Sayfalar

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

NE YAPILDI? 

 

15.7.2018 tarihli ve 9 sayılı Milletlerarası Andlaşmaların Onaylanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”, Andlaşmaların yürütme yetksini Cumhurbaşkanı’na vermiştir. Ama yasama organının onaylayarak kanun hükmüne getirdiği İstanbul Sözleşmesi’nin feshi de yasama organının payına düşmektedir. Çünkü, Milletlerarası Andlaşma’ların konusu yürütme yetkisine ilişkin bir konu değildir. Anayasa’da, milletlerarası andlaşmaları onaylama yetkisi yürütme organı ile yasama organı arasında paylaştırılmıştır. 

 

Kaldı ki, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesine dayanarak İstanbul Sözleşmesi’ni Cumhurbaşkanı’nın kararı ile hukuka uygun olarak feshetmek hiç mümkün değildir. 3. maddeye göre, yürütme süresini uzatma …. gerekli bildirimlerini yapma …. uygulama alanının değişikliklerini tesbit etme …. hükümlerin uygulanmasını durdurma …. ve sona erdirme, Cumhurbaşkanı’nın kararı ile “Andlaşmanın feshini ihbar etmemek suretiyle”  mümkündür. 

 

Yukarıdaki 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin hiçbir maddesi kanun hükmüne gelen andlaşmaları fesih etme yetkisini “Cumhurbaşkanı’nın Kararına” vermemiştir. 

 

Buna rağmen,  İstanbul Sözleşmesi  20 Mart 2021 tarih ve 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilmiştir. 

 

NE YAPMALI? 

 

Cumhurbaşkanı fesih kararının iptali ve yürütmenin durdurulması için tüm kadınlar Danıştay’da dava açabilirler. Daha önce kabul edilen İstanbul Sözleşmesi kadınları koruyucu ve şiddete karşı önleyici hükümler içermektedir. Kadınlar için bunlar bir teminattır.  Fesih yapılarak bu teminat kaldırılmıştır. Teminatı kaybetmek kadınların zararınadır. 

 

Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan doğruya baş vurarak (Bunu sadece CHP veya 120 milletvekili birlikte yapabilir!) iptal davası açılabilir.  


Çünkü, İstanbul Sözleşmesi Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilmiştir. Bu fesih ancak “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kaldırılabir” gerekçesiyle, AYM fesih kararının Hukukilik denetimini yapabilir. 

 

Sınıfsız Toplum Platformu

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

HDP’nin kaderi AYM’deki kritik dengede: Anahtar 2 üyede

Türkiye’de demokrasinin anahtarı AYM’nin elinde. HDP hakkında açılan kapatma davasında yargılamayı yapacak olan 15 üyeli AYM’de 2 üyenin oyu dengeleri değiştirebilir. AYM’deki kritik dengeyi Alican Uludağ yazdı. 


 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP hakkında açtığı kapatma davasının ardından gözler yargılamayı yapacak olan Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) çevrildi. Yüksek Mahkeme’nin HDP ile ilgili vereceği olası kapatma veya kapatmama kararı, 2023’teki Cumhurbaşkanlığı seçimini doğrudan etkileyecek sonuçlar doğuracak. 

 

Kapatma davasında AYM’nin önünde üç seçenek var. Anayasanın 69. maddesi uyarınca HDP hakkında temelli kapatma, fiillerin ağırlığına göre devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılma kararı verilebileceği gibi dava esastan da reddedilebilir.

 

Toplam 15 üyeli Anayasa Mahkemesi’nin HDP hakkında kapatma veya hazine yardımından yoksun bırakılması kararı ancak üyelerin üçte iki çokluğuyla verilmek zorunda. 

 

Yani, AYM’nin 10 üyesinin kapatma yönünde oy kullanması gerekiyor. 

 

Peki bu noktada AYM'deki dengeler nasıl? 

 

Anayasa Mahkemesi’nin 7 üyesini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 üyesini 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 3 üyesini ise TBMM seçti. 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in seçtiği üyelerin sonuncusu Serdar Özgüldür geçen Aralık ayında emekliye ayrıldı. Artık Sezer döneminden AYM’de üye kalmadı.

 

7’ye karşı 8 üye ayrışması 

 

Son yıllarda görüşülen kritik dava dosyalarında üyelerin kullandığı oy dağılımı incelendiğinde, 8-7 şeklinde bir oy bölünmesi dikkat çekiyor. Son olarak İrfan Fidan’ın atanmasıyla birlikte AYM’de 8 kişilik çoğunluk bir grup güçlendi. Bu isimler şöyle: Muammer Topal, Rıdvan Güleç, Kadir Özkaya, Recai Akyel, Yıldız Seferinoğlu, Selahattin Menteş, Basri Bağcı ve İrfan Fidan. 

 

AYM’deki 8 kişilik çoğunluğun karşısında ise 7 kişilik azınlık yani “muhalif” denilebilecek isimler var. Başkan Zühtü Arslan, Başkan vekili Hasan Tahsin Gökcan, üyeler Engin Yıldırım, Hicabi Dursun, Celal Mümtaz Akıncı, Yusuf Şevki Hakyemez ve Emin Kuz bu listeyi oluşturuyor. Anayasa hukukçusu olan Hakyemez, Erdoğan’ın atadığı 7 üye arasında sürpriz yaparak, özgürlükler lehinde oy kullanan tek isim oldu. 

 

Cumhuriyet davasındaki tutukluluklara ilişkin AYM’nin reddettiği başvuruya Zühtü Arslan, Hasan Tahsin Gökcan, Engin Yıldırım, Celal Mümtaz Akıncı, Yusuf Şevki Hakyemez ve Emin Kuz muhalefet ederek tutukluluğa karşı çıktı. 

 

8 kişinin ortak noktası, önemli davalarda hak ve özgürlükler aleyhinde kararlara imza atması. İktidarın tarafını belli ettiği dosyalarda bu 8 üyenin oyunun genellikle blok şeklinde hareket ettiği görülüyor. 

 

Kavala dosyasında saflar netleşti 

 

Bunun en somut örneği, geçen Aralık ayında görüşülen tutuklu aktivist Osman Kavala’nın bireysel başvurusunda yaşandı. Yüksek Mahkeme, 7’ye karşılık 8 oyla Kavala’nın tutukluluğunun hukuka aykırı olmadığına karar verdi. 

 

Bu kararın altında Muammer Topal, Rıdvan Güleç, Kadir Özkaya, Recai Akyel, Yıldız Seferinoğlu, Selahattin Menteş, Basri Bağcı ve Burhan Üstün’ün imzası vardı. Üstün’ün emekli olmasının ardından İrfan Fidan’ın gelmesiyle 8 kişilik çoğunluk yapı değişmedi. 

 

Hak ihlallerine muhalefet ettiler 

 

Barış akademisyenlerinin cezalandırılmasına ilişkin bireysel başvuruda da benzer tablo yaşandı. 2019 yılında verilen hak ihlali kararına o dönem görev olan üyelerden Muammer Topal, Kadir Özkaya, Rıdvan Güleç, Recai Akyel, Yıldız Seferinoğlu ve Selahattin Menteş karşı oy kullandı. 

 

Anayasaya aykırı oldukları gerekçesiyle bazı yasaların iptali taleplerinde de aynı tablo ortaya çıktı. Kara yollarında gösteri yürüyüşünü yasaklayan yasanın iptali kararına Muammer Topal, Rıdvan Güleç, Recai Akyel, Yıldız Seferinoğlu, Selahattin Menteş, Basri Bağcı muhalefet etti. 

 

Basın yayın organlarının milli güvenliğe tehdit oluşturduğu gerekçesiyle bakan tarafından kapatılmasına izin veren yasa hükmü Aralık 2020’de iptal edilirken, o dönem üye olan Burhan Üstün’ün toplantıya katılmaması nedeniyle 7-7 oy eşitlik çıkmış, başkan Zühtü Arslan’ın oyunun iki sayılması nedeniyle yasa maddesi iptal edilmişti.

 

Son örnek, Nükleer Düzenleme Kurumu’nun kanun hükmünde kararnameyle oluşturulmasını AYM’nin iptal etmesi oldu. Muammer Topal, Kadir Özkaya, Rıdvan Güleç, Recai Akyel, Yıldız Seferinoğlu, Selahattin Menteş ve Basri Bağcı iptal karşıtı oy kullandı. 

 

Kimler saf değiştirecek 

 

AYM’de tablo böyleyken HDP kapatma davasında şimdi hangi gruptan üyelerin saf değiştireceği merak konusu oldu. AYM kulislerinde, bu soruya yanıt vermenin şimdilik erken olduğuna dikkat çekiliyor. HDP hakkında kapatma kararı çıkmasa dahi, hazine yardımının kesilmesine yönelik karar alınabileceği ihtimaline işaret ediliyor. 

 

Benzer durum, 2008’deki AKP kapatma davasında yaşanmıştı. Bu davada 6 üye kapatma yönünde oy kullanırken, 5 üye “ret” oyu vermişti. Bir üye daha kapatma yönünde oy verseydi, AKP kapatılacaktı. Ancak oylamada nitelikli çoğunluk sağlanamadığı için AKP kapatılmaktan kurtulmuştu. Bunun ardından yapılan oylamada ise Haşim Kılıç’ın ret oyuna karşılık 10 oyla Hazine yardımının 1/2 oranında kesilmesine karar verilmişti. Yani, kapatmaya karşı olan 5 üyeden 4’ü hazine yardımı kesintisi lehinde oy değiştirmişti. 

 

HDP için de aynı sürecin yaşanıp yaşanmayacağını AYM üyeleri belirleyecek. Yüksek Mahkeme, HDP’nin kapısına kilit vuracak mı sorusunun yanıtı şimdilik belirsiz. Ancak Türkiye’de demokrasinin anahtarını AYM’nin elinde tuttuğu bir gerçek.

 

Alican Uludağ

© Deutsche Welle Türkçe

 

https://www.dw.com/tr/hdpnin-kaderi-aymdeki-kritik-dengede-anahtar-2-üyede/a-56925923

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

Meclis’in kabul ettiği Istanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanlığı kararıyla feshedilmesi hukuka uygun mu?

Ayşe Sayın

BBC Türkçe, Ankara

 


Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden cuma gecesi yayınlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararı ile ayrılması, hukuki açıdan tartışma yarattı.

 

Kararda Cumhurbaşkanı’nın İstanbul Sözleşmesi’nin fesih yetkisine, 15 Temmuz 2018’de yürürlüğe giren “Milletlerarası Andlaşmaların onaylanmasına ilişkin usul ve esaslar hakkındaki 9 nolu Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin” 3. maddesi dayanak gösteriliyor. 

 

Söz konusu madde, cumhurbaşkanına şu yetkileri veriyor: 

 

“Milletlerarası andlaşmaların (…) hükümlerinin uygulanmasını durdurma ve bunları sona erdirme, Cumhurbaşkanı kararı ile olur.”

 

Hukuki tartışmaya neden olan ise İstanbul Sözleşmesi’nin 24 Kasım 2011’de kabul edilerek yasalaşması.

 

Bazı hukukçular bu nedenle bir karar ile yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünde. 

 

Hukukçulara göre 9 numaralı kararnamedeki düzenleme TBMM’de kabul edilmemiş sözleşme veya antlaşmaları kapsıyor ve bu nedenle de ancak TBMM’de yapılacak yeni bir düzenlemeyle yürürlükten kaldırılabilir. 

 

Prof. Sözüer ve Av. Kazan: İstanbul Sözleşmesi yürürlükte 

 

BBC Türkçe’ye değerlendirmede bulunan Turgut Kazan İstanbul Sözleşmesi’nin bir yasayla onaylanarak yürürlüğe girdiğine dikkat çekerek, “Böyle bir sözleşmeden Cumhurbaşkanlığı kararıyla çıkılamaz. Dolayısıyla Meclis tarafından bu yolda yeni bir yasa yapılana kadar İstanbul Sözleşmesi yürürlüktedir” görüşünü dile getirdi. 

 

Bir düzenlemenin kabul edildiği yöntemle değiştirilebileceğinin temel bir hukuk kuralı olduğunu beliren Kazan, şöyle konuştu: 

 

“Gece yarısı kararında deniyor ki ‘Türkiye Cumhuriyeti adına 11.05.2011 tarihinde imzalanan ve 10/02/2012 tarihli Bakanlar kurulu kararı ile onaylanan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine...’ 

 

“Ama kanunla onaylama bölümü atlanıyor. Oysa Kanun 24 Kasım 2011’de onaylanmış, yürürlüğe girmiştir. Yani Bakanlar Kurulu kararıyla değil. O nedenle İstanbul Sözleşmesi yürürlüktedir diyorum.” 

 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adem Sözüer ise TBMM’de onaylanan uluslararası sözleşmelerle ilgili Anayasa'nın 90. maddesine işaret etti. Sözüer, Twitter hesabından, “İstanbul Sözleşmesi Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca yasayla onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Böyle bir sözleşmeden Cumhurbaşkanı kararnamesiyle çıkılamaz. Dolayısıyla, TBMM yeni yasa yapmadıkça İstanbul Sözleşmesi yürürlüktedir” ifadelerine yer verdi.

 

Prof. Gözler: 9 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi Anayasa’ya aykırı

 

Anayasa Profesörü Kemal Gözler ise anayasa.gen.tr sitesinde yayınladığı bir makale ile başka bir noktaya dikkat çekti. 

 

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye dair Cumhurbaşkanlığı kararının, dayanağını 9 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesinden aldığını hatırlatan Gözler, söz konusunu kararnamenin Anayasa'ya aykırı olduğunu yazdı: 

 

“Anayasamızın 104’üncü maddesinin 17’nci fıkrasının daha ilk cümlesinde açıkça ‘Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir’ denmektedir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilmesinin ilk şartı, çıkarılacak kararnamenin ‘yürütme yetkisine ilişkin’ bir konuda olmasıdır. 

 

“Peki uluslararası andlaşmaların onaylanması konusu, ‘yürütme yetkisine ilişkin bir konu’ mudur? 

 

Bu sorunun tartışmasız basit bir cevabı vardır. Hayır, ‘yürütme yetkisine ilişkin bir konu’ değildir. Çünkü, Anayasamızın kurduğu sistemde, pek çok ülkede de olduğu gibi, uluslararası andlaşmaları onaylama yetkisi, yürütme organı ile yasama organı arasında paylaştırılmıştır. 

 

Bu nedenle, İstanbul Sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti Bakımından Feshedilmesi Hakkında 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı, bu Kararın dayanağı olan 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin kendisi hukuka aykırı olduğu için hukuka aykırıdır.”

 

‘Temel haklara ilişkin düzenlemeler kararname ile yapılamaz’ 

 

İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kararı üzerine Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Türk Grubu'nun CHP ve İYİ Partili üyeleri, Türk delegasyonu başkanı AKP’li Ahmet Yıldız’ı istifaya çağırdı. 

 

Ortak açıklama yapan CHP ve İYİ Partili üyeler şu görüşe yer verdiler: 

 

“Anayasa, kişi hakları ve temel haklara ilişkin düzenlemelerin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle yapılamayacağını kayıt altına almaktadır. Ama hepsinin ötesinde Sözleşmenin öngördüğü hakları ve tedbirleri yurttaşlarımız Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin vatandaşlarından daha az hak etmiyorlar. 

 

Sayın Yıldız, Avrupa Konseyi kapsamında katıldığınız toplantılarda Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden ayrılmasının yanlış olacağını ve Türkiye’nin Sözleşmede kalacağını birçok defa belirttiniz. Bizler de sizi bu görüşleriniz nedeniyle takdir ettik. Bugün gelinen aşamada Delegasyon Başkanlığı görevinden ayrılmanızın uygun olacağını düşünüyoruz. Aksi halde hem Delegasyon üyelerini hem de yabancı muhataplarımızı yanıltmış bir politikacı konumunda bulunacaksınız.” 

 

Tartışmalar hakkında Twitter’dan bir paylaşımda bulunan Abdülhamit Gül ise “Uluslararası sözleşmelerin onayı ve yürürlüğe konulması usulü hukukumuzda açıktır. TBMM katılmayı onaylar, yürütme de bunu bir kararla yürürlüğe koyar. Yürürlüğün aynı şekilde durdurulması ve feshi, yürütmenin yetkisindedir” dedi.

 

Cumhurbaşkanı kararı iptal edilebilir mi?

 

İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesini düzenleyen Cumhurbaşkanlığı kararının yargısal denetimi Danıştay’a ait. Anayasa Mahkemesi ise kararların değil, kararnamelerin denetimini gerçekleştiriyor. 

 

Danıştay Yasası’nın 24. maddesi, “Danıştay’ın ilk derece mahkemesi olarak Cumhurbaşkanlığı kararlarına, Cumhurbaşkanınca çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri dışındaki düzenleyici işlemlerden doğan idari davaları karara bağlayacağı” hükmünü içeriyor. 

 

Bu durumda kararın iptali için Danıştay’a başvuruda bulunmak gerekiyor. 

 

20 Mart 2021

 

https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56467755

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

Dünyadaki ilk kadın örgütlenmesi

Bacıyan-ı Rum örgütü

 

Ahi Teşkilatının kadın kolu olan Bacıyan-ı Rum mensupları, yönetimin yanlış kararlarına ve Moğol istilasına karşı da Ahilerle birlikte savaştı. Moğol askerleri ve sonra da mallarına el koyan Selçuklu sultanlarına direnen Anadolu Bacıları’nın bir kısmı kılıçtan geçirildi. Bazıları da esir hayatı yaşadı. 

 

Miyase İlknur

 

 

Avrupa’da Sanayi Devrimi öncesinde nitelik gerektirmeyen ve çoğunlukla da aile içi işletmelerde vasıfsız içi olarak çalışan kadınların bir ücret karşılığı işgücüne katılması ancak 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Emek yoğun işlerde ucuz içgücü olarak yararlanılan kadınların örgütlenmeleri de ancak 19. yüzyılla birlikte mümkün olacaktır. Oysa Anadolu’da kadınlar daha 13.Yüzyılda kendi başlarına iş kurabilme, ara mal üretme, ürünlerini kadınların kurduğu çarşılarda satma ve çalışan kadınlarla dayanışma amaçlı örgüt kurarak dünyadaki ilk kadın örgütlenmesini de gerekleştirme başarısına imza atmıştır. Ancak ne hazindir ki, Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) örgütünden bırakın dünyayı, bu topraklarda bile konu ile ilgili bir avuç akademisyen dışında haberdar olan yok. 

 

Bu konuda yurtiçinde çalışma yapanların sayısı o kadar az ki, yabancı bilim adamları, Âşık Paşazade’nin ilk kez söz ettiği Bacıyan-ı Rum örgütünün varlığına şüphe ile bakmış, olsa olsa bunun yanlış okuma ya da yanlış kayda geçme ihtimali üzerinde durmuşlar. Alman Şarkiyatçı Taescner, 1200’lü yıllarda bir kadın orgütlenmesini imkânsız görmüş ve Bacıyan-ı Rum örgütü diye alıntılanan tamlamanın Hacıyan-ı Rum olabileceğini öne sürmüştür. 

 

Dünyada Ahilik teşkilatı ile birlikte kooperatifçiliğin de ilk örneğini oluşturan Bacıyan-ı Rum, sadece mesleki bir teşkilat değil aynı zamanda siyasi faaliyetlerin de yürütüldüğü bir kadın örgütlenmesidir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin halkın yaşamını zorlaştıran kimi uygulamalarına karşı direndiş gösterdiği gibi Moğol istilasına karşı da bulunduğu şehri teslim etmek istemeyen Ahi Teşkilatı’yla birlikte  amansız bir direniş göstermiş, bunun bedelini de canlarıyla ödemişlerdir. 

 

DİNSİZ TÜRKMENLER DENİLDİ

 

Bacıyan-ı Rum örgütü, siyasi kimliği ve ortodoks Sünni din anlayışını reddeden batıni tasavvuf eğilimi nedeniyle o günden ne devlet katında ne de akademi dünyasında gereken ilgiye mazhar olamamıştır. Âşıkpaşazade tarihi, Bektaşi manakıpnameleri ve seyyahlar dışında kalan tarih yazılımı kasıtlı ve karalayıcıdır. Saray tarihçilerinin yanında Ahmet Eflaki gibi Mevlevi tarihçileri Ahi Teşkilatı ve Bacıyan-ı Rum örgütü hakkında “dinsiz Türkmenler, Babai, Hasan Sabbah artıkları, mülhid, zındık” gibi suçlamalara yer vermiştir. Mevlevi tarihçilerinin Ahi Teşkilatı ile Bacıyan-ı Rum örgütünü hedef almasının arka planında Moğol işgali karşısında farklı tutum almaları yatmaktadır. Ahiler ve Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) Moğollara direnirken Mevleviler ise Moğollara koşulsuz biat etmekle kalmayıp Ahilerin ve Bacılar’ın tekke ve medreselerinin kendilerine verilmesini talep etmiştir. 

 

BACILARIN LİDERİ FATMA BACI

 

Bacıyan-ı Rum örgütünün lideri Fatma Bacı, Ahilerin lideri Ahi Evran’ın eşidir. Sadece eşinden dolayı değil dönemin ünlü mutasavvıflarından Evhadüddin- Kirmani’nin de kızı olması nedeniyle büyük saygınlığı vardır. Ona olan derin saygı Alevi-Bektaşi kitleler nezdinde bugün de sürüyor. Ancak bugün ona duyulan saygı, başında bulunduğu örgütten, verdiği mücadeleden ve Ahi Evran’ın eşi olmasından dolayı değil, Moğolların elinde 14 yıllık esaretten ve eşi Ahi Evran’ın katletilmesinden sonra sığındığı Hacı Bektaş Veli’nin evlatlığı ve onun felsefesini ve ilmini öğrettiği vârisi olmasından dolayıdır. Hacıbektaş’ın evlatlığı ve ilmi varisi olan Fatma Bacı’nın adı da o tarihten sonra “Kadıncık Ana” olarak anılmaya başlamıştır. 

 

Kadınların kurduğu bu sosyal, kültürel, ticari ve siyasi örgüt Ahilik teşkilatından ayrı düşünülemez. Sonuçta Bacıyan-ı Rum örgütü Ahilik teşkilatının bir nevi kadınlar koludur. Ahilik teşkilatının bütün ilke ve kararları Bacıyan-ı Rum örgütü için de geçerliydi. 

 

KADINLI ERKEKLİ YEMEKLER 

 

Ahilik Teşkilatı’na bağlı belli malları satan tüccar ve üretim atölyeleri bugünkü sanayi siteleri gibi belli çarşılarda toplanmıştı. Ahi Evran debbağların piri olarak tarihe geçmiş olsa da 32 çeşit sanatkâr kolunun da lideridir. Şehirlerde kurulan sanayi sitelerinde kadınların üretimlerini pazarladıkları dükkan ve atölyeleri bulunmaktaydı. Kayseri’de dericiler ve bakırcılar çarşısının yanında bulunan Külahduzlar (Örgücüler) çarşısında da kadınlar debbağların tabakladığı derilerdeki yünleri ip haline getirip örgücülükte kullanıyor ve bunları kendilerine ait çarşıda satışa sunuyordu. Külah, halı, kilim, kumaş ve diğer dokumacılık kollarında faaliyet gösteren Bacıyan-ı Rum örgütüne mensup kadınlar, Ahilik Teşkilatı’nın güçlü olduğu Kayseri, Kırşehir ve Konya gibi şehirlerden sonra Moğol istilasının ardından çekilmek zorunda kaldıkları uç bölgelerde de bu faaliyetlerini sürdürürler. Yeniçerilerin giydiği akbörkün ve diğer giysilerin de Bacıyan-ı Rum mensuplarında üretildiği söylenir. 

 

Ahi Evran, göçebe Türkmenlerin şehirleşmesinde onları piri olduğu teşkilat aracılığıyla sanatkâr yaparak katkı sunarken eşi Fatma Bacı da benzer işlevi Türkmen kadınları iş sahibi yaparak gerçekleştirmiştir. 

 

Diğer İslam coğrafyalarında ve Avrupa’da kadının çalışması ve hele kendine ait bir işyerinin olması hayal bile edilemezken Anadolu’da Bacıyan-ı Rum örgütü sayesinde gerçekleşmiştir. Bacıyan-ı Rum üyesi kadınlar Ahilerle birlikte mesleki eğitim kursları düzenliyor ve bazı akşamlar kadınlı erkekli yemekler düzenliyordu. 

 

KANLA BASTIRILAN DİRENİŞ VE DAĞILMA 

 

Ahilik Teşkilatı’nın kurulması ve yagınlaşmasında sultan Alaaddin Keykubad’ın verdiği desteğin payı büyüktü. Alaaddin Keykubad’ın,  oğlu II. Gıyaseddin Keykubat tarafından zehirlenmesi, Ahiler ve Türkmenler üzerinde sarsıcı etki yarattı ve o nedenle yeni sultana karşı direnişe geçtiler. II. Gıyaseddin Keykubat, Ahilerin birçoğunu öldürdü. Sultanın kötü yönetiminden faydalanan Moğollar Anadolu’ya akınlar başlattı. Kösedağ’da Selçuklu ordusunu yenilgiye uğratan Moğollar, Tokat ve Sivas’ı hiçbir direnişle karşılaşmadan aldılar. Dönemin en önemli ticaret merkezi olan Kayseri’ye girmek istediklerinde Ahiler ve Bacılar şehri teslim etmeyip direnişe geçtiler. Ancak Kayseri Subaşısı, Moğollara yol göstererek su yolundan onları şehre soktu. Ahiler ve Bacılar kılıçtan geçirildi Liderleri esir alındı, örgütleri dağıtıldı (1241). 

 

Celaleddin Karatay’ın Moğollarla anlaşması sonrası Ahilik ve Bacıyan-ı Rum örgütü yeniden faaliyete geçtiyse de Selçuklu şehzadelerinin taht mücadelesi sonrasında Moğollar yeniden Anadolu’ya girdi. I. Kılıçarslan’ı tahta oturtan Moğollar üç kişilik bir vezir kadrosuyla ülkeyi yönetmeye başladılar. Bu üçlü yönetim döneminde Ahilerin ve Anadolu Bacılarının sahip olduğu her şey Mevlevi ve Kalenderi dervişlerine verildi. Ahilerin mülkleri ellerinden alınmaya başlanınca Ahi Evran, “Agaz u encam” adlı risalesinde sitemini şöyle dile getirir: “Bu zamanın kurt tiynetli yöneticileri, kişilerin mallarına el koymaktadır. Şeriatın hükümleri büyük ölçüde ortadan kalktı. İslam’dan sadece bir ad kaldı.” 

 

Ahiler ve Bacılar Kırşehir’de direnişe geçtiler. Direnişe geçen Ahiler arasında babası ile arası açık olan Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi de vardı. Mevlananın müridi Kırşehir Emiri Nurettin Caca, bu direnişi kanla bastırdı. Ahi Evran, Mevlana’nın oğlu ve Ahilerin çoğu kılıçtan geçirildi. Ahi Evran öldüğünde 90 yaşındaydı. Ankara, Denizli, Çankırı, Aksaray ve Tokat’ta da direniş kanla bastırıldı. Mevlevi tekkesine bağlanmayı reddeden Ahiler ve Bacıyan-ı Rum mensupları uç bölgelere göçtü. 

 

Bacıyan-ı Rum örgütü böylece dağıtıldı. Fatma Bacı da Hacıbektaş’ın yanına, Suluca Karahöyük’e sığındı. Hacı Bektaş’ın evlatlığı olan Fatma Bacı burada İdris Hoca adlı biri ile evlendi. Hacıbektaş’ın nefes evladı olup, onun ilminin ve felsefesinin Abdal Musa ile birlikte günümüze kadar ulaşmasını sağladı. 

 

08 Mart 2021

 

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunyadaki-ilk-kadin-orgutlenmesi-baciyan-i-rum-orgutu-1818938

 

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

Türkçenin Matematiği

Prof. David Cuthell

 

“Victor Hugo romanlarını 40.000 kelime ile yazdı.Türkçe’si zengin yazar Yaşar Kemal’in romanları 3.500 kelimeyi geçmez” görüşü çok yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe’nin Fransızca’ya oranla daha az sözcük içerdiği doğrudur.

 

İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da daha az sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe’nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! Çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir! Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur.

 

Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. 

 

Türkçe’de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Tam bu noktada, Türkçe’nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir.

 

İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar. 

 

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. 

Bir kalem alıp, alt alta:

 

3+5=

12+5=

38+5=

 

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. 

 

Hepsinde aynı “+5” yazdığı halde sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak” ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. 

 

Türkçe’nin az araç ile çok iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0′dan 9′a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir.

 

Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir.

 

Türkçe’deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliyor olması demektir. 

 

Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6”, “y=23” olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

 

Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil “boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek yol böyle olduklarının bellenmesidir.

 

TÜRKÇE: DİNAMİK SÖZCÜKLER DİLİ 

 

Türkçe’de ise, durağan kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. 

 

Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. 


Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1′leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır.

 

Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

 

ev …….. ler ……. evler

1.0 …… 0.1 …… 1.1

 

Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1′dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu da söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

 

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade

 

kırmızı

0.1.0

kıp kırmızı

1.1.0

kırmızı msı

0.1.1

kıp kırmızı msı

1.1.1

 

Türkçe’deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp Kırmızı Tramvaymsı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

 

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek: 

 

011 = ben

010 = sen

000 = o

111 = biz

110 = siz

100 = onlar 


00 = geniş zaman

11 = şimdiki zaman

10 = gelecek zaman

01 = geçmiş zaman

 

kök kişi matematik ifade

 

yeterlilik ………. Oku (y)abil dim ….…….. = 1.1.0.01.0.0.011

olumsuz ……….. Oku (y)a ma z mış sın .… = 1.1.100.0.1.010

zaman …………. Gel me (y)ecek ti ……… = 1.0.1.10.1.0.000

zaman …………. Git me di k .………..…... = 1.0.1.01.0.0.111

hikaye …………. Şaşır abil ecek ti niz .….. = 1.1.0.10.1.0.110

rivayet …...……. Bil (i)yor lar ……...……. = 1.0.0.11.0.0.100

 

kişi tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

 

TÜRKÇE'DE SIRALAMA

 

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. 

 

Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.

 

“Dün Ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

 

Cümle

 

matematik değer

0001

matematik değer

0011

matematik değer

0111

matematik değer

1111

 

1 dün Ahmet camı kırdı.

2 dün camı Ahmet kırdı.

3 Ahmet dün camı kırdı.

4 Ahmet camı dün kırdı.

5 camı dün Ahmet kırdı.

6 camı Ahmet dün kırdı.

 

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:


1. Cümle: dün Ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.

2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).

3. Cümle: Ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).

4. Cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).

5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.

6. Cümle: camı Ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

 

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) 

 

Sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi!

 

Her cümlede 0011, 0001′den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin durgun durağan statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar.

 

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. 

 

Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir.

 

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “silinme, asimilasyon” ve/veya “adaptasyon!” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. 

 

Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “silinme, asimilasyon” ve/veya “uyuşma, adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. 

 

Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. 

 

Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

 

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. 

 

Türk diasporası, gettolaşıp varoşlaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Silinmeye asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

 

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. 

 

Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla silindi asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili etmeninde faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

 

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.

 

Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.

 

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki sırlar kodlar ne kadar “herkesçe bir örnek” algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

 

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. 

 

Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır. 

 

Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

 

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız? 

 

Çoğunu kullanmadığımız “gizil, saklı bir güç” Türkçe. Kullanıldıkça ortaya çıkan bir define âdeta. Dilimiz, “saklı güç” ünü, “kinetik bir erke”ye dönüştürecek kalemler arıyor. Tarihî derinliğine karşılık “kullanım yoğunluğu”nun sığlığı bir çelişkidir.

 

Türkçenin gücü, onun doğurgan özelliğidir. Geçenlerde henüz yedi aydır türkçe öğrenmekte olan Tanzanyalı bir öğrencim kara tahtanın başına geldi ve beni şaşırtan şu kelimeyi yazdı:

 

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız?

 

Bu ibare tek kelimeden ibaret bir cümledir. Bir yabancı için çok çok şaşırtıcı bir faklılıktır bu. Ben “İngilizcede böyle bir ifade için birkaç cümle gerekir” deyince Tanzanyalı İsa, “Ne birkaç cümle Hocam birkaç paragraf gerekir” deyiverdi.

 

İşte cümlenin anlam oluşturucuları, böyle iç içe geçmiş bir “dil evreni” dir. Yukarıdaki bir kelimelik Türkçe cümlenin anlam çözümlemesini basit olarak şöyle yapabiliriz:

 

1. Bu cümlede Türkiye’nin şehirlerinden biri olan Afyonkarahisar var. Yani cümlenin anlam tabanı birleşik kelime hâlinde biçimlenen bir şehirdir.

 

2. Birilerini, bu şehirden olmadıkları hâlde bu şehirden birileri hâline getirmek isteyen ama bunu birçok kişide denediği halde başaramayan bir(ler)i var.

 

3. Afyonkarahisarlı : Nüfus kaydı bu şehre ait insan.

 

4. Afyonkarahisar+lı+laş-mak: Nüfus kaydı ve yaşadığı yer bu şehir olmadığı hâlde bu şehirden biri hâline gelmek.

 

5. Afyonkarahisarlılaş+tır+mak: Bunun, birinin kendi kendine dileği değil de başkası tarafından (muhtemelen zorlayarak ya da ikna yoluyla) yapılması.

 

6. Afyonkarahisarlılaştır-ama-mak: Birini Afyonkarahisarlılaştımak niyetinde olan birinin, buna gücünün yetmemesi (yetersizlik kavramı).

 

7. Afyonkarahisarlılaştırama+dıklarımız: Böyle bir niyetin başkaları üzerinde denenmesi.

 

8. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımız+dan: Bunların içinden birini seçerek yargının soruya hazırlanması.

 

9. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız? bütün bu süreçlerin, birinin şahsında soru hâline getirilip duyurulması. 

 

Türkçe’nin bu doğurganlık özelliğini onun atomik gücü olarak da görebiliriz. 

 

Türkçede kelime sayısının, az olduğunu söyletip bundan dilimiz aleyhine sonuç çıkarmak isteyenlerin anlamadıkları şey işte bu “atomik” ve “saklı, gizil, potansiyel” güçtür. 

 

Prof. Dr. David Cuthell 

 

 

http://www.perpalife.com/turkcenin-matematigi

  

https://gercekedebiyat.com/haber-detay/turkcenin-matematigi-prof-dr-david-cuthell/15761

 

 

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com