Sayfalar

Taliban: Afganistan’da yeniden güçlenen örgüt

Ece Göksedef

BBC Türkçe

 

 

1990'ların başından bu yana dışarıdan desteklerle Taliban ismiyle oluşturulan ve Afganistan'da şeriat kanunlarını uygularken muhaliflerine yönelik katliamlar gerçekleştiren, kadınlara dini gerekçelerle acımasızca baskılar uygulayan ve ABD işgalinin başında yenilse de 20 yılın sonunda daha güçlü şekilde ortaya çıkan silahlı grup kimdir? 

 

ABD askerleri, 20 yıldır savaştığı Taliban'la anlaşarak, ilk aşamada belirtilen şartlar da yerine getirilmeden Afganistan’dan çekiliyor. Bu çekilmeyi fırsat olarak gören Taliban da, sınır kapıları dahil olmak üzere birçok bölgeyi hızla ele geçiriyor. 

 

Ele geçirdiği yerlerde hükümete bağlı okulları, hastaneleri ve mahkemeleri de kapatarak kendi acımasız kurallarını uygulamaya koyuyor. 

 

2001’de ABD'nin Afganistan işgali başladığında yönetimden düşen ancak zaman içinde bazı bölgelere geri dönen ve bugün -bağımsız kaynaklar doğrulamasa da- ülkenin yüzde 85’ini kontrol ettiğini iddia eden Taliban’ın oluşumunu ve bugüne nasıl geldiğini inceledik. 

 

Afganistan: İmparatorluklar mezarlığı 

 

Afganistan’da çatışmalar ve işgaller, yıllar içinde 
milyonlarca insanın evlerini terk etmesine yol açtı

 

Bugünlerde ABD işgalini ve çekilmesini konuşsak da Afganistan, on yıllardır birçok ülkenin işgaline maruz kaldı. Ancak hiçbiri güçlü bir merkezi yönetim oluşturmakta başarılı olamadı. 

 

Öyle ki, Afganistan için kullanılan bir ifade var: İmparatorluklar mezarlığı. 

 

Bu ifade ne anlama geliyor? Ülke, Çin, İran ve Orta Asya gibi güçlü devletlerin bulunduğu bir coğrafyanın tam ortasında, göç ve ticaret yollarının ortasında kalmış; çok sayıda farklı aşiret, etnik grup ve farklı dillerin konuşulduğu, farklı kültürlerin oluşturduğu bir yapıya sahip. 

 

Böyle bir coğrafyada, kanunsuz bir devlet yapısında, çoğunlukla birbirine rakip hatta düşman olan her aşiret ya da etnik grup, kimliğini korumak için kendi bölgesinde sağlam yapılar, evler, fiziksel anlamda kale gibi korunan köyler inşa etmiş ya da dağları siper almış durumda. 

 

Bu yapıdaki bir ülkeye girip merkezi yönetim oluşturmak da kolay olmamış. 

 

1979’da başlayan Sovyet Rusya işgali de güçlü bir merkezi yönetim kurmaya yetmedi. Üstelik bu kez, ülkenin bu durumundan faydalanan bir de grup ortaya çıktı: Taliban. 

 

Ancak Taliban'ın temelleri Sovyet işgalinin çok öncesinde yatıyor. 

 

Pakistan’ın ayrılıkçı Peştu hareketlere karşı desteklediği İslamcı gruplar

 

Eğitim kampında mücahitler 

 

Afganistan'ın yüzde 84’ü Sünni Müslümanlardan oluşuyor. Ülkenin karışık etnik yapısında en kalabalık nüfusu, yüzde 38’le Peştular oluşturuyor. Çoğu da ülkenin güneyi ve doğusunda bulunuyor. Yaklaşık aynı sayıda, yani 15 milyon civarında Peştu da ülkenin güneydeki komşusu olan Pakistan’ın kuzeyinde yaşıyor. 

 

Bölgedeki İngiliz yönetimi 1947’de sona erip Pakistan bağımsız bir ülke olduğunda, ülkedeki Peştular Afganistan'daki Peştularla birleşerek “Peştunistan” isimli bağımsız bir ülke kurma taleplerini gündeme getirdi. 

 

Pakistan’la bölgedeki Peştular arasında gerilim sürerken 1971’de Bangladeş, yıllar önce İslami bir birliktelik altında kurulmuş olan Pakistan’dan ayrılarak bağımsız bir ülke oldu. Bu ayrılık, Pakistan yönetimi için etnik farklılıkların dinin birleştiriciliğinden üstün geldiğinin göstergesi oldu. Ve Afganistan’daki Peştuların etnik kimlik savunuculuğu, Pakistan için daha ciddi bir güvenlik tehdidi olmaya başladı. 

 

Böyle bir ortamda Pakistan, Afganistan’da Peştular arasında İslami bir hareketin yayılması için destek vermeye başladı. Böylece etnik milliyetçi duyguların bastırılması hedeflendi. 

 

Pakistan’ın istihbarat servisi Servislerarası İstihbarat (Inter-Services Intelligence - ISI), bu amaç doğrultusunda bölgeden getirdiği birçok ‘mücahit’e kendi topraklarında, sınır bölgelerinde dini ve askeri eğitim verdi. Bu öğrenciler, yıllar sonra Taliban’ın temelini oluşturacaktı. Taliban, Peştuca “talebeler” anlamına geliyor. 

 

Pakistan, eğitimler sırasında öne çıkan, başarılı ve cesur gördüğü öğrencileri de ABD’nin bölgedeki yetkililerine tanıttı.

 

Mücahitler, işgalci güçlerden ele geçirilen tankların üzerinde

 

Sovyet işgaline karşı desteklenen gruplar

 

1978’de sol görüşlü ve Sovyet destekli askerler darbeyle iktidara geldiğinde, bu İslamcı muhalefet, Pakistan ve ABD'nin desteğiyle ülkeye girerek silahlı bir isyan başlattı. 

 

Aralık 1979’da Sovyet lider Leonid Brejnev, doğrudan bir müdahaleyle Kızıl Ordu’yu Afganistan’a gönderdi. 

 

Sovyet işgali, Pakistan’dan gelerek silahlı isyan başlatan ‘mücahitler’e halk desteğini artırarak daha fazla büyümelerine yol açtı. Büyümelerinin tek sebebi bu değildi; ABD ve Suudi Arabistan’dan gelen yüklü miktardaki maddi yardımlar da, halihazırda Pakistan’da oluşturulup bekleyen hareketin güçlenmesine yol açtı.

 

Sovyet askerleri Afganistan'da


Bu arada, Pakistanlı araştırmacı gazeteci Ahmed Rashid’e göre, 1971’de 900 olan Pakistan’daki medrese sayısı 1988’de 8 binin üzerine çıkmıştı. Sınırlarda kayıt dışı 25 bin okul daha vardı. 

 

Afganistan üzerine çalışan ve bu konuda birçok kitabı da bulunan Amerikalı akademisyen Barnett Rubin’in araştırmalarına göre; 1980’de ABD, Sovyetlere karşı savaşan bu mücahitlere 30 milyon dolarlık yardım gönderdi. Sovyet ordusunun istikrarı sağlayamamasında başarılı oldukları görüldüğünde, mücahitlere ABD’den giden yardım sadece 1985’te 250 milyon dolara ulaşmıştı. Suudi Arabistan da her yıl aynı miktarlarda yardım gönderiyordu. 1980’lerin ikinci yarısında sadece ABD’den giden yardım yıllık 630 milyon dolara ulaşmıştı. Bu miktara Suudi Arabistan, İsrail ve Çin’den gelen yardımlar dahil değil…

 

1985’te ABD Başkanı Ronald Reagan, mücahitlere Stinger uçaksavar füzesi verilmesine karar verdi. Stingerlar ve diğer silahların dağıtımından ise Pakistan sorumluydu. Karaçi ya da İslamabad havalimanlarına getirilen silahlar, ISI aracılığıyla Afganistan sınırındaki radikal İslamcı muhalif gruplara dağıtıldı. 

 

1989’da Sovyetler çekildikten sonra ABD’nin mücahitlere yardımı yeniden yıllık 250 milyon dolara indi. Bir süre sonra da tamamen kesildi.

 

Mücahitler, Sovyet ordusundan geriye kalanlarla - 1988
 

Ancak artık ellerinde güçlü ağır silahlar olan bir grup, zaman içinde katliamlar düzenleyen, çocukları ve gençleri zorla silah altına alan, Afgan halkının günlük hayatına kısıtlamalar getiren, kadınların birçok hakkını elinden alan ve kurallara uymayanları vahşi bir şekilde cezalandıran bir güce dönüştü.

 

İşgal sonrası Taliban’ın yönetime gelişi 

 

Sovyet işgalinin ardından komünist yönetim 1992’ye kadar iktidarda kalabildi. 

 

Ardından dış güçlerce desteklenen ve yeterince silahla donatılan ‘mücahit gruplar’ alan kavgasına başladı. Bu esnada insan kaçırmalar, cinayetler, hırsızlık, tecavüz ve sokak çatışmaları, Afgan sivillerin günlük hayatının parçası haline geldi. 

 

Hem mücahit grupların hem aşiretlerin mücadelesi sebebiyle 1992-1996 arasında iyice artan kargaşa ortamında Taliban, istikrarı yeniden sağlayacağı sözüyle gittikçe daha fazla aşiret tarafından desteklendi. 

 

Taliban’ın 1990’ların başında, muhtemelen 1993’te Peştuların Ghilzai ve onların da Hotak aşiretinden gelen, Sovyetlere karşı savaşırken yaralanmış da olan Molla Muhammed Ömer tarafından kurulduğu tahmin ediliyor. 

 

Bu esnada Molla Ömer’in, iki aşiret arası mücadelede kaçırılan iki masum genç kadını kurtarıp aşiretlerine teslim ettiğine yönelik efsaneler Afganistan’da yayılmaya başladı.

 

Moskova, Sovyetlerin müdahalesi sırasında dünyayla 

Afganistan'daki günlük hayattan fotoğraflar da paylaştı – 1981

 

Yönetimini ele geçirdiği ilk büyük şehir, son yıllarda suç merkezi haline dönüşmüş olan ve Peştuların çoğunlukta olduğu Kandahar oldu. 1994’te iki gün içinde tamamını ele geçirdiği Kandahar’da suç oranlarının düştüğü söylentileri hızla yayıldı. Burada ordudan ve Sovyetlerden kalan birçok ağır silahı da ele geçiren Taliban, Pakistan’la sınır kapısının kontrolünü de aldı. Birkaç ay içinde İran sınırındaki Herat’a girdiler. 1995’te Afganistan’ın 30 bölgesinden dokuzu, Taliban kontrolüne girmişti. 

 

Eylül 1996’da Başkent Kabil’e giren Taliban, Peştu karşıtı olarak gördüğü ve yozlaşmanın sebebi olarak ilan ettiği Tacik kökenli devlet başkanı Burhanettin Rabbani’yi görevden aldığını ve yönetimi ele geçirdiğini duyurdu. 

 

Ancak yayılan bu efsanelerin sert uygulamalarla sağlanan “istikrarın” arkasındaki gerçekle Afgan halkı, zaman içinde karşılaştı.

 

Taliban’ın uygulamaları ve halk desteği 

 

Taliban, medreselerdeki Suudi-Vahabi öğretisiyle şekillenen şeriat kuralları ve daha fazla toprak sahibi olmayı önceleyen İslamiyet öncesi Peştu hukukunun iç içe geçtiği bir düzeni benimsemişti. 

 

“Adaleti sağladığı ve zalim ağaların korkusu olduğu”na dair söylentiler yayılırken 1997’de, şehirdeki silahlı gruplar Mezar-ı Şerif’ten Taliban'ı çıkarmayı başardı. Taliban yaklaşık bir buçuk yıl sonra şehre yeniden girdiğinde, aralarında sivillerin de olduğu binlerce kişiyi öldürerek bilinen ilk katliamını gerçekleştirdi. 

 

Bunlara rağmen her yeni şehri ele geçirdiğinde Taliban’ın savaşçıları ve gücü arttı. Yerel düzeyde birbiriyle savaşan aşiretler ya da gruplar arasından güçlü olana destek verip karşılığında yeni üyeler edindi. Bazı gençleri ve çocukları da zorla silah altına aldı. 

 

“Burada akşam 8’e, bazen 9’a kadar dükkânımı açık tutabiliyorum. Taliban’ın olmadığı yerlerde hava karardıktan sonra güvenli olmaz, dükkânınızı açık tutamazsınız.”

 

O dönem uluslararası basının girdiği Afganistan’da, Herat’taki bir bakkal sahibi böyle söylüyordu. 

 

Ancak akşam 9’a kadar açık olan o dükkâna sadece belli bir uzunlukta sakalı olan erkekler ya da yanında erkek bir refakatçisi olan burkalı kadınlar gidebiliyordu.

 

Taliban, ele geçirdiği bazı yerlerde aşiretlerden destek görürken 
bazı yerlerde halk, baskılara dayanamayarak çevre ülkelere göç etti

 

İlk başlarda sokaklarda çatışmaların olmadığı ve ticaretin yeniden başlayabildiği ortamda bu işleyiş, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda bir miktar karşılık bulmuşa benziyor. 

 

Ancak Taliban sert uygulamalarını artırdıkça durum değişti. 

 

10 yaşından büyük kızların ve kadınların eğitim hakkının olmadığı, vücutlarının hiçbir yeri görünmeyecek şekilde burka giymek zorunda oldukları Taliban kontrolündeki bölgelerde, “meşru sayılmayan” bir erkekle konuştuğu anlaşılan kadınlar taşlama, kırbaç gibi cezalara çarptırılıyordu. Sakalı “yeterince uzun olmayan” erkekler de hapse atılıyor, hırsızların elleri kesiliyordu. Müzik dinlemek, televizyon izlemek yasaklandı. Farklı fikirdeki insanlar ve farklı dini azınlıklara yönelik cezalar da baş keserek öldürmeye kadar katılaştı. Sünni Müslümanlara ait olmayan ibadet yerleri yerle bir edildi. 

 

Asya Vakfı isimli ABD merkezli vakfın 2009’da yaptığı araştırmada, çoğunluğu Peştular ve kırsal kesimde yaşayan Afganlar olmak üzere halkın yarısına yakını, Taliban’a sempati duyuyordu. O dönem halk, ABD askerlerinin sivil kayıplara da yol açan operasyonlarına da tepkiliydi. 

 

Aynı vakfın Birleşmiş Milletler’in de desteğiyle 2019’da yaptığı araştırmaya göre ise Taliban’a duyulan sempati yüzde 13,4’e inmişti.

 

ABD işgali sonrası Taliban: Düşüş ve güçlenerek geri dönüş 

 

2001’de İkiz Kuleleri ve Pentagon’u hedef alan saldırılardan El Kaide’yi sorumlu tutan ABD’deki George Bush yönetimi, Taliban’dan El Kaide liderlerini istedi. Taliban ise suçlulukları kanıtlanırsa cezalarını İslami şekilde vereceklerini açıklayınca, ABD’nin Afganistan müdahalesi başladı. 

 

O sırada Taliban, ülkenin yüzde 90’ını kontrol ediyordu. 2001’in sonunda ise Kabil’i ve birçok yerde yönetimi bırakıp çoğunlukla Pakistan’a kaçtılar. Yıllardır örgütün yönetildiği yerlerden biri olan Kandahar sınırındaki Quetta’da yeniden bir araya geldiler.

 

ABD askeri ilk olarak 2001’in sonunda Afganistan’a indi 

 

Afganistan’da ABD ve NATO öncülüğündeki birliklerin desteğiyle yeni bir hükümet kurulsa da, hava operasyonları, sivil kayıplara yol açan ev baskınları ve yerel aşiretler arasında yeniden başlayan mücadele, halkın Taliban’a olan sempatisinin bazı bölgelerde artmasına yol açtı. 

 

Bir süre sonra Taliban geri dönecek ve yabancı askerlere karşı saldırılara başlayacaktı. 

 

Öyle ki 2012’de Başkent Kabil’de ve NATO’nun güçlü üslerinde çok geniş çaplı saldırılar düzenleyecek güce erişti.

 

Afgan ordusunda kadın askerler de eğitim alıyor


2014’te ABD ve NATO artık Afgan ordusunun eğitileceğini ve kendilerinin doğrudan savaşa katılmayacağını duyurduktan sonra Taliban, en kanlı saldırılarını düzenlemeye başladı. Bu saldırıların ardından kırsalda bazı bölgelerin kontrolünü de yeniden eline aldı. 

 

“İşgalci güç” olarak tanımladığı ABD ile çeşitli dönemlerde masaya oturan Taliban, nihayet Şubat 2020’de ABD’nin çekilmesi karşılığında bazı şartları yerine getireceğine dair taahhütler verdi. 

 

Bu aşamada Afgan hükümetiyle oturduğu müzakere masasını “ABD’nin kukla hükümeti olduğu” gerekçesiyle hiçbir zaman sonlandırmadı. 

 

ABD’nin 20 yılın sonunda hedeflerine ulaşamadan ve hangi şart altında olursa olsun ayrılacağının farkında olan Taliban, Afganistan’ın yönetimini yeniden ele geçirmeye ve uluslararası alanda da tanınmaya çalışıyor. Bu sebeple Rusya, Çin, Orta Asya ülkeleri, Arap ülkeleri, Katar, Pakistan ve Türkiye gibi devletlerle temasını sürdürüyor. 

 

Bu aşamada eski katı uygulamalarının bazılarını da yumuşattığını savunuyor. Örneğin kız çocuklarının kadın öğretmenlerden ders alabildiği bazı okullara izin verdiğini iddia ediyor. 

 

ABD müdahalesi sonrası şehirlerde eğitim görerek doktor olan kadınların kadın hastanelerinde çalışmasına ve dönem dönem kırsal kesime giderek kadınları tedavi etmesine izin verdiğini, ülkeye giren gazetecilere anlatıyor. 

 

Bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı görüntü verme çabası, Taliban’ın ele geçirdiği yerlerden kaçan binlerce Afgan mülteciye bakarak anlaşılabilir.

 

Taliban’ı kim yönetiyor, gelirleri nereden geliyor? 

 

Taliban’ın yönetici kadrosunun çoğu Sovyet müdahalesi zamanı Kızıl Ordu’yla savaşan mücahitlerden oluşuyor. 

 

Kurucu lider, ABD işgali öncesi Afganistan’ı da yönetmiş olan Molla Muhammed Ömer. 

 

Ömer’in 2013 yılında hayatını kaybettiği, 2015’te Taliban tarafından açıklandı. Ağustos 2015’te örgütün başına Molla Ömer’in sağ kolu Molla Muhammed Mansur getirildi. 

 

Molla Mansur’un 2016’da Pakistan’da ABD’nin düzenlediği bir hava saldırısında hayatını kaybetmesi sonrası Mevlevi Haybatullah Akhunzade geldi. Akhunzade’nin siyasi, dini ve askeri kararlarda son sözü söyleyecek mutlak otoritesi var.

 

2001 sonrası Taliban karşıtı bazı mücahit gruplar, 

ABD ile anlaşarak silahlarını teslim etti

 

Liderin hemen altındaki Rahbari Şurası ise 26 üyeden oluşuyor. Bu şura da tüm askeri ve siyasi kararların verildiği ana merci. 

 

Şura’da Akhunzade’nin üç yardımcısı var: Kurucu liderlerden Molla Ömer’in oğlu Molla Muhammed Yakup, Taliban’ın kurucularından Molla Abdulgani Baradar ve El Kaide’yle de çok yakın bağları bulunan Hakkani Ağı’nın başındaki Siraceddin Hakkani. 

 

Molla Abdul Hakim de, Taliban’ın “adalet yapısının” yani yargının başındaki isim, bu sebeple kendisine “başsavcı” da deniliyor. 

 

Şura’nın içinde 17 komisyon bulunuyor. Bunlar eğitim, sağlık, askeri konular, istihbarat, iç siyaset, ekonomi gibi konulardan sorumlu “bakanlıklar” olarak görev yapıyor. 

 

Yönetim biriminin dışında bölgesel yapılanmalar var. Burada da uzlaşılan aşiretlerin liderleri, 1980’lerde ülkeden mülteci olarak kaçan ancak daha sonra Taliban çatısı altında savaşmak için ülkeye dönen savaşçılar var. 

 

Birleşmiş Milletler raporlarında yerel düzeyde en tehlikeli ve “tahmin edilemeyen” grup olarak görünen en alt düzeyde ise, Taliban’ın gelirlerini büyük oranda sağlayan haşhaş tohumlarının ekilmesinden, afyon üretiminden ve bu tarlalarla ticaret yollarının güvenliğinden sorumlu eğitimsiz, çoğu okuma yazma bilmeyen silahlı gençler var. 

 

Ülkede, dünya afyon üretiminin yüzde 90’dan fazlasının yapıldığı tahmin ediliyor. Afganistan’da, Birleşmiş Milletler’in 2018 raporunda da, Taliban’ın bir yılda bu illegal uyuşturucu trafiğinden 400 milyon dolar kazandığı tahmini yer alıyor. Aynı zamanda yönetimi ele aldığı yerlerde zorla topladığı ‘vergi’ gelirleri, yer altı kaynaklarının çıkarılıp satılması ve uluslararası yardımlardan da gelir elde ediyor.

 

ABD işgali sırasında Taliban, bazı bölgelerde Sovyet işgalinin sona erişinin 
yıldönümünde kutlama yaparak güç gösterisine devam etti – 2003


El Kaide’yle bağlara gelirsek; örgütün ilk lideri Molla Muhammed Ömer'in El Kaide sempatisi, sadece ideolojik bir yakınlıktan kaynaklanmıyordu. 1996’da Usame bin Ladin’in Afganistan’a sığınması, beraberinde El Kaide’den birçok silah, mühimmat ve para yardımı gelmesini sağladı. Taliban bu sebeple uluslararası tanınırlık için çabalarken bile El Kaide üyeleri için güvenli bir liman olmaya devam etti. 2020’deki bir Birleşmiş Milletler (BM) raporuna göre, El Kaide hâlâ Taliban’a kaynak ve eğitim sağlamaya devam ediyordu. 

 

Taliban’ın uluslararası işbirlikleri ve 20 yılın sonunda tanınma arayışı

 

Afganistan’ı yönettiği dönemde Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle yakın teması olan Taliban, 2013’te Katar’ın başkenti Doha’da bir ofis açtı. 

 

Bugün ülkenin bazı önemli şehirlerini kontrol eden ve NATO’nun tahminlerine göre 85 binden fazla savaşçısı olan grup, 2015’te Rusya ve Çin’le temasa başladı. 

 

Çin’le, ülkenin doğu sınırında bulunan El Kaide üyelerinin burada barınmasına izin vermeme ve Çin’e buradan saldırı düzenlenmemesi konusunda anlaşmaya vardı. Çin, Sincan Özerk Bölgesi'ndeki Uygurları sınırda El Kaide’yle işbirliği yapmakla suçluyor.

 

Bunun karşılığında Pekin yönetimi, Afgan hükümetiyle bazı altyapı yatırımları ve maden ocaklarında çalışmak üzere anlaşmalar yaptı. Anlaşma yapılan yerlerin bir kısmında Taliban kontrolü var. 

 

Rusya da, her ne kadar Sovyetlere karşı savaşan “mücahitler”den oluşmuş olsa da, yıllar sonra güçlenen Taliban’la 2017’de doğrudan temas kurarak yeni dönemde bölgede söz sahibi olma şansını kaybetmemeye çalıştı. Temaslar sonrası, bazı Taliban yöneticilerini yaptırım listesinden çıkardı. Örgüt, Rusya arabuluculuğunda Orta Asya ülkeleriyle de temas kurdu. 

 

BM'nin Taliban’a ve birçok yöneticisiyle üyesine karşı alınmış yaptırım kararları bulunuyor. 

 

Taliban, Suudi Arabistan’la bazı gerilimler yaşadığı 2015’ten bu yana İran’la da temas halinde ve Afganistan’da güçlenen IŞİD’in ülkeye bir tehdit oluşturmaması zemininde görüşmeler yürütüyor.

 

Katar’da Taliban'la görüşmelere katılan heyette 
ABD, Rusya, Çin ve Pakistan’dan yetkililer vardı

 

Doha’daki ofis üzerinden Taliban’ın birçok Avrupa ülkesiyle de dolaylı teması var: Almanya, Fransa, Norveç ve Türkiye de bunların arasında. 

 

Afganistan’da NATO kapsamında sınırlı bir askeri birlik bulunduran Türkiye, Taliban’a karşı doğrudan savaşa hiç katılmadı. Bazı Taliban yöneticilerinin zaman zaman Türkiye’ye gittiğine yönelik iddialar da Batı basınında yer aldı. 

 

Bugün Kabil’deki Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı’nın güvenliğini sağlama planları yapan Türkiye, Taliban’la temas halinde. 

 

Hindistan da kısa bir süre önce, yeni dönemde Afganistan’da gücü eline alan Taliban’la temas kurulduğunu açıkladı. 

 

Son olarak Taliban’ın ilerleyişi karşısında, Afganistan’daki güçlerini ABD ile birlikte geri çeken İngiltere’den de dikkat çeken bir açıklama geldi. İngiliz Genelkurmay Başkanı Sir Nick Carter, Taliban’ın bugün 2001’dekine göre “daha açık fikirli olduğunu” söyledi. 

 

14 Temmuz’da Daily Telegraph’a bir röportaj veren Savunma Bakanı Ben Wallace da, Taliban’ın hükümete girmesi ihtimali sorulduğunda “Hükümette kim olursa olsun, belirli uluslararası normları karşılıyorsa, İngiltere o hükümetle çalışacaktır” diyerek Taliban’ın tanınması yönünde bir mesaj vermiş oldu. 

 

21 Temmuz 2021 

 

https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-57913781

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com
https://cahit-celik.blogspot.com

BAYRAM, DiN ve KiMLiK

NİYAZİ KAHVECİ


 

“Dinden kimlik olmaz.”

 

Bayram vesilesiyle, bir konuda kısaca bilimsel ve felsefi teknik bilgiyi vermek istiyoruz. Bu konu, din ve kimliktir. 

 

Her milletin, insanlık piyasasında var olabilmesi için kendine özgü özgün millet “şase numarası” olmak zorundadır. Buna “milli kimlik” denilir. Zaten farklı millet olabilmek için milli kimliğe sahip olmak gerekir. Tıpkı her arabanın şase numarası olması gerektiği gibidir. Yoksa trafiğe çıkamaz. Din, milli kimlik yapılamıyor. Çünkü milli kimlik, bir milletin kendisinin ürettiği ürünle olur. 

 

“Tanrı neden herkesin ve milletin yüzünü farklı yaratmıştır?” 

 

“Bütün insanların vücutlarının üzerinde tek çeşit kafanın olması nasıl bir şeydir acaba?” 

 

“Kafalarının içinin aynı olması da aynı durum değil midir?” 

 

“Neden doğal sistemde hiçbir canlının kendi yüzünü tanıma sistemi yoktur?” 

 

Din, sadece Tanrı ile bağ kurmak için vardır. Din bağı ile insanlarla bağ kurulamaz. İnsanlarla kurulacak bağ farklı bir bağdır. Nitekim insanlarla bağ kurma sistemine “Ahlak” adı verilmiştir. Ahlak din değildir, din de ahlak değildir. Eğer aynı olsalardı, ayrı isimlendirilmezlerdi. 

 

“Din değişmez ama ahlâk sürekli gelişerek değişir.” 

 

Milli kimlik; bir milletin kendine özgü özgün düşünme ürünü felsefe ve yaşayış biçimi, dil, töre ve gelenekleri, sosyal değer yargıları ve kuralları ile oluşan özellikler bütünü, millî hüviyettir.

 

Kimlik üretemeyenler, avcı-toplayıcı zihniyetiyle, dinden kimlik edinmeye çalışırlar. Neticede kimliksiz kalırlar. Dinden kimlik yapmaya çalışmak beyhude uğraşıdır. Toplumu kimliksiz bırakmaktır. 

 

“Dini, kültürden ayrıştırmak şarttır.” “İnsan ürünü hiçbir kültür, Tanrı ürünü din olamaz.” “Bir kültür ürünü olan selam verme biçimi, din olamaz.” Nitekim “selamun aleykum” sözü, Tanrının değil, Yahudi kültürünün ürünüdür. 

 

“Beş bin yıl önceki Mezopotamya kültürü, Allah’ın dini diye topluma empoze edilmektedir.” 

 

Kişisel ve milli kimlik, başkasının ürünüyle oluşturulamıyor. Tanrı’nın dahi olsa, başkasının ürünüyle kişisel ve milli kimlik oluşturulmasını bilim ve felsefe kabul etmiyor. Kendisi kimlik üretemeyen kişi ve milletler, genellikle din olmak üzere başkalarının ürünleriyle kimlik edinirler. 

 

“Din; politik, sosyolojik veya ideolojik değil, teolojik bir kurumdur.” 

 

Her dinin sosyal boyutu, aslında, geldiği milletin ürettiği kültürü ve kimliğidir. İslam bağlamında bakıldığında İslam’ın sosyal sistemi, Arap milli kültürü ve kimliğidir. Arap olmayan Müslümanlar, aslında Arap sosyal kültür ve kimliğini, din adı altında kendilerinin sosyal kültürü ve kimliği olarak kullanırlar. Çünkü kimlik üretemiyorlar. 

 

“Kişisel ve sosyal kimliği, düşünme işlemi yapan kafa katmanı üretir.” 

 

Bayramınız mübarek olsun

Bayramınız kutlu olsun 

 

Son zamanlarda ülkemizde, özellikle TRT tarafından, hatta TRT Müzik kanalındaki Türk müziği programlarında bile bayram kutlamalarında ısrarla “Bayramınız mübarek olsun” şeklinde kullanım dayatılmaktadır. Daha önceleri “bayramınız kutlu olsun” kullanımında ısrar eden o şarkıcı ve türkücüler bile, işini kaybetme korkusu nedeniyle olacak herhalde, bu “Bayramınız mübarek olsun” cümlesini ısrarla kullanıyorlar. Hatta dinsel denilen giyim kuşama tamamen aykırı derin dekolteli giysiler içerisinde bile. Kişinin, kendi kendisiyle çelişmesi!

 

“Din, paradöner değil, paratoner insan işidir.” 

 

Bu durum; dil felsefesi, etimoloji, epistemoloji, filoloji ve semantik bilimi açısından vahim bir durumdur, çünkü milli kimliksizlik olarak görülür. 

 

“Bayram” kelimesi, Farsça kökenlidir. Fakat Eski Türkçede “bardam”dır. Neşe, huzur, mutluluk gibi manevi anlamları vardır. Madem Arapça “mübarek” kelimesini kullanıyorsun, bayramın da Arapçasını kullansana! Tümden muhteşem çelişkiler! İnsanlık entelektüel piyasasında gülünç duruma düşüren şeyler. 

 

“Bayramınız mübarek olsun” cümlesinin analizi, Türkçe ve Arapça karışımı eklektik, sürekli bozulan ve rahatsız edici gürültü çıkaran toplama asansör gibi bir durum ortaya çıkarır. 

 

Semantik olarak incelediğimizde “mübarek” demek, bereketli yani maddi kazançlı olmak demektir. Eğer bayram dini bir kurum ise, din de maddiyatçı yapılmış demektir. 

 

“Kendi milli ve ana diliyle sorunlu olan kişi ve toplumlardan özgün millet çıkmaz.” 

 

Manevi 

 

“Bayramınız kutlu olsun” cümlesi, tam Türkçedir ve maddiyatçılık değil, dinin ruhuna uygun şekilde maneviyatçılığı ifade eder. Çünkü “kut” kelimesi hem Türkçedir hem de “manevi” anlamdadır. Nitekim “kutsal” kelimesi, bu kelimenin türevidir. 

 

“Bir şeyle zihinsel boğuşma yoksa onunla oluşma da yoktur.” 

 

Din manevi bir meseledir. Dini unsurları maddileştirmek, dini din olmaktan çıkarmaktır. Manevi orucu, yemeğe, manevi bayramı sosyal kimliğe indirgemek, dine yapılan en büyük ihanettir. 

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulduğu sosyal Türklük ulusal kimliği ile sorunu olanların, İslam’ı, kılıf ve kamuflaj malzemesi olarak kullanarak bu Türk kimliğini yok etmelerine izin verilmemelidir. Çünkü bu kimlik yok olursa, Türkiye’deki bütün millet kimliksiz kalır. Kimliksiz ya da başkalarının kimliği ile dolaşmak, hem suçtur hem de başkasılaşmak kaçınılmazdır. “Başkası olma, kendin ol!” 

 

“İşte kendileri kimlik üretemeyenler ve var olan kimlikle sorunu olanlar, var olan kimliği de yok etmek için dini kullanırlar.”  

 

“Dini, kimlik olarak kullananların, mutlaka milli kimlikle sorunu vardır.” 

 

İşte Atatürk’ün büyüklüğü; hem dini, asıl fonksiyonuna kavuşturan hem de millete milli kimlik oluşturan bir sistem getirmesindedir. İslam dinini, çağdaş insanlığın düşünme düzeyinin ulaştığı anlamda; Allah’la bağ kurmada kullanılmak üzere formüle etmiştir. 

 

Asırlarca, içinde yaşadığı her çağa sürekli direnip eski kalmak isteyen toplumunu ilk kez çağıyla uzlaştırmaya çalışan Atatürk’ün zihniyetine düşman olmanın ve direnmenin faturasını toplumca ödeme zamanı gelmiştir. 

 

“Kendisiyle ve kendi kimliğiyle sorunu olan başka millet yoktur dünyada.” 

 

Manevi, manasal yani anlamsal demektir. Somutu aşıp soyut, fiziği aşıp metafizik, maddeyi aşıp manasal olamayan kişi ve toplumlar; manevi varlıklar olan din ve Tanrı’yı algılamaları ve dolayısıyla Tanrının istediği gerçek dindar olmalarını, bilim ve felsefe imkansız görür. Onlar dini de Tanrı’yı da mutlaka maddesel algılayacaklar ve Onunla bağı da, Tanrı’nın istediği şekilde manevi değil, maddi kuracaklardır. İşte o zaman dinsel olunacak ama dindar olunamayacaktır. Dindar demek, dinin fiziksel pratiklerini yapan değil, din ile zihinsel oluşan demektir. 

 

“Tanrı, maddeye indirgenebilir mi? 

 

“Dindar demek, fiziksel pratikleri ile zihinsel kalitesi çelişmeyen demektir.” 

 

İşte bu çelişki, 100 bin mabet, 150 bin din görevlisi, günde en az beş kez bir milyon adet hoparlörle en son bağırma ile ezan ve sala okunması ve en az 500 bin din işportacısı olmasına, milyonlarca kişinin de bunları dinlemesine rağmen ortalıkta dindarlığın ve insanlığın görülmemesinde en bariz şekilde görülür. 

 

“Manevi aşamaya ulaşmak sadece zihinsel işlem olan düşünme ile mümkündür.” 

 

Hayatında hiç düşünme işlemi yapmamış bir zihnin manevileşmesi imkansızdır. 

 

Bir ülke, düşünür yetiştirmediği sürece özgün milli kimlik üretemeyecektir. 

 

Her alanda zihinselliğin egemenliğini kurduğu bir çağda başkalarının icatlarının pratisyenliğiyle varlık sürdürmek sona eriyor. 

 

Bundan sonra var olmak isteyenler, zihinsel icatlar yapmaya geçmek zorundadırlar. 

 

Bundan sonra asıl beka sorunu “çağdaş düşünme yapamama” sorunudur. 

 

“Tarihi boyunca yaşadığı çağa karşı sürekli direnmenin faturasını ödeme zamanı gelmiştir.” 

 

Her alanda çağdaş zihinselliğe geçmek için, bir an önce “Felsefe Üniversitesi” kurulması şarttır. 

 

“Herkesin bayramı kutlu olsun!” 

 

15 Mayıs 2021

 

http://www.ulusaldemokrasienstitusu.org/bayram-din-ve-kimlik

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com