Prof. Dr. Niyazi Kahveci
TÜRKİYE İSLAMCILIĞI
“Çağımızda İslamcılık bir çıkmaz sokaktır.”
“İslamcılık” kavram olarak, 19. yüzyılda Osmanlı coğrafyası üzerinde dini ve siyasi düşünce akımı şeklinde ortaya çıkmıştır. İslamcılık, Osmanlı’da doğmuştur. Esas itibarıyla İslamcılığın doğuş nedeni; insanlığın icat ettiği yeni güçleri kullanan Batılı güçlerin İslam dünyasına, özellikle askeri ve ekonomik alanlardaki meydan okuyuşunun hız kazanması ve Osmanlı’nın 19. yüzyıl başlarından itibaren çökmeye başlamasıdır. Dış yumruk dokununca Osmanlı, varlığı sürdürmek için ona buna yapışmaya çalıştı ama nafile. Son kurtuluş çaresi olarak, zaten bitmiş olan İslam’ın İslamcılığını yapmak kaldı.
Sultan Abdülaziz (1830-1876)
Sultan Abdülaziz’in son dönemlerinde İslamcılık fikri ağırlığını iyice hissettirmeye başlamıştı. Bu gelişmeler siyasi olmaktan daha çok sosyal, kültürel ve dini karakter taşıyordu.
Abdülhamid (1842-1918)
Pan-İslamizm, İslam’ın Hamiliği
Ümmetçilik demek olan pan-İslamizm ya da İttihad-ı İslam, ilk olarak II. Abdulhamid tarafından kullanılmıştır. Temel amacı Batılı devletlerin, Osmanlı’ya müdahalelerine karşı durabilmek için İslam’ın birleştirici gücünü yeniden ortaya çıkarmaktı. Böylece bütün Müslümanları Osmanlı halifeliği etrafında bütünleşmelerini sağlamaktır. Pan-İslamizm; İslam’ın siyasal ideolojileştirilmesiydi. Osmanlı’nın çöküşü, İslam’ın resmi din olmasını ve İslam’ın hamiliğini doğurdu. Meşrutiyetin ilanıyla hazırlanan 1876 Anayasası’nda İslamcılık açıkca görülür. Anayasanın 11. Maddesi: İslam’ı, devletin resmi dini ve Osmanlı halifesinin, din-i İslam’ın hamisi” olarak tavsif eder.”
MÜSLÜMANLARIN ÇÖKÜŞ NEDENLERİ
Çağın Düşünüşünü Yakalayamamak
Aslında Müslümanların çöküşünün bir tek temel nedeni vardı. O da; 18. asırdan sonra insanlığın her alanda tamamen yeni faza geçmesi idi. Bu yeni fazın temeli; insanlığın iki bin yıl yaparak ulaştığı yeni düşünme biçimi ve onun ürettiği her alandaki felsefi, bilimsel ve teknolojik ürünler yani yeni insanlık hayatı olmuştur. İslam dünyası, bin yıl ihmal ettiği düşünme işleminin faturasını, yeni fazı doğuran dünyaya karşı ödeme durumu ile karşı karşıya kalmıştı. “Her şey Kuran’da vardır,” tezi sona ermişti, artık başka bilgi vardı.
“18. asırdan sonra işler koldan kafaya geçti.”
Dokunmatiklik
Müslümanların bin yıl kafa katmanını işgal eden ulema ve umera, Batı’da asırlar süren düşünme işlemini anlayamadılar, yapmadılar ve sonuçlarını kestiremediler. Problemin kafa problemi olduğunu ya bir türlü anlayamamışlar ya da kabul etmek istememişlerdir. Düşünmatik olmayıp dokunmatik olanlar, bir şey dokununca anlarlar. Müslümanlar, ne zaman Sanayileşme ve modern çağın ortaya çıkardığı yeni gelişmeler sayesinde Batı karşısında yenik düştü, sonuçları dokundu, o zaman anladı. Bu kez iş işten geçmiş, çok geç olmuştu. Çünkü asıl problem, çağın icatlarını yapan kafanın yokluğu idi. Kafa işi zor iştir ve uzun zaman alırdı ve teknolojik ürünler gibi satın alınamazdı. Ama halen bile problemin “düşünme problemi” olduğunu anlamamıştır.
Batı’nın Referans Alınışı
Çöküşle birlikte, “kefere saçmaları” olarak nitelenip küçümsenen Batı kafasını oluşturan felsefenin referans alınışı kabul edilmiştir. Köklü değişiklik ve ıslahatların yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Fakat Batı’nın sadece tekniğinin alınması ama kültürünün alınmaması istenmiştir. Çünkü alınacak şeylerin; Müslümanların sözüm ona ve ne kadar mevcut idiyse ahlaki faziletleri, sosyal hayatı ve dini muhafaza etmesi şartıyla gerçekleştirilip uygulanması gerekir. İslam’ın tükenişi henüz kabul edilmemiştir.
Halbuki yeni düya sadece teknolojisi değil, dini anlayışından felsefesine kadar her şeyiyle yenidir. Teknolojiyi üreten kafa, diğer şeyleri de yeniden ve aynı evsafta üretmiştir. O nedenle çağdaşlaşma sadece teknolojiyi almakla değil, yeni felsefeyi de almayı zorunlu kılardı. “Teknolojiyi alalım” ifadesinde görüldüğü üzere, Müslümanlar sadece bu kafanın sonuçları olan ürünlerini almayı, o ürünleri üreten kafayı almamayı savunuyorlardı. Ürünleri almak kolay ama kafayı almak zor işti. Nitekim o zamanda bile, bu teknolojiyi üreten kafanın felsefesinin aynısının bir örneğini üreten Müslüman düşünür çıkmamıştır.
Kimlik Problemi
Çöküşle karşı karşıya kaldığı durumların başında, yenidünyada kimlik problemi yaşamak olmuştur. Bu kimliksizliği telafi etmek amacıyla, bin yıldır yaşadığı dinsel hayatı, “İslam” adı altında kimlik yapmaya çalışmıştır. İslam kimlik olamazdı. Çünkü İslam hem tükenmiş hem de Allah’ın ürünüdür. Kimlik, toplumun kendi ürünü olmak zorundadır ve bu, yerli düşünürler tarafından üretilebilirdi. O dönemde çağdaş vasıfta bir tane Müslüman düşünür yoktu.
ÇÖKÜŞTEN KURTULUŞ ARAYIŞLARI
Dinde Islah ve İhya Hareketleri; İslam’a Geri Dönmek
İslam toplumları, tarihleri boyunca çöküş dönemlerine her girdiklerinde, çöküşün nedenini İslam’dan uzaklaşmak olarak görüp, “dinin aslı olan asr-ı saadet dönemine dönmek” teşebbüsleri yapmışlardır. Osmanlı da, içine düştüğü çöküş sürecinden kurtulmak amacıyla, “dinde ıslahat arayışları”na sarılmıştır. Islahattan kasıt, İslam’ın aslına geri dönmek idi. Ve kurtuluşu din alimleri yapacaktı. Çöküşü doğuran yeni gelişmelerin nasıl üretileceği ile ilgili düşünme işlemi yapmak yerine, İslam’ı yeniden anlamak gibi geçmişi çalışmak yoluna gitmişlerdi. Islah ve ihya hareketleri; ileri gitmek için değil, geri gitmek için olabilirdi. Halbuki artık ileri gidilmesi şarttı. İleri gitmek, çağı yakalamış ilerileşmiş akılla olabilirdi ki Müslümanlarda bu akıl henüz yoktu.
Nitekim bu anlayışın Osmanlı’da ifade tarzı şöyleydi: “Esâsât-ı kadîme-i İslâmiyyeye rücu (İslam’ın ilk temel esaslarına dönüş)” ve “ihtiyâcât-ı zamâniyyeyi müdrik ulemanın cehd ve içtihatlarına (zamanın gereklerini idrak eden din âlimlerinin gayret ve içtihatlarına)”. İslamcılık ile ihyacıların ortak noktaları ve bayraklaştırdıkları temel sloganlarından bazıları şunlardı: İslam’ın temel kaynaklarına dönüş, taklidi terk, ıslahat, yenilik, direniş, aklı ve bilimi esas alma, İslami medeniyet, İslam Birliği vs.
Kurtuluş İslam’da
İslamcılığın çıkışından iki asır sonra günümüz Türkiyesinde bile hala; “Kurtuluş İslam’da” demek çok vahimdir. Bu iddiada bulunmak, İslam’ın karakterinin ne olduğunun bilinmediğini göstermektedir. Kurtuluş İslam’ın nesinde? Bunun felsefi ve bilimsel izahını yapamıyorlar. Çağdaş gelişmeleri İslam değil, Müslümanlar yapabilir. Bu da çağdaş düşünme işlemi yapmakla mümkündür. Bugün de hala Müslümanlar çağdaş düşünme yaparak bir tane felsefi fikir, bilimsel bilgi ve teknolojik icat yapabilir düzeye ulaşamamışlardır.
İslam Gelişmeye Engel Değil Sloganı
İslamcılar, İslamiyetin “mani-i terakki” olmadığı noktasından hareket etmişler; çöküşün müsebbibinin İslam olmadığını, bilakis İslam’dan uzaklaşıldığı için çöküşe düşüldüğünü sürekli söylemişlerdir. Müslümanlar, İslam’ın hükümlerine sarıldıkları müddetçe ilerledikleri (terakki) ettikleri, İslam’ın hükümlerinden uzaklaştıkça geriledikleri düşünülmüştür. Bu duruma geçmiş çağların çok güzel örnekler teşkil ettiğini kaydetmişlerdir. İslam, gelişmeye engel değilse Müslümanlar neden gelişmediler ve çöktüler? Ya İslam’ı uygulamadılar ve bundan dolayı günahkardırlar ya da uyguladılar ama İslam yetersiz kaldı. İkisinden biri kabul edilmek zorundadır.
CUMHURİYET DÖNEMİ İSLAMCILIĞI
Resmi İslamcılık
Biz bu yazımızda, gayri resmi ve kaçak olarak İslamcılık yapan tarikat ve cemaatleri değil, Cumhuriyet döneminde devlet eliyle yapılan resmi İslamcılığı ele alacağız. Şeyhlikle ilgili birkaç tane yazımız daha önce bu web sayfamızda yayınlanmıştır. Cumhuriyet döneminde resmi İslamcılık; İmam-Hatipler, İlim Yayma Cemiyeti ve İskenderpaşa Cemaati vasıtasıyla oluşturulmuş ve geliştirilmiştir.
“Cumhuriyet dönemi resmi İslamcılığı, Cumhuriyet devrimine muhalefet İslamcılığıdır.”
İMAM-HATİPLER, İLİM YAYMA CEMİYETİ, İSKENDERPAŞA İLİŞKİSİ (3-İ)
Bu 3-İ’yi kuranlar hemen hemen aynı kişilerdir. Bu kişiler şunlardır: Celaleddin Ökten (1882-1961), Abdülaziz Bekkine (1895-1952) ve Mehmed Zahid Kotku (1897-1980).
İMAM-HATİPLER
İmam-Hatip Okulları; “din görevlileri yetiştirmek” üzere Demokrat Parti iktidarında devlet eliyle 17 Ekim 1951 günü kuruldu. Bu şekilde; İstanbul, Ankara, Adana, Kayseri, Konya, Isparta ve Maraş illerinde birer İmam Hatip Okulu açıldı. Yani halkın seviyesinde dini okul açmaktı. Okulu kurduran Celaleddin Ökten (1882-1961) hocadır.
İmam-Hatip Açmaktaki Amaç
Fakat asıl açılış amacını kurucu Celaleddin Ökten şöyle ifade eder: “Ne yapıp edip, küfrün kalesinde bir delik açmak için, İmam Hatip Okulu’nun açılmasına arkadaşlarla karar verdik.”
İLİM YAYMA CEMİYETİ
İmam-Hatip Okuluyla birlikte giden bir diğer kuruluş, 11 Ekim 1951 tarihinde kurulan İlim Yayma Cemiyeti’dir. Fikri ilk ortaya atan kişi Rusya Kazanlı Abdulaziz Bekkine (1895-1952)’dir. Bir diğer kurucu kişi, Kazanlı Ömer Lütfi Take (1924-2016)’dir. Anne tarafı Rusya’da Kazan’dan, babası Kırım’dan gelmiştir. Abdülaziz Bekkine ile akrabadır. Kırımlı Sabri Ülker (1920-2012) de bir başka kurucudur.
İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucularının sosyal yapıları önemlidir. Onu kuranlar genellikle Osmanlı’dan kopan ülkelerden Türkiye’ye göçmüş, Osmanlı’nın İslamcılık politikası döneminde oralarda yetişmiş, kimlik sorunları olan, tekrar eski imparatorluk günlerini görmek amacıyla Türkiye’deki siyasal iktidarı ele geçirmek isteyen kişilerdir.
Kurucuların üçü, Kırım doğumlu ve Türkiye’ye göç etmiş kişilerdir. Üçü de işadamıydı. Sabri Ülker, İstanbul Erkek Lisesi’nde bir yıl okudu. Kırım’dan İstanbul’a sadece on rubleyle gelen bir aile bir bisküvi imparatorluğu kurdu. Bir diğer kurucu Yusuf Türel 1910’da, Avusturya-Macaritan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun hudut şehri olan Taşlıca’da doğdu. Birinci Dünya Savaşı başlayınca ailesi İstanbul’a geldi.
Kuruluş Amacı
Kurucular şu amacı dile getirmişlerdir: “İslam’a hizmet eden, dürüst, ahlaklı ve manevi donanımlı, Türkiye’de İslam’a hâkim olan yeni gençlik yetiştirmektir.” Aziz Bekkine: “Bu memlekette İslâmiyet, dolayısıyla insanlık, insanlarımıza teker teker anlatılmadıkça ve o insanlar da İslâmiyeti yaşamadıkça bu memleket için kurtuluş yoktur.”
İlim Yayma Cemiyeti Arap Gizli Servisinin gizli adıdır
Basında şöyle bir haber: 10 Kasım 1953 günkü CIA raporunda şöyle denmiş: “İlim Yayma Cemiyeti Arap Gizli Servisinin gizli adı olup, amacı, Arapça konuşulması ve yazılmasının yasak olduğu tüm ülkelerde, imamları ve vaizleri eğitmek için gizli okullar kurarak bu okulları fonlamaktır.”
Medyada; “İlim Yayma Cemiyetinin özellikle Suud Sermayesi ile desteklenerek Amerika’nın yeşil kuşak projesi için önemli bir sivil yapılanma ve toplumsal dönüşümü sağlayacak bir örgütlenme olduğu,” haberleri mevcuttur.
İSKENDERPAŞA NAKŞİLİĞİ
Nakşibendî Tarikatı’nın, Ahmet Yesevi geleneğinin bir kolu olarak değerlendirilen İskenderpaşa cemaatinin kuruluşunu 1925’lere kadar götürmek mümkündür. Fakat asıl ününü Mehmet Zahit Kotku zamanında yapmıştır. Onun imamlık görevi yaptığı camiden dolayı İskenderpaşa Cemaati adıyla meşhur olmuştur. Bu Nakşilik, Gümüşhanevi’ye dayanır.
Gümüşhanevi Tarikatı
Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (1851-1926)
Gümüşhanevi Tarikatının şeyhi Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî’dir. Seyr-i sülûkünü Gümüşhaneli dergâhında tamamlamış ve Gümüşhànevî’den şeyhlik hilâfeti icazetnâmesi alan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi, buranın şeyhi Dağıstanlı Ömer Ziyâüddîn Efendi (1849-1921)’nin 1921 senesinde vefatından sonra, Gümüşhâneli Dergâhı postnişîni (şeyhi) olarak göreve başlamıştır. 30 Kasım 1925 senesinde tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür. 1 Ağustos 1926 senesinde, yetmişbeş yaşında vefat etmiş, kabri Süleymaniye Camii haziresinde, tekke arkadaşlarının yanındadır. Ondan sonra sırasıyla Yunanistan Serez’li Hasib Efendi 1926-1949 yılları arasında, Kazan’lı Abdülaziz Bekkine Efendi 1949-1952 yılları arasında, Kafkasyalı Mehmed Zahid Kotku 1952-1980 yılları arasında tarikatın şeyhliğinde bulunmuşlardır.
İskenderpaşa Cemaati
Abdulaziz Bekkine, Celal Ökten ve Zahit Kotku
İmam-Hatip, İlim Yayma ve İskenderpaşa’nın kurucuları olan; Gürcü Celaleddin Ökten (1882-1961)’in, Kafkasyalı Mehmed Zahid Kotku (1897-1980) ile bağı ve gönül dostluğu Rusya Kazanlı Abdülaziz Bekkine (1895-1952) ile başlamıştır. Bir diğer kurucu olan Ömer Lütfü Take (1924-), Abdülaziz Bekkine’nin akrabasıdır. Bekkine’nin babası Haris Efendi, aslen Rusya Kazan’lı olup, 1880’lerde ailesi ile İstanbul’a göç etmiştir. Daha sonra Asmaaltı’nda toptan yağ ticareti ile meşgul olmuştur. Kazan’ın eşrafından olan Hâris Efendi, orada Sultanoğlu (Sultanof) nâmı ile tanınmaktaydı. Kazan’da 25-30 odalı büyük bir konakları ve geniş arazileri vardı. Konaklarının çoğu odalarında ilim tahsil eden talebeler barınırdı. İskenderpaşa Nakşiliği, Gümüşhanevi tarikatına dayanır.
Mehmed Zahid Kotku (1897-1980)
İskenderpaşa Cemaati adını; Nakşibendi tarikatının Halidi kolunun, Gümüşhânevî Dergâhı’na dayanan, II. Bayezid’ın veziri İskender Paşa tarafından yaptırılan İskender Paşa Camii’nden alır. Mehmet Zahid Kotku, bu camiye 1 Ekim 1958 tarihinde imam olarak atanmış ve 1980’de ölümüne kadar devam etmiştir. Dedeleri Kafkasya’da Şirvan’a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha’dandır. Nuha, ahalisi Müslüman olan hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir. Kafkasya’da bir dağ eteğinde bulunan ve ipekçiliği ile meşhûr olan bu yöreden Osmanlı-Rus Harbi sonrasında Anadolu’ya 1897`de göç eden Müslümanlarla gelmişlerdir. Bursa’ya geldiğinde henüz 16 yaşında olan babası İbrahim Efendi, Bursa Hamza Bey Medresesinde tahsil görüp çeşitli yerlerde imamlık yapmıştır.
Kotku zamanında dergah hizmetleri yurt çapında çok yaygınlaşmıştır. Onun vefatından sonra şeyhliğe, damadı Prof. Dr. M. Es’ad Coşan gelmiştir. Onun soyu; Buhara’dan Çanakkale’ye göç etmiştir. Onun zamanında (1980-2001) ise cemaat yurtdışına taşmış; Kanada’dan Avustralya’ya, Sudan’dan Orta Asya’ya geniş bir alanda yayılmıştır. Günümüzde bu cemaat, Esat Coşan’ın oğlu M. Nureddin Coşan tarafından yönetiliyor.
İskenderpaşa Suudi Arabistan Bağı
İskenderpaşa cemaatinin Suudilerle ilişkisi medyada gündeme gelmiştir. İskenderpaşa Mesela Z. Kotku, 1979 yazında uzun süre kalmak için gittiği Hicaz’dan ağır hasta olarak 1980 Şubat’ında dönmek zorunda kalır. Tipik bir Suudlu gibi, evde kuşaklı entari giyerdi, mesli, sakallı idi. Dışarda şalvar giyerdi. Şalvarı da methederdi. İlim Yaymanın kurucularından olan Ömer Lütfi Take, 1990 yılında Medine’de ikamet ve oradan bir ev satın aldı. 6 ay Medine’de, altı ay Türkiye’de kalıyordu.
3-İ’NİN ORTAK AMACI
Temel amaçları; Türkiye’nin siyasal iktidarını ve dolayısıyla nimetlerini ele geçirmektir. Ayrıca özgün Türklük ulusal kimliğinin oluşmasını önlemektir. Bu amaçlarına ulaşmada kullandıkları yöntem; eğitimsiz ve düşük gelirli özellikle kırsal kesim ve büyük şehirlere yeni göçmüş ailelerin çocuklarını, maddi imkanlar sağlayıp sözde İslam ve Arapça ile eğitmektir.
Amaçları, çağı yakalamış toplum üretmek değildir. Geçmişe giden toplum üretmektir. İleri doğru çağ atlamak değil, aşağı doğru geçmiş çağlara atlayış yapmaktır.
DEVLET EĞİTİMİ ve GÖREVLERİ
İskenderpaşa cemaatinin şeyhlerinin hepsi, devletin yönettiği camilerde tedris görmüş ve görev yapmışlardır. Mezarları da Padişahların hazirelerindedir.
Hasib-i Serezî (1863-1949)
Abdulaziz Bekki’den önceki İskenderpaşa şeyhi Hasib Efendi, orta tahsilini Serez Rüşdiyesi (ortaokulu)’nde tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek eğitimini Çarşamba’da Mahmud Ağa Medresesi’nde sürdürür. Burada on sene kaldıktan sonra 1893 yılında Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den müderrislik icazeti alır. Gümüşhanevi tarikatı şeyhi Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhanevî de bu icazet merasiminde hazır bulunmuştur. Serez’de, daha önce babasının imamlık yaptığı Cami-i Atik’de görev almıştır. Orada Buhârî (Hadis) dersleri okutmuş, çok sayıda talebe ve hafız yetiştirmiştir. İstanbul Babıali’de bulunan Fatma Sultan Camii’nde imamlık yapmıştır. Ardından Şehzadebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’nde imam-hatiplik yapmıştır. Son zamanlarında Kapalıçarşı Camii hatibi olarak görev yapmıştır.
Abdulaziz Bekkine (1895-1952)
İskenderpaşa şeyhi olan Abdülaziz Efendi, çok küçük yaşlarda Eyüp Kaptanpaşa Camii İmamı Halil Efendi’den Arapça ve İslâmî ilimler dersleri alarak ilim tahsiline başlar. Daha sonra Dârüttedrîs mektebini bitirir. Buhara’ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsili ile meşgul olur. Bir süre Çarşıkapı’daki Bayezid Medresesi’ne devam etmiştir. İmamlıkta ilk vazifeleri Beykoz’da, daha sonra ise Aksaray’da bir camide olmuştur. Bundan sonra sırası ile Yazıcı Baba, Kefeli ve Zeyrek Çivizade Ümmü Gülsüm Camii’nde İmam-Hatiplik hizmetinde bulunmuştur. Zeyrek Camii’ndeki vazifesi on üç sene kadar devam etmiştir. (1939’da başlar. Hemen aynı yıl henüz yirmi yedi yaşlarında iken mânevî ilimlerde irşad selahiyeti ile Râmûzü’l-Ehâdîs’i okutma icâzeti almışlardır.
Doktorasını Sorbon’da Felsefe dalında yapmış bir kişi olan Nureddin Topçu (1909-1975), bir arkadaşının vasıtasıyla Bekkine’nin sohbetine katılır. Gece yarısı oradan ayrılırlarken daha dış kapıdan çıkmadan Topçu, duraksar ve arkadaşına, “Yahu, tekrar içeri girsek ayıp olur mu?” der ve Aziz Bekkine’ye muhabbeti ve bağlılığı bu görüşmeden sonra artarak devam eder.
Zahit Kotku (1897-1980)
Mehmed Zahid Efendi, ilk mektebi Oruç Bey İbtidaisi (ilkokulu)’nde okur, Maksem’deki İdâdî’ye devam eder. Sonra Bursa Sanat Mektebi’ne girer. I. Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşında askere alınır. İstanbul’da, askerlik görevini îfâ ederken çeşitli dinî toplantılara, derslere ve vaazlara katılır. 1917 senesinde bir cuma namazını Ayasofya Camii’nde edadan sonra vilayet binası karşısında bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhaneli Dergâhı’na giderek şeyh Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi’ye intisap eder.
27 yaşlarında iken tarikat hilâfetnâmesini, ardından Râmûzü’l-Ehâdîs, Hizb-i Âzam, Delâilü’l-Hayrât icâzetnâmelerini alır. Bayezid, Fatih, Ayasofya camii ve medreselerinde derslere devam eder. Bu arada hafızlığını tamamlar. Hocasının emir ve işaretiyle çeşitli kasaba ve köylerde dînî hizmetler îfâ eder. 1929’da vefat eden babasının yerine Bursa Ovası’ndaki İzvat Köyü’nde 16 sene kadar imamlık yaptıktan sonra, yedi yıl Bursa’nın içindeki Üftade Camii’nde görev yapar. 1945’den 1952 senesine kadar burada hizmet eder.
Gümüşhaneli Dergâhı postnişini (şeyhi) ve tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine’nin vefatı üzerine Aralık 1952’de İstanbul’a gelir. Fatih’te bulvara nazır Ümmü Gülsüm Mescidi’nde imamlık yapar. Daha sonra caminin istimlak meselesi çıkınca 1 Ekim 1958 senesinde, 1980’de vefatına kadar 22 sene vazife yapacağı İskenderpaşa Camii’ne naklolur.
Okutulan İslami İlimler
Osmanlı’da ve Cumhuriyet Türkiyesinin medreselerinde ve camilerinde İslam alimi olabilmek için şu kitaplar okutuluyordu: Tefsir, hadis, fıkıh, usul dersleri, Tirmizî, Buhârî-i Şerif, Merâkı’l-Felâh, Kudûrî-i Şerîf, Şerhu’l-Akâid, Şifâ-i Şerif, Mir’ât, Müslim-i Şerîf, Mişkâtü’l-Mesâbih, Tefsir-i Kâdı Beyzavî gibi kitaplardır. Bu kitaplar bin yıl önce yazılmış ve bin yıldır okutuluyordu. Bütün bu ilimler, yetersiz kaldıklarından Osmanlıyı çökerten bilgilerdir.
“Bu kitaplar uygulanırken Osmanlı çökmesine rağmen Cumhuriyet döneminde de hala bunlar okutuluyordu.”
TEKKE ve ZAVİYELERİN KAPATILMASI
Yukarıdaki bilgilerden de görüleceği üzere, Tekke ve zaviyelerin 1925 yılında kapatılmasına rağmen Atatürk ve sonrası dönemde Devletin elindeki camiler ve medreseler kapatılmamıştır. Bütün alimler, buralarda serbestçe İslam eğitimi almışlar ve öğrenci okutmuşlardır.
Atatürk döneminde ve sonrasında özellikle 1940’lı yıllarda İslam eğitimine en güzel örneklerden biri Emin Saraç’tır. Onun eğitim aldığı mekanları ve dersleri görmekte yarar vardır.
Emin Saraç
Dedesi Nakşibendiye’den Müderris Üzeyir Efendi, Niksar’ın Keşfi Camii Medresesi’nde müderris olan M. Emin Saraç, 1940–43 yıllarında Niksar-Merzifon’da mukabeleler okudu. 1943’te ailesi tarafından tahsil için İstanbul’a İsmailağa Tarikatının şeyhi Ali Haydar Efendi’nin tekkesine gönderildi. Ali Haydar Efendi, tekkesi sürekli gözlem altında tutulduğu için M. Emin Saraç’ı Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi’ye emanet etti. Onun yanında Kur’ân talimi ve Telhîs okumaya başladı. Fatih Camii’nden sonra Karagümrük’teki Üçbaş Medresesi’ne gitti. Burada ikamet eden ve 65 sene başkayyımlık yapan Silistreli Süleyman Efendi (Tunahan, Süleymancılığın kurucusu)’den Buhâri-i Şerif’in birinci ve ikinci ciltlerini okudu. Üçbaş Medresesi’nde 1950’ye kadar kaldı. Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi, Arnavut Hüsrev Efendiden de dersler aldı.
“Cumhuriyet döneminde camilerde ve medreselerde İslam Osmanlı usulü okutuluyordu.”
Atatürk, 1927’de Ankara’da yaptığı bir konuşmasında şöyle diyor:
“Efendiler! Biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis bu gibi yapılar din ve devlet düşmanı oldukları, Selçuklu ve Osmanlı’yı bu yüzden batırdığı için yasakladık. Çok değil yüz yıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki bazı kişiler bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğunu öne sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek, ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir. Ayrıca unutmayın ki o gün geldiğinde her bir taraf diğerini dinsizlikle ve vatan hainliği ile suçlamaktan geri kalmayacaktır.”
Ulemanın Politizeliği ve Popülistleşmesi
İlim Yayma’nın ilk kurucu alimlerinde ve Tarikat şeyhlerinde görüldüğü üzere ulema politize ve popülistleşmiştir. Bu amaçla, tasavvuf şeyhliğine dönüşmüşlerdir. “Dinin yayılması, halka açılması, hayırlı evlat yetiştirilmesi,” gibi görevlerden söz etmişlerdir. İslâm’ın esaslarının öğrenilmesi ve yaşanır hale getirilmesinden söz ederlerdi. Müslümanca yemek, giyinmek, oturmak, konuşmak, Müslüman bir çevre oluşturmak, idareye talip olmak gibi İslâm’ın fert ve toplum bazında kuşatıcı olmasını sağlayacak bütün davranışları ısrarla vurgulamışlardır. Toplumu İslamlaştırmak istemişlerdir. Popülist olmalarının en temel nedeni, İslam ilimleri alanlarında yeni tedvin ve formulasyon yapamamalarıydı. Bunun bir nedeni alimlerin çapsız kalmaları, diğer nedeni ise İslam’ın kaynağı bin yıl kullanılarak tüketildi ve yeni ürün üretecek malzemesinin kalmamasıydı. Politize olmalarının nedeni, devletin kadrolarını ve nimetlerini kolayca ve ülkeye bir kuruş kazandırmadan elde etmek idi.
İslam’ı Yaşatmanın Anlamı
“İslam’ı yaşatmak” demek, kendilerini yaşatmak demekti. İslam onlar için ontolojik bir unsur idi. Çünkü varlıklarını sürdürebilecek kendi ürünü başka paradigmaları, kimlikleri ve felsefeleri yoktu. Çünkü sadece geçmiş bilgileri biliyorlardı. Çağımızın bilgilerinden habersizdiler.
“Nitekim İslamcılar elli yıl sonra iktidara geldiler ama Türkiye’nin başı göğe ermedi.”
İSKENDERPAŞA ve SİYASET
Zahit Kotku ve Politika
İskenderpaşa Cemaati şeyhi Zahit Kotku’yla birlikte cemaatte büyük değişimler başladı. Kotku, aşamalı olarak devlet sorunlarıyla daha yakından ilgilenmeye başladı. Devletin dönüştürülerek İslamlaştırılması için ‘yeni’ projeleri fiilen uygulamaya koydu. Özellikle Devlet Planlama Teşkilatı ve Milli Eğitim Bakanlığı içerisinde kadrolaşmaya öncelik verdi. Müridi olan Erbakan’a ‘yeni bir partinin kurulmasının zaruri olduğu’ tavsiyesinde bulundu.
Tek parti rejiminin yerini, 1945 yılında çok partili döneme bırakması ile İslamcı hareket dışa yöneldi. İslamcılığı savunan birçok parti kurulmakla birlikte, Anadolu’nun geleneksel orta-alt katmanlarını temsil eden İslamcı cemaatlerin çok önemli bir kesimi, Kemalist gelenekten gelen A. Menderes’in Demokrat Parti (DP)’sini desteklediler. Gümüşhanevi de önce DP’yi, daha sonra 1961’de Süleyman Demirel’in Adalet partisi (AP)’ni destekledi.
Kotku’nun, üniversite öğrencilerine yönelik çabaları sonuç verdi ve özellikle İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yürüttüğü çalışmaların karşılığını aldı. Okulun en parlak akademisyeni Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yanı sıra Turgut Özal gibi birçok “genç, zeki mühendis” bu cemaatin müdavimi oldu. Korkut Özal, Hüsnü Doğan, Hasan Aksay, Temel Karamollaoğlu Recai Kutan, Cevat Ayhan, Ahmet Tekdal, Nevzat Yalçıntaş gibi isimler dergâhın müdavimi oldular. Böylece Nakşilik, yüzyıllar sonra “okumuş, şehirli aydın” tarikatı oldu. Aslında milli mektebi din eğitimi almamış beyaz Müslüman aristokratların İslamcılığı oldu.
Milli Görüş
Cumhuriyet Türkiyesinde İslamcılığın öncüsü Millî Görüş Hareketi’dir. Günümüzde ise Adalet ve Kalkınma Partisi görülür. Millî Görüş, 1969 yılında başını Necmettin Erbakan’ın çektiği “Bağımsızlar Hareketi” ile başlayan ve Millî Nizam Partisi ile partileşen bir siyasal akımdır. Erbakan’ın, “Millî Görüş” şeklinde ifade ettiği anlayış; siyasi-dini ideolojik anlayıştır; Avrupa Birliği değil, İslam Birliği demektedir. Kendi medeniyetimize, özümüze dönmeyi öncelemektir. İlgi alanı bütün İslam coğrafyasıdır.
Milli Nizam Partisi
Erbakan, şeyhi Kotku’nun talimatlarına uyarak 1969 yılında Milli Nizam Partisi (MNP)’ni kurdu. Böylece Kotku, fiili olarak Nakşiliğin, Türk siyasi hayatında yer almasını sağladı. 12 Mart 1971 sonrası cemaat, Milli Selamet Partisi (MSP)’ni kurdurdu. MSP’nin ‘toplumsal-ekonomik programında Kotku’nun İslami ahlak ve kültürel yaşam biçiminin etkisi görülür. Osmanlı İslam geleneğinin ön plana çıktığı program, Kotku’nun görüşlerinin damgasını taşır.
Kotku’nun 13 Kasım 1980’de ölümünden sonra tarikatın başına damadı Prof. Dr. Esad Coşan geçti. İskenderpaşa cemaati, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da politikada etkin oldu. Fakat Erbakan ile Coşan arasında başlayan kavganın ardından gücünü yitirmeye başladı. Kavganın nedeni; Coşan’ın, Erbakan’dan partinin kontrolünü almak istemesiydi. Ancak Erbakan “Partiyi bana Kotku verdi,” diyerek Coşan’ın isteğini reddetti.
Nakşilik ve İktidar İlişkisi
Nakşî geleneğinden gelen tarikatlar aslında hep iktidarlara yakın oldular. Siyaset-iktidar ilişkisi nakşibendîlerin tarihsel sürecinde önemli bir yer işgal eder. Hiçbir dönem siyasetten uzak durmadılar. Esasen ‘siyaseten iktidar olma ile kitlelerin gönlünde iktidar olma’ dengesini kurarak ilerleme, İslamcılığın önemli bir politikası haline geldi.
“Aslında bütün İslami cemaatler, siyasaldır.”
TÜRKİYE İSLAMCILARININ ÇEŞİTLERİ
Türkiye’de İslamistler, temelde beyaz ve siyah olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. İkisinin de amacı; ülkenin siyasal iktidarını ve onun vasıtasıyla hazır nimetlerini ele geçirmektir.
Beyaz İslamistler
Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye İslamcılığı ilk bela edenler, Necmettin Erbakan’ın başını çektiği beyaz İslamistlerdir. Beyaz İslamistler, Geleneksel olarak Osmanlı’dan edindikleri siyasal İslam anlayışına sahiptiler. Osmanlı’dan kalan orta tabaka insanların çocuklarıdırlar. Mesela Necmeddin Erbakan’ın babası, Osmanlı döneminde Sinop Kadı Vekili olan Mehmet Sabri’dir. Genellikle Türkiye’ye göç etmiş kişilerdir. Mesela Erbakan, anne tarafından Kafkasya’dan gelmedir. Baba tarafı ise, 19. yüzyılın sonlarında Adana’nın Kozan, Saimbeyli ve Tufanbeyli bölgelerinde hüküm sürmüş Kozanoğlu Beyliği’ne dayanır.
Türkiye’de İslamcılığın kurucularının ve önderleri, milli dini eğitim kurumları olan İmam-Hatiplerde dini eğitim almış değillerdir. Türkiye’deki din eğitimini benimsemezler, Suudi din anlayışını benimserler. İktidara gelebilmek için İmam-Hatip okullarını ve öğrencilerini finanse ederler ama alt sosyal tabakanın okulları olarak gördükleri bu okullarda çocuklarına eğitim aldırmazlar. Neticede bu alt tabaka sayesinde iktidara gelmişlerdir ama sosyal tabanları yoktur. Çünkü dindar alt halk tabakasını temsil etmiyorlardı. Onların yabancısıdırlar. Nitekim onları sosyal tabanları yapamadılar. Aslında onların istedikleri hedef, başka okullarda okuttukları çocuklarına, siyasal iktidarı elde edebilmeleri için, İmam-Hatipler vasıtasıyla alt tabakadan sosyal taban yetiştirmektir.
Beyaz İslamistler ve Suud Bağı
Suudi Arabistan, Türkiye’de İslamistliğin kurucusu olan beyaz İslamistleri desteklemiştir. Suudi Kraliyet tabakası, beyaz İslamistleri elli yıl finanse etti. Üniversitelerine onları hoca yaptı. İnşaat işlerini onlara verdi. Onlara Avrupa üzerinden hac kotası ayırdı. Bu beyaz Türk İslamistler, özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda Suudi Arabistan’la aynı günde oruca başlar ve bayram yaparlardı. Namazları, onlar gibi kılarlardı. Suudiler, beyaz İslamistlerden Türkiye’de başörtüsünü ve faizi mesele yapmalarını istemişti. Onlar da bunu harfiyen uygulayarak başörtüsünü propagandalarıyla, ülkenin birincil problemi olduğunu kamuoyuna kabul ettirdiler. Ben, İngiltere’de öğrenci olduğum 1990’da bile Arabistan üniversitelerinde görevli beyaz İslamist Türkiyeli akademisyenler, İngiltere’ye gelip, Türk öğrencilere başörtüsü ve faiz propagandası yaparlardı. Hatta bir seferinde Erbakan da gelmiş aynı şeyi yapmıştı.
İmam-Hatiplerde Türkiye milli din eğitimi almayanlar dış ülkelerin ve iç dinsel cemaatlerin din anlayışları tarafından etki altına alınabilmektedirler. Cemaat mensuplarının büyük çoğunluğu bu tip kişilerdir. Mesela Türkiye’deki milli din eğitimini almamış beyaz İslamistler, Vahhabi tandanslı idiler. Vahhabiler, İmam-Hatiplileri sevmezlerdi. Çünkü onları değiştiremiyorlardı.
Suud Kralı Abdullah’ın, 40 yıl aradan sonra ilk kez 12.11.2007 tarihinde Cumhurbaşkanı olduğunda Abdullah Gül’ü Ankara’da ziyareti bu bağın göstergesidir. Suud Kralı, halen Atatürk’ü ve laikliği temsi etmesinden dolayı Çankaya Köşkü’ne gitmemişti. Nitekim Suudi Arabistan Kral’ı Abdullah, bir önceki yıl ziyaretinde olduğu gibi bu yıl da Anıtkabir’e gitmedi. Gül, Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ı kaldığı otelde ziyaret ederek, Çankaya Köşkü protokolünde o zamana kadar görülmemiş bir uygulama gerçekleştirmişti.
Arapların, İstanbul’u alma politikası vardır. Hz. Peygamber dahi, İstanbul’u fethetmek için bir sefer düzenlemişti ama Suriye’den geri dönmüştü. Şimdi bunu para ile satın alarak yapıyorlar. Kendisini İslam’ın lideri olarak gören Suud Araplarının bir diğer politikası; Türkiye’de laikliğin ve Atatürkçülüğün yerleşmemesi idi. Çünkü bunları yerleşmesini, hem kendi siyasal varlığına hem de geleneksel arkaik İslam anlayışına tehdit görüyordu. Bu nedenle Türkiye’de İslamcılık hareketlerini destekliyordu.
“Suudlular, Atatürk’e ve laikliğe, kendilerine Türkiye’den arazi satılmasını engellediği için düşman idiler.”
Siyah İslamistler, Siyahi Başkaldırı
Siyah İslamistler, aslında yerli İslamcılardır. İmam-Hatip okullarında yetişenlerdir. Kendileriyle yukarıdakiler arasındaki eşitsizliğin farkına varan kırsal ve toplumun alt kesimleridir. Aslında onlar, tarihte emsali sıkça görülen siyahi başkaldıranlar idi. Cumhuriyet Türkiye’sinin açtığı İmam-Hatip Okulu, elli yıl sonra, Cumhuriyet egemenlerinin başına bela olmuştur. Ama belki de Cumhuriyeti yine onlar kurtaracaklardır.
“Türkiye’de siyah İslamistler; tarihte çokça örneği görülen siyahi başkaldırılardan biri olarak, hem kendilerini üreten beyaz İslamistleri hem de ikisine karşı olan beyaz Türkleri devirmiştir.”
Siyah İslamistlerin eğitim merkezi olan İmam-Hatipler, beyaz İslamistler tarafından kurulmuşlar ve desteklenmişlerdir. Ben, 1970’li yıllarda Fatih İmam-Hatip Okulunda öğrenci iken, okulun ihtiyaçlarını karşılamak üzere İlim Yayma Cemiyeti’ni yaşatanlar, İskenderpaşa Nakşiliğinin mensupları idiler.
Tayyip Erdoğan ve Beyaz İslamistler
Tayyip Erdoğan, Türkiye’deki büyük çoğunluğu oluşturan homojen siyah Müslümanların temsilcisidir. Siyah İslamist sayılan kırsal ve folk Müslümanları kendisine taban yapmayı başarmış ve onlardan oy almıştır. Siyasal siyah İslamist hareket; kendi siyasal İslami ideolojik problemini, folk halkın problemi olarak halka kabul ettirmiştir. Erdoğan, beyaz İslamistliğe dışarıdan montedir. Nitekim İskenderpaşa’ya intisap etmemişti. Beyaz İslamizmin temsilcisi olan Suud İslamizmi, Türkiye’nin İmam-Hatip milli dini eğitimi almış T. Erdoğan’ı benimsemedi. Ama laikliği ve Atatürk’ü göz ardı etmiş görünmesi, Suudilere Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da gayri menkul satın almalarına ve şirket kurmalarına izin vermesi gibi pragmatik nedenlerle karşı çıkmıyorlar. Laik rejim Suudlululara bu izinleri vermiyordu.
BEYAZ İSLAMİST ve SİYAH İSLAMİST ÇATIŞMASI
Erbakan-Tayyip Erdoğan Çatışması
Türkiye’deki beyaz ve siyah İslamistler arasında bir çatışma her zaman var olmuştur. Bu çatışma; milli din eğitimi almışlık ve sosyal sınıf çatışmasıdır. Nitekim beyaz İslamist Erbakan ve grubu, siyah İslamist Erdoğan’ı hiç benimsememiştir. Onu ne belediye başkanı ne de milletvekili yapmak istemiştir. 2018 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Temel Karamollaoğlu’nun Tayyib Erdoğan’a rakip olması, beyaz ve siyah İslamistlerin çatışması idi.
İskenderpaşa’ya hiç intisap etmemiş olan Erdoğan, hedefine ulaşana kadar İskenderpaşa dergahı’ndan kişilerle birlikte hareket etmiştir. Abdullah Gül ile birlikte Erbakan’a rakip olması da hedefe ulaşmada bir basamak idi. Fakat şimdi 2018 yılında, en yakınında yer alan akıl hocalarıyla da bağlarını kesmiş durumdadır. Nevzat Yalçıntaş, Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi Tayyip muhalefetinin temeli bu sosyolojide yatar. Erdoğan, beyaz İslamistlere en yüksek devlet makamları vererek teker teker tasfiye etmiştir. Nasıl olsa “cebinden vermiyordu”, milletten ve devletten veriyordu. Son kalan beyaz İslamist olan A. Davutoğlu’nu da başbakan yapıp 20016 yılında izale ederek, Türkiye’deki İslamist hareketi, asıl sahipleri olan siyah İslamistlerin tekeline tamamen almıştır. Böylece Türkiye’nin asıl İslami alt tabakayı eline geçirerek, İslamist iktidarını gerçek sahiplerine getirmiştir.
“Beyaz İslamistler, siyasal iktidar uğruna Türkiye’nin başına bela ettikleri İslamcılığın hem kurban kesicileri hem de kurbanı oldular.”
Siyah İslamistlerin Galibiyeti
Kendilerini üreten beyaz İslamistleri bertaraf eden Siyah İslamistler, şimdi aşırı bağırarak ve aşırı uzatarak okudukları ezanı ve selayı, kendi galebelerini ve tahakkümlerini dışavurdukları ve dayattıkları bir aygıt olarak kullanmaktadırlar. O nedenle ezanı, her tarafı cami doldurup minare sayısını çoğaltarak ve aşırı bağırarak okumaktadırlar. Minareleri ve camileri namaz kılmak için değil, bunun için inşa etmektedirler.
Erdoğan’ın siyasal iktidarı sayesinde alt tabaka siyah İslamistler, devlet imkanlarıyla ekonomik sınıf atlayarak, zihinsel ve entelektüel olmasa da, kaportasal olarak beyazlaşmaktadırlar. Sınıf atlayan siyah İslamist kadınlar kimlik ihtiyacını; motorsal karşılayamadıklarından kaportasal olarak başlarını çift katlı başörtüsü ile sıkma baş bağlayarak, dar pantolon ve dar bluz hatta kısa kollu giyerek, makyaj yaparak oksimoronca da olsa gidermeye çalışıyorlar. Beyaz İslamistler Ortodoks Müslüman idiler. Siyah İslamistler katolik Müslümanlığını temsil ediyorlar. Protestanlaşınca çağdaşlaşacaklardır.
“Siyah İslamistler, Katolikliğin ardından Protestanlaşacaklardır. Ancak onun ardından çağımıza gelebileceklerdir.”
İslamistlerin Cumhuriyet’le Çatışması
Beyaz ve siyah İslamistlerin Cumhuriyet’le çatışması aslında çağımız öncesinin çağımızla çatışmasıdır. İslamistler, düşünüş biçimi itibariyle çağımızı yakalayamadılar. Cumhuriyetçiler ise her ne kadar zihnen olmasa da, duygu ve kaporta olarak çağımızı yakalamışlardır. Fakat asıl çağdaşlaşma motordadır. Çünkü bütün söz ve fiillerin yöneticisi motordur. Motoru çağdaşlaşamayan her hareket, geriye aslına dönmek zorundadır.
“Çağdaşlık kaportada değil, motordadır.”
“Bu çağda Cumhuriyetle çatışma, insanın kendisiyle çatışmasıdır.”
Cumhuriyet Ulus Kimliği
Cumhuriyet devrimi, sıfırdan özgün milli kimlik üretme teşebbüsü idi. Atatürk, bunu yapmaya çalışıyordu. Özgün kimlik üretmek zor bir iştir. Türkiye dışından Türkiye’ye göç edenler ve Türkiye içerisinde Osmanlı eğitimi almış olanlar, Türklük ulusal kimliğinde kendilerine yer edinme sorunu yaşadıklarından hazır mevcut İslam kimliğini sürdürmek istemişlerdi ve Cumhuriyet kimliğine düşman olmuşlardı. Mevcut İslam kimliğini edinmek kolay iş idi. Düşünme zahmeti hatta yeniden kimlik üretmek gerektirmiyordu. Fakat artık İslam kimliği ile var olunamazdı. Çünkü İnsanlık, çağımızda, din kimliğini atmış, çağdaş düşünme biçimi ile özgün ulusal kimlik üretimine geçmişti.
“Bütün İslamcılık hareketleri; halkını ve ülkesini sömürerek kolay yoldan ekonomik ve siyasal haksız kazanç sağlamak amaçlıdır.”
İslamcıların Millî İslamcılığı
Milli İslamcılıktan kastedilen, Osmanlı kimliğiyle yani eski ve geçmiş malzemeyle İslamcılıktır. Bu kimliğin öğeleri ve unsurları ve içerikleri nedir? Cami, minare ve ezan adı altında bağırmak mıdır? Hiçbir yeniçağda hiçbir eski unsurlarla kimlik oluşturulamaz. Her çağın nesli kendi kimliğini kendisi üretecektir. Nitekim eski kimlikler eski çağın insanları tarafından kendileri için üretilmişti, gelecek nesiller için değil.
“İslam’dan Türk milliliği çıkmaz. Çünkü İslam Türk millisi değildir.”
Türk-İslam Sentezi
“Türkiye’nin milli dini; İskendarpaşa ana akım Nakşiliği ve İmam-Hatip İslamı’dır.”
Türkiye, uzun bir zamandır, var olmak için çıkmaz sokak olan, bir “Türk-İslam Sentezi” adlı bir çıkış üretti. “İmam-Hatipler, “Türk-İslam Sentezi”nin devlet politikasında ana unsur olarak kullanılmasının mimarı olacaktır,” fikrinde olanlardan biri olan Genelkurmay Eski Başkanlarından ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay 1969’da şunları söylüyor: “Bugünkü laik okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu laik okullardan yetişen gençlere memleket idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi işbaşına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz, laik okullara karşı İmam-Hatip Okullarını birer alternatif olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu İmam-Hatip Okullarında yetiştireceğiz.” Bu sözde bile felsefi değil, kişici çözüm arayışı vardır. Görüldüğü gibi, askerlerle dinadamları birbirleriyle çok iyi anlaşırlar. Aslında birbirlerinden farkları yoktur. Çünkü ikisi de monarşisttir ve folklorik dindar itaatkar İslamcıları severler. İmam-Hatip, folklorik İslamcı yetiştirir.
“Türk-İslam sentezi, çağımızda ne üretilme ne de uygulanma şansı vardır. Çünkü ikisinin de çağdaş felsefesi yoktur. Bu nedenle İmam-Hatip açmak anlamsızdır.”
TÜRKİYE İSLAMCILIĞININ KARAKTERİ
Türk İslamcılığı; ideolojik-politik ve folkloriktir. Felsefi ve teolojik değildir. İdeolojik İslamcılık; İslam’ı bir ideoloji ve kimlik olarak kullanmaktır. Sadece nominal olarak “İslam’ı yaşatmak” gibi iddianın olmasıdır. Politik İslamcılığın iki yönü vardır. Biri; ülke içinde iktidara gelmek amacıyla İslam’ı kullanmaktır. Diğeri ise; bütün Müslümanların din temelli birliğini “Ümmet” adı altında sağlayıp dünyaya hakim olmaktır. Folklorik olması; İslam’ı bedenle uygulanan, kulağa hitap eden ezan ve sela gibi bazı ritüellerden ve göze hitap eden cami ve minare gibi bazı sembollerden ibaret görmektendir. Fikirsel ve Teolojik İslamcılık olmaması; İslam’ın kişisel hayat dahil her alanda egemen olmasını hedeflememesi, İslam’ı felsefe ile teolojik olarak geliştirme isteği olmamasıdır.
“Her alanda fizikselliğin sona erdiği çağımızda düşünlere hitap etmeyen hiçbir akımın varlık şansı yoktur.”
MÜSLÜMANLARIN YAPMALARI GEREKENLER
“Ele geçirmek için uğraştıkları iktidarı İslamcılar 50 yıl sonra İslamcılar ele geçirdi. Peki ne değişti? Bütün devleti, özel sektörleri, medyayı ele geçirdiler ama peki ne değişti? İslam mı geldi? Peki neden iktidara gelmek istemişlerdi?”
Hiçbir şey değişemezdi. Çünkü: Müslümanlar; 18. asırdan sonra insanlığın tamamen yeni bir faza geçtiği gerçeğinin bilincine varmadılar. Çağımızda, İslamcılık dahil, geçmişin hiçbir felsefesiyle var olunamaz. Din adı verilen geçmiş hiçbir sistemin uygulanırlık imkanı kalmamıştır. Din, kişinin Tanrısı ile kişisel ilişkisinden başka hiçbir alanda kullanılamaz artık.
“Unutmayalım ki; eski malzeme ile yeni, kerpiç malzeme ile plaza yapılamaz.”
18. asırdan sonra Müslümanların, İslam’a dayandırarak bin yıl zar zor tutturduğu tarih filmi ve hayat halatı koptu. Atatürk ile en azından var olma ihtimalini açan “çağın duvarına tırnak tutturma” teşebbüsü halen sonuç vermemiştir. Halen patinaj yapılmaktadır. Patinajdan kurtulmanın tek yolu, çağdaş düşünmeyi öğrenmek, onunla oluşmak ve ürünler vermektir.
İnsanlık, insanlığı binlerce yıl yöneten Semitik kutsal kitapların akıl çapını, bilgi ve fikir malzemesini ve dinsel düşünmeyi aştıktan sonra çağımızı doğurabilmiştir. Aşmak, mutlaka inkar etmek değildir.
“Dindarlık başka, dinsel düşünme başka şeydir. Bundan sonra ve her zaman dindar olunabilir ama artık dinsel düşünüşle var olunamaz.”
İslam’a Dönüş
Çağımızda “İslam’a dönüş” bir çare değildir. Çünkü bu sefer ki çöküşün, tarihte emsali yoktur. Bu seferki çöküş nedeni; aklı, din ve tanrı adı verilen dış sınırlamalardan kurtarıp iç akıl olan beşeri aklı sınırsız kullanan insanlığın ileri geçmesi ve geçmişten tamamen farklı bir dünya üretmesiydi. Bu akıl, geçmişin kabuklaşmış statik nasslarını ve dogmalarını kırmış ve aşmış bir akıldır. Nassa geri gitmek, dar olan aklı daha da daraltmak idi. Bir de bu dinsel aklı aşarsak “şirke” düşeriz korkusunun sınırlaması vardı. Müslümanlar, dinen meşru kabul edilen aklı kullanma sınırları meselesini bile daha halledememişti.
“Müslümanların aklı; halen bile, ileriye giden değil, “Allah’ın Kitabı’na” diyerek geri giden bir akıldır.”
Aydınlanma
İnsanlık, 18. asırdan itibaren Aydınlanma adı verilen bir aşamaya geçti. Aydınlanma; Tanrı merkezli akıldan, insan merkezli akla geçiştir. Aydınlanmanın merkeze aldığı akıl; her türlü tanrısal kılavuzluktan arınmış; hür ve kendi kendine yetebilen, şüpheci, sorgulayıcı eleştirel bir akıldır. İlâhî olandan dünyevî olana geçişte dinin bütün sosyal, siyasal, kültürel, inançsal ve ekonomik değer ve kurumlar, bu beşeri aklın eleştirisine tâbi tutulmuştur. Amaç; insanı veya insanlığı, din adı verilen her türlü köleleştirici mit, mitos, inanç ve ön yargılardan kurtarmaktır. İşte bu akıl, çağımızın bütün gelişmelerini icat etti.
“Her şey, beşeri akla dayandığından “Aydınlanma Çağın”na “Akıl Çağı” denmiştir.”
Akılcı ve Bilimsel Düşünme
Aydınlanmanın getirdiği en önemli değişiklik; “akılcı ve bilimsel düşünme”dir. Bu düşünme; din adı verilen eski, geleneksel, değişmez kabul edilen spekülatif varsayımlardan, ön yargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünmeyi tanımlar. Din ya da Tanrı merkezli geçmiş yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte beşeri akıl merkezli düzenlemeler arayışı almıştır. Çağımızdaki akıl, geçmişinkinden çok farklıdır. Geçmişin aklı, artık hiçbir alanda kullanılmamaktadır.
Seküllerlik
Rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda düşünmenin temeli sekülerliktir. Sekülerlik; bağımsız, tarafsız ve nötr düşünüş biçimidir. Seküler düşünme, Aydınlanma felsefesinin ve aydınlanmacılığın her türlü ürününde temel olmuştur. Artık seküler eğitim şarttır.
Batı’nın Değil, İnsanlığın Aşaması
Aslında çağımızda ulaşılan akıl çapı ve düşünme düzeyi, Batı’nın değil, insanlığın ürünüydü. Çünkü bu aşamayı Batı toplumu ve Hristiyanlık üretmemişti. Hasbelkader orada yaşayan düşünürler üretmişti. Nitekim bu düşünürler hem Batı toplumu hem de Hristiyanlık tarafından düşman görülmüşlerdi ve öldürülmüşlerdi. İnsanlık, Hristiyanlığı aşınca bugünü üretebildi.
Suçu Dışarıya Atmak
Müslümanlar, tarih boyunca hiçbir zaman realist olamadılar. Başlarına gelen felaketlerin sorumlusu olarak kendilerini hiç görmediler, suçu hep dış güçlere attılar. Suçu dış güçlere atmalarının nedeni, hep dış güçler tarafından ülke içinde güç kazanmalarıdır. Dışgüçlerin gücünü ve kendilerine güç kazandırmalarının nedenini bildiklerinden, hep “İslam’ı yok edecekler,” paranoyası ile yaşadılar. Osmanlı çöktüğünde de öyle yaptılar: İslamcıların çoğuna göre İslamî çöküşün en büyük sebebi; Müslümanları köleleştirmek suretiyle yıkma peşinde olan Avrupa’nın emperyalizminde aranmalıydı. Bunların gayesi, İslam topraklarında askeri, siyasi ve iktisadi üstünlüğü yerleştirip kendi kültürlerinin etkisiyle, İslam’ın temel inanç ve değerlerini yok etmek idi. Bu durumun hal çaresi; yabancı istilacıları kovup imtiyaz ve dokunulmazlıklarını kaldırmak, İslamî itikada sarılarak halifenin etrafında toplanmak idi.
“Batı neden kendi kültürüyle Müslümanları çağdaşlaştırmak istesin ki? Eğer çağdaşlaşırlarsa, Müslümanları sömüremezler ki!”
Ulema ve Umera
Halk her zaman kendisine düşen fiziksel görevini yapmıştır. Halk sokakta fiziksel direnirken, ulema ve umera ne yapıyordu? Sela okutuyordu. Ya da dış güçlerle işbirliği yapıyordu. Ya da bin yıl önce yazılmış tefsir, fıkıh, kelam ve hadis gibi kitapları, halk tabiriyle “temcit pilavı gibi” ısıtıp ısıtıp okuyor ve okutuyordu. Böylece hem kendileri alim oluyorlardı hem de yeni alim yetiştiriyordu. Ve devlet nimetleriyle kral hayatı yaşıyordu. Ülkenin kafa katmanını işte bu eskimiş bilgi malzemesini bilenler işgal ediyordu.
Ulema, hiçbir görevini yapmadı. Devlet idaresinden, yönetim sistemine, diplomasiden dini anlayışa, mezhepten fıkıh konularına kadar, her konuda, Batı’da yapıldığı vasıfta felsefi ve bilimsel yenilik ve değişim için fikirler üretmeleri gerekiyordu. Tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi İslamın temel ilimlerini güncellemeleri gerekiyordu. Ama yapmadılar yapamadılar. Sadece devletin nimetlerini yemek için resmi kadroları nasıl ele geçireceklerinin ve elde tutacaklarının mücadelesini veriyorlardı. Bu nedenle, halka sürekli okuttukları İslam ahlakının yasakladığı birbirlerini jurnallıyor ve gammazlıyorlardı. Haksız kazanç sayesinde kul hakkı yiyorlardı.
“Bugünkü İlahiyat uleması da farklı bir şey yapmıyor.”
İslam’la Boğuşmak
İslam’ın bilime ve ilerlemeye engel olmadığının kavgası yapılarak İslam’la boğuşulmuştur. Fakat ilmi yapmakla kimse boğuşmamıştır. Asıl yapılması gereken ilim idi. Farzedelim İslam’ın ilme engel olmadığı kabul edildi, peki ilim neden yapılmadı. Hatta İslam’ın ilme engel olmadığını savunanların kendileri, Batı’da yapıldığı gibi ilim neden yapmadılar? Halbuki o bilimi felsefe üretmiştir. O felsefeden hiç söz edilmedi, hiç savunulmadı ve yapılmadı. Çünkü o düşünme ile yapılabiliyordu ve onu yapmak çok zor bir işti.
Müslümanlar Batı’nın biliminin, felsefe yapmadan yapılmasını savunuyorlardı. Çünkü hazır bilimi almak hem kolaydı hem de Allah’ın ve dinin varlığına sorun oluşturmuyordu ama felsefe Allah’ın ve dinin varlığını sorguluyordu. Fakat çağdaş bilimi üreten felsefe, önce Tanrının ve dinin varlığını halletmiş ondan sonra bu bilimi icat edebilmişti. Müslümanlar, İslam’ın statiklerini ve sınırlandırmalarını bir türlü aşamamışlardı. Hem eskisi gibi din olacak hem de onu yok eden yeni bilim alınacaktı. Bu ise imkansızdı. Nitekim halen de mümkün olmadı. Ya yardan ya da serden vazgeçilecekti. Bunu haletmek, derin felsefe gerektirirdi.
“Batı’da filozoflar ve biliminsanları, Hristiyanlıkla boğuşup onu aştıktan sonra bütün gelişmeleri icat edebilmişlerdi. Müslümanlar da bu işlemi yapmak zorundadırlar.”
Asıl boğuşulması gereken dinin kendisi idi. Onun, çağın ürettiği teknik bilimsel bilgilerle ve felsefe disiplinleriyle eleştirel sorgulayıcı şekilde ele alınması gerekirdi. Din ile boğuşmak; onu inkar etmek için değildir. Çağdaş bilim ve felsefe metotlarıyla din adı verilen fikir ve bilgi malzemesini eleklemek, elekten geçenleri almak, geçmeyenleri ayıklamak içindir. Elekten geçemeyenler artık kullanılamazlar demektir. Kullanılamayacak malzemeye kim para ve emek harcar ki!
Atatürk
Çağımızda İslam, ancak, Atatürk’ün büyük isabetle belirlediği üzere, kişinin tanrısı ile arasındaki ilişkide kalmaktan başka şansı yoktur. Onun dışına taşırılacak olan her alan, çağımızda problem üretmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır. Çağımızın problemleri, İslam adı altında bin yıl önce Müslümanların doğurduğu problemlerle ve çözümlerle çözülemez.
“Aksi takdirde Türkiye’de her gün içimizden bir yenisinin ortaya çıkıp varlığımızı elimizden almaya çalışan, toplumsal boğuşma verdiğimiz dini örgütler eksik olmayacaktır.”
Türkiye, bin yıllık tarihinde sebepler farklı olsa da sürekli olarak felsefi düşünmeye baskı uygulamıştır. Selçuklularla 1055’te İslam adıyla başlayan bu baskı, Osmanlı’da “gavurluk”, “zındıklık” ve “ehli bidat” gibi terminolojilerle devam etmiştir. Atatürk getirmek istemesine rağmen, Cumhuriyet döneminde ve halen çağdaş özgür düşünme öğretilememekte, üstelik çeşitli nedenlerle onun üzerinde baskı uygulanmaktadır.
“İslamcılık gibi, geçmiş hiçbir paradigma ile var olmak mümkün değildir.”
“İslamcılık gibi geçmiş şeylere yapışmak, çağdaş hazırcı avcı-toplayıcılıktır.”
“Artık avcı-toplayıcılık değil, icatçılık vardır.”
Türkiye’nin, mevcut kafa yapısına sahip insan malzemesiyle, yapabileceği hiçbir şey kalmamıştır. Bu çağın meseleleri, çağdaş kafasal meselelerdir. Eski kafa ile, çağımızın meselelerinin üstesinden gelmek imkansızdır.
“Bundan sonra var olmak isteniyorsa, mutlaka Atatürk’ün Türkiye’ye tanıttığı çağımızın “akılcı ve bilimsel düşünüşü” öğrenilmek, onunla oluşulmak ve yeni ürünler icat edebiliyor hale gelmek şarttır. Asıl ontolojik yani “beka” meselesi budur.”
“Unutmayalım ki; en zor iş, çağdışı insan malzemesiyle çağdaş işler yapmaktır.”
İslamcılığın egemen olduğu yerde, başta demokrasi olmak üzere, çağdaş sistemlerinin hiçbirinin uygulanma şansı yoktur. Çünkü bunlar, İslamcılığın karakterine tamamen zıttır.
3 Ağustos 2018