık 250 bin Gazzelinin geçişinin sağlanmasını istemişler.

Nitekim Mısır kapıyı açtı ama sadece insani yardım yapmakla yetindi.

Mısır resmi kaynaklarına dayanan haberlere göre:

Gazze’den göçenlerin Mısır egemenliğindeki Sina bölgesine sürekli yerleşmesi teklifi; Filistinlilerin yeniden Mısır’ın himayesine girmesi sonucunda oluşabilecek siyasi ve sosyal sorunlarla baş edemeyeceğini ön gören Kahire yönetimince reddedildi. 

ABD bir yandan da Hamas baskını sırasında kendi vatandaşlarının da tutsak edilerek götürülmesinden hareketle, İsrailli veya yabancı esirler meselesinin acilen çözülmesi için onların durumu hakkında bilgi alma yönünde girişimlerde bulundu.

Mısır aracılığıyla Hamas ve diğer Filistin direniş örgütleriyle dolaylı irtibata geçti.

Nitekim Hamas, rehin alınan bir anne ile bebeğini serbest bıraktı. 

Ayrıca örgüt, ABD-İsrail tarafına şu mesajı iletti:

“Düşmanın (İsrail) yaptığı gibi sivil tutsakları özgürlükten mahrum etmek için değil, İsrail cezaevlerinde tutsak bulunan 8 bin kadar Filistinlinin salıverilmesi (yani esir takası) maksadıyla şimdilik elimizde tutmaktayız.

Dolayısıyla sadece iyi niyet belirtisi olarak bunları boşuna bıraktığında elbette karşılığında vatandaşlarını geri alacaktır!

Bağlı olarak yine aynı arabulucular, Hamas'ın esir değişimi hususunda çıtasının ne olduğuna dair nabız yokladılar. 

Lübnan merkezli El Ahbar gazetesinin Filistin’deki yerel kaynaklardan edindiği bilgiye bakılırsa esir takası için minimum şart şu:

“İsrail, Gazze ve Batı Şeria'ya yönelik saldırılardan vazgeçmeli.

Bunun için de ABD yönetimi pratikte ve kamuoyu önünde kefil olduğunu açıklamalı.

Çatışmasızlık konusunda mutabakat sağlandığı takdirde İsrail sivil Filistinlilere karşı saldırı ve şiddet yoluna başvurmamalı.

Buna mukabil direnişçiler de İsrail yerleşim yerlerini hedef almayacaklar.

Bu arada kapsamlı bir anlaşma gerçekleşmediği müddetçe, iki tarafın askeri birimleri arasında çatışma devam edebilir. 

Lübnan sınırındaki Kiryat Simona kentinde hazır bekletilen İsrail top mermileri, 1 Eylül 2019 / 
Fotoğraf: AFP

Aynı gazete, Lübnan (muhtemelen Hizbullah) kaynaklarına dayanarak İsrail-Lübnan cephesi hakkında gizli diplomatik ilişkilerin perde arkasına ışık tutan bilgiler de veriyor.

Buna göre: Amerikan Yönetimi, Avrupa'daki siyasi-diplomatik kanallarını devreye sokmak suretiyle Lübnan Hizbullah örgütünün İsrail'in kuzey bölgesine karşı herhangi bir askeri harekâtta bulunmamasını istemiş. ABD savaş (uçak) gemisinin İsrail karasularında bulunmasının nedeni de budur. 

Hizbullah, kendini Filistin'i kurtarmakla yükümlü görüyor

Bir Amerikalı yetkili, “Hizbullah’ı uyarıyoruz. Sakın İsrail’e füze-roket atıp militanları sınırı ihlal etmeye kalkmasın!” dedi ve arkasından ilk ihlal ve girişim yaşandı:

Hizbullah’ın desteğiyle sınırı geçip eylem yapmaya çalışan Lübnan’daki İslami Cihat örgütü militanlarından üçü, İsrail sınır muhafızları tarafından öldürüldü.

Misilleme olarak Hizbullah yardımıyla atılan roketler sonucunda ise İsrail’in kuzeydeki bir askeri biriminin komutan yardımcısı öldü.

Bunun üzerine ABD, Lübnan hükümeti ile ordusu aracılığıyla açık bir mesaj iletti:

Biz, İsrail'in tarafında olacağız. Ancak savaşa/çatışmalara fiilen katılmayacağız. Hizbullah, kuzeydeki sınır boylarında bulunan Yahudi yerleşim yerlerini fiili olarak ele geçirmeye kalkarsa, İsrail de kendisine yönelen herhangi bir saldırıya misilleme olarak Lübnan'da hatta başkent Beyrut'ta son derece kapsamlı ve şiddetli operasyonlar yaptığında onu engellemeyeceğiz. Dolayısıyla Lübnan hükümeti, hem Hizbullah'ı uyarıp engellemeli hem de İsrail sınırına yönelecek olan Filistinli militanları bölgeden uzaklaştırmalıdır. 

Hizbullah, Amerikan mesajını resmen almadı ama aracılar vasıtasıyla muhtevasını öğrenmiş oldu.

İsrail’in saldırılarına ve tacizlerine son vermesi halinde çatışmalara katılmayacağını söyledi.

Bu arada, İsrail ile husumetinde çatışma kurallarının değişmediğini de vurguladı.

Beyrut ve Güney Lübnan mıntıkalarında teyakkuz halinde bekleyen Hizbullah, Gazze olayının ardından durum değerlendirmesi yapmak için bölgedeki İran Devrim Muhafızları, Hamas, İslami Cihat üçlüsüyle görüş alışverişinde bulundu.

Son gelişmelerden çıkarılan dersler eşliğinde ihtimal hesapları yaptı.

Filistin direnişine yardım ve İsrail planını başarısız kılma konusundaki seçenekleri masaya yatırdı. 

Bu gelişmeler, çatışma ve savaşın yayılıp yayılmayacağı hakkında bize fikir verebiliyor. 

Kuşkusuz savaşın bir yanı da psikolojik. Bunu son baskın olayında da görüp okuduk.

Birkaç örnek vermek gerekirse şuradan başlayabiliriz:

- Gazze'den yapılan baskın nedeniyle İsrail halkının devletine, dünyaca ünlü ordusu ile istihbaratına güveni sarsıldı. Büyük bir sürprizle karşılaşan İsrail istihbarat aygıtı panik halinde hatalar yapmaya başladı.  

- Hizbullah'ın kuzeyden saldıracağı propagandası, her kesimi üst düzeyde teyakkuza geçirdi. Yanlış sirenler devreye girdi.  

- Bunun üzerine Lübnan'dan sızan silahlı gruplarla İsrail ordusu arasında çatışmaların yaşandığı yolunda haber ve söylentiler yayıldı. Kimisine göre onlarca motorlu paraşüt ve planörle havadan indirme yapan terörist komandolar ortalığı kan gölüne çevirmişti.

- Ayrıca SİHA aracılığıyla sivil ve askeri mekânlar bombalanacaktı. İsrail medyası bu tür spekülasyonları duyan kuzeydeki 1 milyon İsraillinin sığınaklara koştuğunu yazdı. 

- Ardından İsrail askeri birimleri, aydınlatma fişeklerini Lübnan sınırına fırlattılar.      

- İsrail merkezli Kanal 12, yaklaşık 15 militanın motorlu paraşütlerle Avivim mıntıkasına indiğini haber verirken, diğer medya organları Damon'daki asayiş olaylarından bahsetti.

İki saat sonra da bu haberlerin aslının olmadığı resmen açıklandı.

Keza Hamas baskını sırasında, “militanların esir aldığı İsrailli kadın askerin yarı çıplak fotoğrafının çekildiğine ve şenlikler sırasında tutsak edilen Alman vatandaşı bir kızın da aynı şekilde soyulduğuna” dair İsrail merkezli haberler sosyal medyada verildi.

O kadar ki “kadın, kız, çocuk demeden hepsinin çıplak bırakılarak aşağılandıkları ve kafalarına kurşun sıkıldığı” iddia edildi.

Oysa benim izlediğim alternatif medya organları, İsrailli asker kadının yarı çıplak resimlerinin olay sırasında değil, askerlik yaptığı birimin yatakhanesinde daha önce çekildiğini iki fotoğrafı karşılaştırarak verdiler.

Keza “olay yerinde çıplak bırakıldı” denilen Alman kadının ise hastanede olduğu ortaya çıktı. 

Sosyal medya üzerinden yoğun psikolojik savaş sürüyor / Görsel: AFP

Bu türden psikolojik savaş taktiklerinde ilgili İsrail aygıtlarının son derece becerikli olduğu söylenebilir.

Maksat karşı tarafı kötü göstermek ve İsrail’in teröristler tarafından sürekli mağdur edildiği konusunda dünya kamuoyunu kandırmaktır.

Filistinliler de onlardan aşağı kalmadılar. Sosyal medyada, bilhassa TikTok, Instagram ve Facebook ile videolar yoluyla olmamışı olmuş gösterip İsraillilerin moralini bozma konusunda kimi zaman gerçek dışı, bir kısmı da doğru görüntüler yayımlıyorlar. 

Filistinlilerin sosyal medya üzerinden başarılarından söz ediliyor 

Sözgelimi, son baskın olayını gereğinden fazla büyüterek izleyicide “tam bir zafer kazanılmış” izlenimi bırakmaya çalışıyorlar. Şöyle ki:

- Son çatışma sürecinde Filistin direnişçilerinin iki İsrail helikopterini Gazze hava sahasında düşürdüğüne ilişkin bir görüntü yayımlandı. Lakin bunun bir savaş oyunu sitesinden alındığı ortaya çıktı.

- Keza bir Filistinli, Hamas militanlarınca esir alınmış bir İsrailli kadını gülerek selfi çekmiş gibi gösterdi. Sonradan bu görüntünün İsrailliye değil, aslında Gazzeli bir kıza ait olduğu anlaşıldı.

- Gazze'nin bombalanmasına ilişkin verilen görüntülerin de 2012 yılından kalma oldukları fark edildi.

Bu tür spekülasyonlar ve yanıltmaların doğru olup olmadığını anlayabilmek için birkaç site adı vereyim: Logically, NewsGuard, Snopes, Factcheck.org, Politifact, URLVoid, VirusTotal, Media Bias/fact check, InVid, Fotoforensics.

Süreci izleyen İsrailli uzmanlara göre; gayet kültürlü ve çok dil bilen yeni Filistin kuşağı, sosyal medya üzerindeki çabalarının sonucunda gelecekte Filistin toplumu ve davasının gerçek savunucuları haline gelebilirler. 

Farklı bir şey daha: Bombardıman altındaki Gazzeli edebiyatçı ve sanatçılar, kızıl kıyamet içinde günlük tutup şiirsel bir yaratıcılıkla büyük facia ortasında hayallerini, umutsuzluklarını ve dirençlerini dile getiriyorlar.

Bir örnek verelim:

Kışla hayatımın yüksek çitine yaslanmış vaziyette. Gıyabi roketler tarafından dört bir yana dağıtılmadan önceki kadim komşularımın sohbetleri nerede?!. Yaşlı düşlerim, delikanlı koltuk değneklerime dayanarak kendilerini önemsemeyen denize doğru yürümekteler. Umut deposundaki son derman hapı yerinde, tespihimin taneleri bir türlü bitmiyor. Ve ben ‘Gazze, Gazze, Gazze!’ diye sayıklamaktayım.

Bir başkası ise “Savaşın doğum yıldönümünde sana armağan gönderemedim. Kitabı kapatırken ağzımla sözüm arasındaki köprüler de kapalıydı…” ibaresini yazmış.

Kadın şair Revan Hüseyin de “Zamanı örüp giyiyoruz / Küçüklerimizin ağzından sel olup akan korkuyu bizler yutuyoruz / Peki, bizim pas tutmuş ağzımızdan çıkan korku dolu çığlıkları kimler yutuyor?” mısralarıyla melankolik/karamsar tasvirini tamamlamış. 

Filistinli Şair Revan Hüseyin, bombardıman altında duygularını dile getirmiş / Fotoğraf: El Mecelle

Şair Yahya Aşur, “Her dem füzeyle başlayan festival/şenlik…” diyerek kara mizaha ağırlık vermiş.  

Yahya Aşur, savaşı tiye alan alaycı yazılara imza atıyor / Fotoğraf: El Mecelle

Filistin-İsrail meselesiyle ilintili Türkiye’deki polemik, tartışma ve karalamalar da neredeyse sosyo-politik ve ideolojik bir sorun haline geldi. Değinmeden geçmek olmaz. 

İsrail, Batılı ülkeler ve Türkiye’deki İsrail sempatizanları -ki bu yelpaze kendini Atatürkçü diye tanımlayandan başlayıp Türkçü kesimleri de kapsıyor. Bazı Kürtler de Araplara nefretleri nedeniyle İsrail tarafını tutuyor.

Bu kesimdekiler sürekli şunu yapıyorlar:

Vahşi eylemleriyle (el Kaide, IŞİD, El Nusra Cephesi gibi) dünyada haklı bir öfke ve nefretin öznesi olan cihatçılar ile diğer politik İslamcıların varlığını öne sürerek Hamas’ın milliyetçi/politik İslamcı tavrına karşı İsrail’i haklı gösterme gayreti içinde bulunuyorlar.

Peki, İsrail yönetimi laik mi?

Tersine, gelmiş geçmiş en Siyonist, ırkçı ve şeriatçı hükümetten bahsediyoruz.

Evet, Hamas direnişin öncülüğünü ve omurgasını oluşturuyor. Ancak direniş cephesinde irili ufaklı 11 Filistin örgütü mevcut.

Mesela İran'a daha yakın duran İslami Cihat, ikincil konumda.

Marksist Halk Cephesi ile Demokratik Cephe de üçüncü ve dördüncü sıradalar. 

İsrail kaynaklı Arafat ve ailesini karalama haberi

İsrail tarafgirliğindeki gayretkeşlik, bahsedilen kesimleri o noktaya getirmiştir ki; Filistin'in tarihi lideri Yaser Arafat’ın kızının çaldığı paralarla (10 milyar kadar) Paris’te koskoca bir sokağın hepsini satın aldığından dem vuruyorlar. 

Hâlbuki kelin merhemi olsa başına sürermiş hesabı, Filistin örgütünün 10 milyar doları olsaydı önce kendine harcardı.

Paraya öylesine muhtaç olan Filistin örgütleri bazen Arap ülkelerinden belli miktarlarda para alıyorlar, ancak halk açlık ve sefalet içinde yaşıyor.

Filistinli yetkililer yolsuzluk yapmıyorlar mı?

Pekâlâ yapıyorlar.

Arafat’ın kızı veya eşi, belli oranda para yardımından yararlanmadılar mı?

Yararlandılar.

Paris’te lüks bir hayat yaşıyorlar mı?

Yaşıyorlar. Çünkü Arafat’ın kayınpederi Filistinli bir işadamı ve dünyanın tanınmış zenginlerindendir. 

Birkaç yıl önce kızın annesi olan Arafat’ın dul eşi Süha Hanım, kocasının zehirlenerek öldürülmesinin nedenlerine ve buna kimlerin alet olduğuna dair kuşkularını belirtince, olayda parmağı olduğu iddiasıyla eleştirilen Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Filistin Yardım Sandığı’ndan onlara verilen ödeneği (ayda 10 bin avro) kesti.

Süha Hanım yardım kesintisinin maddi durumunu sıkıntıya soktuğunu açıklamıştı.

Kürtlerin bir kesimi de devrik Irak Başkanı Saddam Hüseyin’in, Kerkük'ü Kürtlerle Türkmenlerden boşaltıp yerine Faslı, Sudanlıları ve ülkesindeki Filistinli mültecileri yerleştirmesini gerekçe göstererek Türkiyeli Kürtlerin Filistinlilere sahip çıkmalarını eleştirip sorguluyorlar. 

Evet, doğrudur: Irak'taki mülteci Filistinlilerin bir kısmı, boşaltılan Kerkük’teki Kürt ve Türkmen mülklerine yerleşmeyi kabul ettiler. Gönüllü veya gönülsüz, durum budur.

Bir de şunu düşünelim: Gerek Irak gerekse Türkiye’deki Kürt bölgelerinde boşaltılan köylere Kürt kökenli korucular yerleştirilmedi mi?

Veya onların bir kısmı, sırtlarını devlete dayayarak Kürt, Ezdî ve Süryani topraklarını gasp edip bazı zamanlarda mensuplarını kadın kız demeden kaçırıp ırzlarına geçmediler mi?

Evet, Saddam avucunun içine aldığı Filistin direniş örgütlerinden Cephet'ül Nidal (Irak Baas Partisi’nin bir kolu olan koyu Arap milliyetçisi Mücadele Cephesi) silahlı birimlerini 1980’lerde Irak Kürdistan bölgesinde yürütülen Enfal Operasyonlarına katmakla kalmadı.

Kiralık tetikçi Ebu Nidal isimli birini de bu birimlerin komutasına atadı. 

Ebu Nidal eskiden Arafat’ın örgütü El Fetih içindeyken, çeşitli nedenlerden ayrılıp Devrimci El Fetih adında bir örgüt kurdu.

Dönemin Suriye yönetimi, onu, Arafat’ı öldürmek için kiraladı. Ardından Libya lideri Muammer Kaddafi de, muhaliflerini temizlemek için kendisini tuttu.

Ardından Saddam devreye girip onu benzer amaçlarla kullandı.

ABD’nin Irak işgalinden kısa bir süre önce, olur ya yakalanır ve rejimin kirli çamaşırlarını açıklar diye faili meçhul cinayete kurban edildi. 

1991 ve 2003 yılında ABD ile müttefiklerine karşı savaşında, Arap kamuoyunun desteğini almak için samimiyetsiz biçimde “İsrail'i mahvedeceğim, Filistinlileri kurtaracağım” diyen Saddam’ın sözüne kanan Yaser Arafat, çaresizlik içinde kendisine desteğini açıkladı.

Büyük bir hata ve yanılsamaydı. Bu yüzden Arafat başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap dünyasından tecrit oldu. Kürtler de bu nedenle kendisini bağışlamadılar.

Yukarıda örneklediğimiz olumsuzluklara bakarak; toprağı elinden alınan, halkının yarısı çeşitli ülkelerde sersefil mülteciliğe mahkûm edilen, işgal altındaki topraklarda İsrail’in zulmü ve zorbalığı altında yaşayan Filistin halkına sırt çevirip İsrail’in safında yer almanın vicdan, ahlak ve prensiple uyuşur yanı yoktur. 

Virane Gazze'de Filistin bayrağı / Fotoğraf: Independent Arabia 

Filistinlilerin bizzat kendi topraklarını İsrail'e sattığını iddia edenler ayrıntıları ya bilmiyorlar yahut çarpıtıyorlar.

Toplam 27 bin kilometrekarelik Filistin’de topraklarını satanlar Filistinli değil, Osmanlı’nın kendilerine verdiği araziyi işleten feodal Lübnanlı ve Suriyeli Hıristiyan feodal ağaları ile o dönemin Osmanlı valileriydiler.

Satılan toprak oranı ise yüzde 5’i geçmiyordu. 

Bu hakikat bir yana, Kürtlere (mesela Celal Talabani ve ekibine) yardım eden Filistinli iki Marksist örgüt vardı: Halk Cephesi ve Demokratik Cephe

Keza Halk Cephesi üyeleri, 2005 yılında Rakka ile Grê Spî bölgesinde Kürtlerle dayanışma etkinliklerine katıldıklarında Suriye istihbarat elemanlarınca alıp sorguya çekilmişlerdi. Bunu sonradan bizzat bana söylediler.

Rakka’daki Kürtler de o şehirde beni ziyaret edip durumu anlatmışlardı.

İsrail yetkilileri, 2017 Kürdistan Referandumu sırasından Kürt devletinin yanında olduklarını bir şekilde açıkladılar.

Ancak bunun için fiilen hiçbir şey yapmadılar. ABD’yi bile ikna etmeye çalışmadılar. 

Diğer yanıyla bakalım: İsrail, yıllar boyu Kürtlere karşı mücadele geleneğini devralıp sürdüren her dönemin hükümetine askeri, siyasi ve diplomatik yardımlarda bulundu.

Uydu yoluyla elde edilen istihbaratı, ilgili Türk makamlarına sundu.

Keza Abdullah Öcalan’ın Kenya’da tutuklanmasında parmağı olduğu iddiasıyla Avrupa’daki İsrail temsilcilikleri önünde protesto eden Kürtlere içeriden ateş açıldı. 

Demem o ki, meseleye tek taraflı bakılamaz.

Mazlum bir halk, bazı Arap milliyetçilerinin kötü davranışlarından ötürü toptan mahkûm edilemez.

Kişi olarak İslamcı Hamas, İslami Cihat veya milliyetçi (pan-arabist) Filistin örgütlerini sevmem. Dünya görüşüm onlarınkinden tümüyle ayrıdır.

Hamas’ın iktidar uğruna El Fetih örgütü mensubu ulusalcıları nasıl yakalayıp yüksek binalardan attığını, kadınları örtünmeye zorlamak için kimine rüşvet verip reddedenlere kezzap döktüklerini de biliyorum.

Türkiye’deki İslami kesim ile HÜDAPAR’ın Erdoğan’ın çizdiği sınırı aşmamak kaydıyla İstanbul ve Diyarbakır’da İsrail vahşetini protesto edip attıkları “Mehmetçik Gazze'ye!” sloganları ise tipik fırsatçı tutumudur.

Üstelik geçmişte Filistin’e giden solcu-devrimci gençleri “terörist”, “vatan haini”, “Moskova’nın lağım fareleri” sözleriyle damgalayıp kolluk kuvvetlerine ihbar eden eski Türk-İslamcı geleneğin mirasçıları sayılan bu İslamcı kesim, televizyon kanallarında “tutum değiştirip İsrail yanlısı olan solculara eleştiriler yönelterek” siyasi rant elde etme peşindeler.

Madem öyle, o halde siz gidin Gazze'ye! 

Barış eylemcisi Rachelle Corrie, ev yıkmaya giden buldozeri engellerken canını vermişti / 
Fotoğraf: International Solidarity Movement

Uluslararası Dayanışma Hareketi barış gönüllüsü olan Yahudi asıllı Rachel Corrie, 8 arkadaşıyla beraber, Gazze’deki Filistinlilerin evlerini yıkmaya giden İsrail buldozerlerini engellemek üzere 3 saat boyunca direndi.

16 Mart 2003 tarihinde öldürüldü.

Corrie, “Ben zalim İsrail’den yana değilim!” diyerek direnirken aynı buldozer kendisini ezip geçti. 

Asıl mesele işte budur:

İnsanlık ve adalet adına buldozer altında ezilen barış eylemcisi Yahudi kadın Rachel Corrie kadar cesur, ilkeli, insani ve vicdani olmak durumundayız. 

https://www.indyturk.com/node/667056/türki̇yeden-sesler/abd-gazze-savaşının-neresinde-amerikan-yönetiminin-hamas-ve

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com