Sayfalar

Rusya, İdlib'de ne istiyor?

Alexey Khlebnikov
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Orta Doğu Uzmanı 

Rusya, müttefiki Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ı Ankara'nın insafına terk edemez. Ancak Türkiye'yle Suriye'de açık bir çatışmaya girmesi Moskova için de çok riskli olacaktır. 
Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği son yıllarda birçok alana yayıldı. İki ülke nükleer enerjiden, Libya sorununa çözüm bulunmasına kadar birçok alanda birlikte hareket etti. Fakat Türk-Rus ilişkilerinin gelecekte ne kadar gelişeceğini belirleyecek gelişme, iki ülkenin Suriye'deki etkileşimi olacak. 
Rusya ve Türkiye'nin İdlib krizini diplomatik yollardan çözme girişimleri şu ana kadar sonuçsuz kaldı. İki ülke heyetleri arasında 8, 10 ve 18 Şubat'ta yapılan görüşmelerde yeni bir anlaşmaya varılamadı.
Ancak bu tarafların sorunu askeri güç kullanarak çözme niyetinde oldukları anlamına gelmiyor. Geçmişte yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bu gibi konularda sorunları ikili müzakerelerle çözmeyi tercih ettikleri biliniyor. Muhtemelen yine son söz iki ülkenin liderlerinde olacak. 
Burada yanıtı beklenen esas soru, Moskova ve Ankara'nın ne kadar kısa sürede bir ara yol bulacakları.
Bu sorunun yanıtı, gelecekte de benzer krizlerin çözülebilme ihtimalini göstermesi açısından önemli olacak. Zira Türkiye'nin, İdlib dışında Suriye'nin başka bazı bölgelerinde de askeri varlığı bulunuyor. Rusya ve Türkiye'nin hem Suriye'de hem de bir bütün olarak bölgede birbirlerine ihtiyacı var. İkili ilişkilerin radikal biçimde kötüye gitmesi de kimsenin çıkarına değil. 
Türkiye, Suriye'nin İdlib vilayetinden çekilmek istemeyebilir ve bölgeyi işgal etmeye çalışabilir. Böylesi bir durumda Moskova ve Şam'la yeni pazarlıklar ve müzakereler yapılacak demektir. Bu noktada sadece, Türkiye'nin İdlib yüzünden Rusya'yla ilişkilerini riske atmayacağını ümit edebiliriz.

Suriye ordusu muhtemelen Rusya'nın hava desteğiyle M5 ve M4 karayolu üzerindeki toprakları kontrol altına almayı sürdürecek. Burada amaç, Suriye'nin en önemli iki ulaşım hattı arasındaki iletişimi tesis etmek. Şam ve Moskova için İdlib çok önemli değil. Suriye ve Rusya'nın temel hedefi, M4 ve M5 karayollarını açarak ülkenin en büyük iki kenti Halep ile Şam'ı birbirine bağlamak ve Halep'in kıyı bağlantısını sağlamak. Suriye ekonomisinin toparlanması için gerekli olan da bu. 
Türkiye muhtemelen Suriyelilerin sınırına ilerlemelerini önlemek için İdlib'deki askeri varlığını artıracak. Ancak gerek eylemleri, gerek söylemleri Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın iç kamuoyuna mesaj verme niyetinde olduğunu gösteriyor. 
Tüm bu nedenlerle Suriye'de gerginliğin daha da artması ve Rusya-Türkiye ilişkilerinin radikal bir şekilde kötüleşmesi beklenmemeli. Moskova ve Ankara, İdlib konusunda anlaşmaya çalışıyor gibi görünüyor. Ancak bu kolay olmayacak. Sahadaki yeni gerçekler kabullenilmeli: Suriye ordusunun kontrol ettiği yeni bölgelerin varlığı gibi…Rus askeri polisinin hangi noktalarda devriye gezeceğine karar verilmeli. 
Halep eyaletinin kuzeyinde ve Türkiye'nin Suriye'deki üç askeri operasyonu sonrası kontrol ettiği tampon bölgede de bazı sorunlar var. Kürt Sorunu da cabası… 
Bu koşullar altında, Rusya ve Türkiye'nin ortak bir dil bulması giderek zorlaşacak. 





Ayvalık’ta halkın çevre direnişi


Milli Parklar statüsü içinde bulunan Ayvalık Adaları Tabiat Parkı, 19 bin hektarlık alanı kapsıyor. Türkiye’nin en büyük “tabiat parkı” olma özelliğini taşıyan alanda kuzey Ege’nin bakir koyları, Cunda Adası ve irili ufaklı 23 ada yer alıyor. Tabiat parkında bölgeye özgü kızılçam ağaçları ve endemik bitki türleri, Kızıldeniz’in derinliklerinde görülen kırmızı mercanlar ve diğer deniz canlıları yaşıyor. 

Ayvalık halkı yaklaşık bir aydır tabiat parkı içerisindeki Pınarboğazı ile Dalyan kıyılarının Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından ihale yoluyla 20 seneliğine kiralanmasını ve yapılaşmaya açılmasını sağlayacak çevre katliamına karşı direniyor. Bir oldubittiye getirilerek Kuzey Ege’nin bu doğa harikasının arsa spekülatörlerinin rant hırslarına terk eden ihale girişimlerine karşı Ayvalık Tabiat Platformu tarafından başlatılan imza kampanyasında 20 bin imza toplandı (ilçenin, etrafındaki beldelerle birlikte, kış nüfusu 70 bin 720!). Bu direniş karşısında 11 Şubat’ta yapılması planlanan ihale önce 25 Şubat’a ertelendi, sonra da iptal edildiği duyuruldu. Ancak, Ayvalıklılar söz konusu imar tehdidine el veren “Kamulaştırma Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” toptan geri çekilmedikçe henüz kalıcı bir zafer elde edilmiş olmadığının bilincindeler. 

*** 

Gündemi Ayvalık Destek Tasarım Akademisi kurucu ve yöneticisi, değerli dostum, Ali Akdamar özetledi. Katkılarını bu haftaki Ekonomi Politik’e taşıyorum: 

Kamusal alanın rant değeri yüksektir. Yöneticiler bu alanları kamunun yararına yapılacak işlere sermaye yapmak amacıyla başkalarının imtiyazına verirler. Bu şu demek, kamunun değerli bir mülkünü, sözüm ona kamuya kaynak yaratmak için başkalarına devretmek. Bu devrin diğer bir nedeni de siyasi rant sağlamaktır. Seçim sürecinde verilmiş sözleri yerine getirmek veya bir sonraki seçimin finansmanını sağlamak olabilir. 

Sonuç olarak halkın kullanımına açık olması gereken bu yerler, kişi veya kurumlara devredilir ve halk buralardan ancak para ödeyerek yararlanabilir. 

Ayvalık’ta yaşanan olay da basitçe böyledir. Yerel yönetimlerin, büyükşehir belediyelerinin ve bizzat hükümetin kendisinin sorumluluğundaki kamuya ait sahiller, kamplar, kişilere, kurumlara devredilmiştir. Yıllar içinde kanıksanan bu durum, giderek yaygınlaşmaktadır. Kentin merkezindeki kıyılar, kafelere, lokantalara, otoparklara, büfelere, taksi duraklarına bırakılmaktadır. Meydanlar, alanlar, parklar, kırlar, plajlar sosyalleşme ve halkın birbirini tanıma alanlarıdır. Bu alanların sermayeye devrinin ortaya çıkardığı sorunsal, insanların kamusal alandan çekilerek evlerine kapanmaları ve bireyselleşmeleridir. Hemşerilik olgusu yerini ötekileştirmeye ve şovenizme bırakır. İnsanın çevreyle bağlantısını koparır. 

Şimdi yaşanan durumun farkı ise, söz konusu mülklerin Ayvalık Adaları Tabiat Parkı içinde yer almasıdır. Yıllara yayılan bu kavga sabırlı bir iktidarın, yavaş yavaş, hissettirmeden unutturarak amacına ulaşma politikası karşısında, uyumayan halkın karşı karşıya gelmesidir. Her ne kadar azınlık olsa da duyarlı bir kesim bu tuzağa düşmemiştir. Belediyenin desteği ile partiler, sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşları ve halk meydanlara dökülmüş, kararlılığını yüksek sesle dile getirmiştir. Bu ses şimdilik ihalenin iptalini sağlamıştır. 

Ayvalık Belediye Başkanlığı’nın paylaştığı bilgilere göre, “30.03.1995 tarih ve 95/6717 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Ayvalık Adaları Tabiat Parkı olarak belirlenen alan, 21.04.1995 tarih 22265 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak ilan edilmiştir. İzleyen süreçte, 2004 yılında onaylanan Gelişme Planı ile sadece Park içinde belli bölgelerde Günübirlik Kullanım Alanı oluşturulabileceği genel olarak belirtilmiştir. Bu alanların hangi noktalar olacağı, kapsamı, mahiyeti, kullanım koşulları, süresi, devir koşulları ve şekli bu düzenlemede olmadığı için bu hususları açıklamak üzere 20.08.2009 onaylı Ayvalık Adaları Tabiat Parkı 1/25000 ölçekli Revizyon Planı çıkarılmıştır. Ancak söz konusu Revizyon planının Günü Birlik Kullanım Alanlarına dair düzenleme getiren hükümleri de dahil olmak üzere tamamı Danıştay 6. Dairesi’nin 25.12.2003 tarihli ilamı ile iptaline karar verilmiştir. 2009 yılından iptal olunan bu revize plandan sonra yeni bir revize plan oluşturulmamış, iptal olunan hususlar yasal düzenlemeden yoksun ve plansız duruma düşmüştür.” 

Dolayısıyla, yaratılan hukuki boşluk fırsat bilinerek Ayvalık’ta bir oldubitti yaratılmaya çalışılmaktadır. 2009 yılında Danıştay kararıyla kazanılan haklar, bugün hiçe sayılarak, hükümetin ve arsa spekülatörlerinin gaspına uğratılmaya çalışılmaktadır. Yasayı hiçe sayan bu davranışın asıl hayret verici yanı “vicdanın” uykuya dalmasıdır. Son derece değerli bir doğa parçasını, birileri kazanç sağlasın diye heba etmek ancak vicdansızlıkla ifade edilebilir. Bu vicdansızlık karşısında duracak tek güç, bilinçtir. Ancak bilinçli bir toplumun topyekûn protestoları, bu rantiyelere engel olabilir. 

Yasaları hiçe sayan, etik değerleri göz ardı eden yöneticilere, rant sağlayıcılara dur demenin yolu bireylerin iyi niyetli, iradeli, bilinçli olmalarıyla olasıdır. Çünkü çevrecilik bir “iyi niyet ve irade disiplinidir”.

19 Şubat 2020






Ateş bizi çağırıyor

Fehim Taştekin

Amerikan güvencesiyle Türkiye, Rusya ile ortaklığı bitirip tek taraflı hamlelerini büyütebilir mi? Deklarasyonlar bu yönde. Ancak bu tür bir seçeneğin yüzleşmekten kaçınamayacağı caydırıcı gerçeklik kâbus gibi aynada beliriyor. Rusya ile eşgüdüm Türkiye’ye ‘emniyetli operasyon’ kapıları araladı. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı, Rusya’ya rağmen düzenlenebilecek hareketler değildi. 

İdlib ateşe atıldığımız yerdir. O ateşe muhtaç kalmış siyasi liderin yanlış hesaplarını denkleştirme inadıdır. Kaçak stratejiyle büyüyen bir krizdir. 

Bir faninin fevriliğine kalmış her şey. İbresiz, pusulasız; şahlanan ve düşen! 

İdlib’in 2015’te El Kaide ve müttefiklerinin eline geçmesini sağlayanlar bugün bu statükoyu farklı hesaplarla sürdürmek istiyor. İdlib için Batılı ve Körfez’deki (eski) müttefiklerin dahliyle Fetih Ordusu’nu kuran Antep ve Antakya Operasyon Odaları yok ama Türk ordusu var. 

“Rejim şubat ayı içinde gözlem noktalarımızın gerisine çekilmezse Türkiye bu işi bizzat yapmak mecburiyetinde kalacak” diyor. Yapacağını zaten yapıyor. 3 Ocak’ta yedisi asker sekiz kişinin öldüğü saldırı bu yapılanların sonucu değil miydi? 

Türkiye elini çekse cihatçı yığın kaç gün daha tutunabilir? Amerikalılar umutlarını yitirip Amman Operasyon Odası’na kilit vurduklarında Güney Cephesi ne kadar dayandıysa o kadar… 

Canımıza tak eden onlarca krizle kuşatılmışken oturmuşuz Türkiye savaşa girecek mi girmeyecek mi diye kestirmeye çalışıyoruz. İşimiz fala kalmış. Bir saat sonrasını kestirebileni en baba strateji uzmanı sayıyoruz.

İhtarların ardından ne Suriye devleti operasyonları durdurdu ne de destekçileri Rusya ve İran frene bastı. Türkiye Suriye ordusunun M-5 yolunu açmak için Maaret el Numan’dan sonra hedefe koyduğu Serakıp’ı geçilmez kılmak için Türk askerini bariyer gibi dikti. Buna karşın Suriye ordusu güneyden yay çizip M-4 otoyolunu kesti ve Serakıp’ı batıdan kuşattı. Hatta dün ordunun kente girdiğine dair haberler gelmeye başladı. Suriye ordusu bu noktaya 22’si son 24 saatte olmak üzere 88 yerin kontrolünü ele alarak geldi. 

Bazı kaynaklar Türk topçusunun cihatçı yığınların Neyrep gibi yerlerde Suriye ordusunu püskürtme hamlelerine ateşle destek verdiğini aktarıyor. Taftanaz’da da karşılıklı atışların olduğu söyleniyor. Yani “Savaş başlar mı” sorusu biraz dünde kaldı, zaten ilan edilmemiş bir savaşın içindeyiz. 

Herkesin eli ağzında, kötü haber düştü düşecek! Yine de silahlı gruplar TOW gibi silahlar temin etmediği, gözlem noktalarında gerektiği kadar caydırıcı olmadığı, Rusya’ya diş geçiremediği için Türkiye’ye kızgın! 

*** 

Bu iş gerçekten de nereye varır? Rusya, Türkiye’yi kaybetme pahasına operasyonları sürdürebilir mi? İdlib’e yeniden dönen İran son dönemlerde Ankara’nın hassasiyetlerine yaklaşan tutumunu neden terk etti? ABD bu tehlikeli tırmanışın neresinde? 

“Muhatabımız Rusya değil artık Suriye’dir” çıkışından sonra Dışişleri Bakanları Mevlüt Çavuşoğlu ile Sergey Lavrov, ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Rusya lideri Vladimir Putin’in yaptığı görüşmelerle ‘mutlak’ kopuş önlendi. Yine de Kremlin ‘terörle mücadele’ çizgisinden bir milim sapmadı. Erdoğan’ın bu gidişata Rus-Türk ilişkilerinin kurban edilmeyeceği yönündeki ifadeleriyle öfke biraz ayar buldu. Ve ardından Çavuşoğlu’nun dünkü açıklamasına yansıdığı üzere “Rusya rejimi durdursun” moduna geri dönüldü. 

Fakat sahadaki operasyonlar ve Türk askeri tahkimatı sürdüğünden durumun kontrolden çıkma riski hâlâ yüksek. Anlaşıldığı kadarıyla Putin, Türkiye’nin Rusya’dan kolayca vazgeçemeyeceği öngörüsüyle limitleri sonuna kadar zorlayacak. En azından Soçi Mutabakatı’ndaki taahhütleri Erdoğan’a hatırlata hatırlata M-4 ve M-5 otoyollarını açmadan durmayacak. Sonrasında haritanın güncellenmiş hali masaya konulup yeni bir mutabakat hattı belirlenebilir. Türkiye direnmeyi bırakırsa ona da gerek kalmayabilir. Yeni bir hat belirlense de bozulmak içindir. 

*** 

Bir taraftan da Putin sanki Erdoğan’ın ABD’den bir güvence alıp almadığını, aldıysa bunun kendisini nasıl göstereceğini görmek istiyor. Evet İdlib’de dur-kalk taktiğiyle süregelen askeri hareketlilik hep olageldi. Fakat Türkiye’nin Maaret el Numan ordunun kontrolüne geçerken pek sessizken Serakıp’ta birden bire alevlenmesi pek çok taraf için manidar geldi.


Geçen ay Erdoğan’ın Suriye’de vites küçültüp Libya’da masa kurma stratejisi daha işin başında Putin’in yapacağı iyiliklere bel bağlamıştı. Putin’i Libya’da Türk planına çekemeyeceğini gören Erdoğan, Suriye’de yeniden sertleşti. Ne kadar etkili oldu bilemiyoruz ama Amerikan kanadı da birden bire Türkiye’nin değerli bir NATO müttefiki olduğunu hatırladı. ABD’nin Avrupa Kuvvetleri Komutanı Tod Wolters 30 Ocak’ta Ankara’ya gelip Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ile İdlib’i görüştü. Ardından Türkiye Serakıp’ın güneyine takviye güç göndermeye başladı. 1 Şubat’ta 4 Rus istihbaratçısı öldürüldü. Rus basınına göre istihbaratçılar Keseb’de Türkiye-Suriye görüşmesinin güvenliğini temin için Lazkiye’ye gitmişti. Türkiye’nin yedisi asker sekiz kişiyi kaybettiği saldırı ise 3 Şubat’ta gerçekleşti. Ve Amerikan yönetiminden Türkiye’ye gaz veren açıklamalar ardı ardına sökün etti. 

*** 

Çok da senaryo yazmaya gerek yok: ABD ve Türkiye’nin İdlib hesabı birbirbiriyle örtüşüyor. Erdoğan, İdlib’de statükonun korunmasından yana. İdlib cephesi kapanırsa sıra Afrin’e, ardından Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı Harekatları ile tutulan bölgelere gelecek. Erdoğan, Astana-Soçi zemininde Putin ile girdiği ortaklığın semerelerini toplamadan paydos etmek istemiyor. ABD de İdlib cephesinin Suriye devletini oyalayacak, yoracak ve kemirecek şekilde açık kalmasından yana. Hiçbir koşulda Suriye’nin yeniden toparlanmasını istemedikleri gibi İdlib’de cihatçıların defteri dürülürse Amerikan askeri varlığının ana gündem olacağını biliyor. Amerikalıların gördüğü başka bir şey daha var: İran, Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından İdlib cephesine geri döndü. Halbuki Han Şeyhun’un geri alındığı operasyon sırasında İran geri planda durmuştu. Bunda Amerikan yaptırımlarına karşı Türkiye ile paslaşma ihtiyacı da etkiliydi. ABD’nin Suriye’de kalma gerekçesi olarak İran’ı öne sürmesi, İsrail’in de İran’ı Suriye’yi vurma bahanesi yapması karşısında Tahran, Moskova’nın da telkinleriyle profilini düşürmüştü. İran yönetimi şimdi intikam için ABD’yi Irak ve Suriye’den atmaktan bahsediyor. CIA, Fırat’ın batısında eğit-donat programına son verse de İranlıların gözünde Türkiye, İdlib’de hâlâ ABD ve İsrail’in çıkarlarına uygun hareket ediyor. Rusya gibi İran da İdlib’de önemli bir komutanını kaybetti. İdlib’deki kararlılıkta bu türden özel faktörler de sözkonusu. 

*** 

Peki, Amerikan güvencesiyle Türkiye, Rusya ile ortaklığı bitirip tek taraflı hamlelerini büyütebilir mi? Deklarasyonlar bu yönde. Ancak bu tür bir seçeneğin yüzleşmekten kaçınamayacağı caydırıcı gerçeklik kâbus gibi aynada beliriyor. Rusya ile eşgüdüm Türkiye’ye ‘emniyetli operasyon’ kapıları araladı. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı, Rusya’ya rağmen düzenlenebilecek hareketler değildi. Hava savunma sistemi Türkiye için körelmeseydi durum farklı olurdu. Rusya, Türkiye ve Suriye ordularının karşı karşıya gelmesini önleyen bir sigorta işlevi gördü. Erdoğan boşu boşuna ikide bir Putin’e, “Esad’ı dizginle” demiyor. Ve bağlanan taşlar var; bunların ipleri salındığında “Orta Doğu’da nereden vurulduğunu bilemezsin” sözü kulaklarımıza çalınacaktır. Gözardı edilen başka bir şey daha: Eğer işler kontrolsüz bir çatışmaya dönüşürse Fırat’ın batısında Afrin, Menbic ve Tel Rıfat, doğusunda uzunca bir şeritte Kürt cephesinin açılması bu senaryoda kendine yer bulabilir. Rusya zaten YPG’nin Suriye ordusuna sokulması için koşulları olgunlaştırmaya çalışıyor. 

*** 

Durum derin bir nefes alıp basit bir soruya yanıt verilmesini gerektiriyor: Suriye’yi kendi topraklarının kontrolünü cihatçı yığınlardan geri almaktan men eden bir mantık savunulabilir mi? Türkiye’yi bir bataklıktan ötekine sürüklenmenin adı strateji olabilir mi? Bela çıkarmada dünyaya bedel olmanın övünülecek bir tarafı olabilir mi?





Vergiden kaçınmak yasal mı?

Doç.Dr. Murat BATI
Ondokuz Mayıs Üniversitesi 
Mali Hukuk Ana Bilim Dalı Başkanı 

Torunlar’a ait olan Başkentgaz’ın 27.12.2017 tarihinde 8 milyon Amerikan Doları’nı Kızılay’a, Kızılay’ın da 75 bin doları hariç kalan parayı Ensar Vakfı’na bağış olarak aktardığını hepimiz biliyoruz. Ancak sorun; yapılan bu işlem gerçekten de görüldüğü gibi sadece bir kaçınma işleminden mi ibaret yoksa başka bir şey mi? Bunu anlatmaya çalışayım. 

Bağışın nedeni 

Kurumlar yaptıkları bağışın bazen tamamını bazen de belli bir kısmını gider olarak yazabilmektedirler. Anayasanın 73’üncü maddesi uyarınca Cumhurbaşkanınca muafiyet hakkı tanınan vakıflara bağış yapılırsa bağışın tamamı gider yazılamaz. Ensar Vakfı’na, 16.08.2012 tarih ve 2012/3582 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile vergi muafiyeti tanınmıştır. Gider yazılacak tutar, şirketin o dönem beyan edeceği kazancın (giderleri düştükten sonra kalan tutar) yüzde 5’inden fazla olamayacak. KVK’nin 10/1-c maddesi uyarınca; kurum kazancından yani giderleri düştükten sonra kalan tutarın yüzde 5’inden fazlası gider yazılamayacaktır. Ancak bağış Kızılay Derneği’ne yapılırsa yapılan bağışın tamamı gider yazılabilecektir. Bu yüzden önce Kızılay’a bağış yaparak bağışın tamamını gider olarak yazma yolunu tercih etmişlerdir. 

Vergiden kaçınmak yasal mı? 

Vergiden kaçınma, kanunlara aykırı hareket etmeksizin vergiyi doğuran olaya neden olunmaması suretiyle vergi yükünün dışında kalma çabalarını ifade ederken aynı zamanda bilinçli bir eyleme dayanır. Vergiden kaçınma hukuk sözlüğünde; vergi yasalarının, vergi borcunun doğumunu bağladıkları olaylarla bağlılık kurulmaması ve bu olayların bireyler bakımından ortaya çıkmaması şeklinde tanımlanmıştır. Vergiden kaçınma, devletin vergi alma hakkının oluşmadığı işlemleri ifade eder. Bu suç değildir, cezası da yoktur. Vergi yasalarındaki istisna ve muafiyet hükümlerinden yararlanmak bir kaçınma işlemidir. Bu durum herhangi bir suç teşkil etmemektedir. Vergi kaçırma ise vergi doğduktan sonra vergilerin ödenmemesi işlemidir. Vergi kaçırma işlemi esasında bir kabahattir. Yani cezası sadece idari para cezasıdır. Alışveriş yapılırken fiş almama/vermeme durumu bir vergi kaçırma işlemidir ve cezası belli bir tutarda para cezasıdır. 

Ayrı işlemler, ama... 

Vergi kaçakçılığı ise bunlardan ayrı bir işlemdir. Vergi Usul Kanunu’nun 359’uncu maddesinde sayılan naylon fatura düzenleme, kullanma, kanunen sayılan defter ve belgeleri yırtmak, yok etmek gibi eylemlerin düzenlendiği ve cezasının ise hem para cezası hem de hapis cezası olduğu suçları ifade etmektedir. Kaçırma ve kaçakçılık birbirinden farklı şeylerdir. Vergi kaçırma vergi ödememe anlamında yasal olmayan bir fiil iken vergi kaçakçılığı ise VUK’un 359’uncu maddesinde belirtilen fiillerin yapılması durumunu ifade eder. Kaçırma bir verginin ödenmemesi sonucunu doğururken, kaçakçılıkta ise her zaman verginin ödenmemesi sonucu çıkmaz. 

Konuyu şöyle özetleyeyim; vergi kaçakçılığının cezası hem idari para cezası (çoğu zaman) hem de hapis cezası, kaçırmanın cezası sadece idari para cezası, kaçınmanın ise herhangi bir cezası yoktur. Görüldüğü gibi kaçınma başka, kaçırma başka kaçakçılık ise bambaşka bir şeydir. Ancak konunun esas boyutuna gelirsek: 

‘Peçeleme’ nedir? 

Vergi hukuku yazınında “peçeleme” diye bir tabir vardır. Vergi mükellefleri ya da sorumlularının daha çok kendi çıkarlarını gözeterek özel hukuk biçimlerini ve kurumlarını olağan kullanımları dışında kötüye kullanarak vergi kaçırma gayesiyle düzenlenen sözleşmelere “peçeleme sözleşmeleri” ya da “peçeleme işlemleri” adı verilir. Peçeleme sözleşmesinin tarafları yasanın sözüne uygun davranıyor görünmekle birlikte, onun özünü ihlal etmektedirler. Yasanın amacı tamamen bertaraf edilmektedir. Peçeleme yapılmasının altında yatan esas unsur aslında başka bir hukuksal işlemin altında vergi dışı bırakılmak ve yasa bu yoldan dolanılmak istenmektedir. 

Peçelemeden bahsedebilmek için, mükellef ya da vergi sorumlusu, önce vergiye tabi bir işlemde özel hukukun öngördüğü bir biçim ya da kurumu yasaya uygun biçimde kullanacak, bu kullanış, iyi niyetle değil, vergiyi dolanma ya da vergiyi kaçırma amacına yönelik olacaktır. Peçeli denilen sözleşmenin, sırf vergiyi azaltmaya yönelik olduğu ispat edilmelidir. 

Hazine ve Maliye Bakanlığı işlemin peçeleme gayesiyle yapıldığını iddia etmesi durumunda bunun aksini ispatlamak görevi mükellefe düşmektedir. Buna göre Kızılay’a yapılan bağış sarmalında yer alan tüm aktörler işlemlerin tamamının hangi amaçla yapılacağı konusunda fikir sahibi oldukları belli. Bu nedenle kendi aralarında yaptıkları bu silsileli bağış aktarımı kanuna karşı hilenin bir türü olan peçeleme işlemidir. 

Bu işlemi ortaya çıkaracak olan da savcılık birimi değil Hazine ve Maliye Bakanlığı Vergi Denetim Kurulu’dur. Konu Maliye’ye sevk edilmediği sürece bu bağış işlemi “yasal yolla yapılmış olarak kalacak” ve bu işleme ilişkin dosyalar da tarihin tozlu sayfalarına bir daha çıkarılmamak üzere kaldırılacaktır. 

Bunun bir peçeleme işlemi olduğu saptanırsa ne olacak? Ne ceza verilecek? İşlem 2017’de yapıldığı için 2017 yılı beyanına bu bağış (75 bin dolar hariç) geri eklenecek ve o tarihte yüzde 20 oranında Kurumlar Vergisi hesaplanacak. Ortaya çıkacak bu ek verginin bir katı kadar da vergi ziyaı cezası hesaplanacak. Ve o tarihten bugüne kadar da hesaplanan bu ek vergi üzerinden şu anda aylık yüzde 1.6 olan (ilgili dönemdeki gecikme faizi oranı kadar ) gecikme faizi alınacak. O kadar... 

02 Şubat 2020