Yalanın meşrulaştırıldığı, gerçeklerin “önemsizleştiği”, algı yönetiminin öne çıktığı bu dönemde bize de yaşananları Yalın Alpay’a sormak kaldı.
NEDEN YALIN ALPAY? İstanbul’da doğdu. Okuma-yazmayı 2.5 yaşında söktü.. Okula girdiğinde birinci ve ikinci sınıfı atlayarak üçüncü sınıftan başladı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nden aldı. Doktora çalışmasını İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde sürdürdü.. Birçok kitap yazdı, “Yalanın Siyaseti” kitabıyla Necip Hablemitoğlu Toplumsal Duyarlılık Ödülü’nü aldı. Yalanın meşrulaştırıldığı, gerçeklerin “önemsizleştiği”, algı yönetiminin öne çıktığı bu dönemde bize de Yalın Alpay’a sormak kaldı.
- Boğaziçi Üniversitesi hedef alındı, çünkü.. Birinci neden, üniversiteler arasında yandaş kadrolarla doldurulmamış birkaç üniversiteden biri olan Boğaziçi’ni de muhalif olanaklardan soyundurmak, doğrudan tek adama bağlamak. İkincisi, Boğaziçi’nde gerçekleştirilecek protestoları devlete ve hükümete karşı sekülerlerin hep bir hınç içerisinde bulunduğunu ve ilk fırsatta bu hıncı dışa vurduklarını göstermek. Bu hıncı kendi seçmenlerine gösterip işte “Eğer bizi iktidardan düşürürseniz, bu hınçlı kitle size neler edecek, görün” demek.
- Türk akademisinin gözbebeği, en çalışkan tüm öğrencilerin, en başarılı tüm akademisyenlerin çatısının altına girmek için can attığı bir üniversite. Türkiye’de seçkinlik denildiğinde akla ilk gelen eğitim kurumu.
- AKP’ye göre “seçkin”ler olarak niteledikleri Kemalistler bürokrasiye, üniversitelere, medyaya, orduya ve yargıya iyice yerleşmişler, seçilmiş hükümetlere hiçbir hareket alanı bırakmayacak şekilde siyaset dışı aktörlerle siyasi aktörleri rehin almışlardı.
- AKP bir zamanlar tüm kamu kurumlarından “T.C.” nitelemesini kaldırırken, artık zorunlu olarak tam da aksi yöne dönerek muhafazakâr Türk milliyetçileriyle ittifak yapmak zorunda kaldı. AKP bugüne kadar ittifak kurup da sonradan bozuştuğu tüm paydaşlarına aynı yakıştırmayı sundu: “terörist”.
- AKP ile aynı düşüncede olmayan her kesimin ve herkesin terörist ilan edilmesi, gerçek teröristlerle terörist ithamına uğrayanlar arasındaki hakiki ayrımı da ortadan kaldırarak onu bir imgeleme dönüştürdü. Bu durum gerçek teröristlerin lehine, uydurma teröristlerin aleyhine gelişti. Seçkinlerin kendileri dahi, seçkin sözcüğünün yeni olumsuz kodlamasına ikna edilmiş durumda.
- Bir popüliste göre ülkenin savcısı da, yargıcı da, askeri de, medyası da, akademisi de, bürokrasisi de “gerçek halk”tır. Fakat “gerçek halk” sayıca çok kalabalık olduğundan bu görevleri ifa etmek için bir temsilciye gereksinim duyar. O kişi de seçilmiş başkanın kendisinden başkası değildir. İşte böylece başkan “gerçek halkı” temsil adına hukuku, orduyu, medyayı, akademiyi, bürokrasiyi tek başına yönetmelidir. Burada gerçekte bir tek kişi yoktur, o tek kişi “gerçek halk”ın tek bir bedende varlık bulmuş halinden başkası değildir. Popülistler işte tam bu yüzden hemen yeni anayasa yazmaya girişirler…
- AKP, yüksek oy kayıplarıyla kendi zeminini de yitiriyor, çünkü kendi zemini yerine, kendi “seçkinlerine” yarar sağlıyor. AKP’nin seçmen zemini daraldıkça yeni yönelimi kutuplaşmalar için yeni olanaklar sağlamak
- Türkiye’de olup bitenler aklıma bir tespitinizi getirdi. “Muhaliflerin tamamının ‘kötücül’, ‘nefret edilen’, tüm sorunların kaynağı olarak tanımlandığı, tüm muhalif savların ezbere bir şekilde duygusal olarak baştan reddedildiği bir kutuplaşma ortamı doğdu” demiştiniz. Evet, özellikle son günlerde “sınırsız bir nefret”e tanık olduk. Her şeyden önce bir Boğaziçi Üniversitelisiniz. Cumhurbaşkanı “terörist misiniz”, Devlet Bahçeli “vandal, barbar” diye açıklama yaptığında ne düşündünüz?
Boğaziçi Üniversitesi geleneği, Türkiye’de siyasi kutuplaşmanın kör bir tarafı olmadan, tarafları felsefi ilkeler çerçevesinde değerlendirmeyi gözeten, gerçek bir üniversitenin ödevi olduğu üzere, siyasetin duygusallığını, çıkarcılığını, irrasyonelliğini, ideolojik önyargılarını uyarılarıyla deşifre eden, bilimsel nesnelliği olabildiğince uygulamaya çalışan çok kıymetli bir kutupyıldızı. Liyakat sisteminin ülke genelindeki perişanlığının pek de uğramadığı, beşeri kaynaklarını niteliklilik esasına göre oluşturabilme başarısını sürdürebilen ender kurumlarımızdan birisi. Bu yüzden de kurulduğu günden bu yana Türk akademisinin gözbebeği, en çalışkan tüm öğrencilerin, en başarılı tüm akademisyenlerin çatısının altına girmek için can attığı bir üniversite. Türkiye’de seçkinlik denildiğinde akla ilk gelen eğitim kurumu.
- ‘Seçkincilik’… Aslında bugün tam olarak iktidarın bir suçmuş gibi ortaya koyduğu kavram…
Türkiye’de 2002’den bu yana, modernitenin sonuna kadar övmüş olduğu seçkinlik sözcüğünün içeriği kamusal alanda bir olumsuzlamayla yeniden biçimlendirildi. Fakat bu biçimlendirmede de, “seçkin” olarak nitelendirilen kitle, aynı grubu niteleyen bir sözcük olmayı aşarak sırayla farklı grupları olumsuzlamakta kullanıldı. 21 yıllık AKP iktidarının “seçkin” olarak tanımladığı ilk grup “Kemalistler”di. Bu kesime, Fransızcadaki “Mon Şer” deyimiyle seslenen AKP, tek bir deyişle hem Kemalistlerin Batı hayranlığına (dolayısıyla yerel değerlere uzaklıklarına) hem de Türkçede kötü anlamına gelen “şer” sözcüğüyle kötücül olduklarına gönderme yapıyor, söz oyunlarıyla bu kitleyi olumsuz bir nitelemeye sıkıştırıyordu.
- Peki, buna niçin ihtiyaç doğdu?
AKP kadrolarının siyasal İslamcı ve otoriterlik yanlısı geçmişleri, onları sınırlı bir oy oranının ötesine taşımadığından, bu kadrolar, kendi geçmişlerini geride bıraktıklarını ve bundan böyle “muhafazakâr-demokrat” olduklarını ilan ettiler. Kamuoyu önünde dev bir kılık değiştirme gerçekleşiyor ve kılığını değiştirenler artık “değiştiklerini” açıkça bildiriyorlardı. Garip görünen şey ise hâlâ hedeflerinde Kemalizmin ve Kemalist kadroların bulunmasıydı. Geçmişin siyasal İslamcıları, 2002’nin “muhafazakâr-demokratları” bu kuşkulu durumu da bir başka yöntemle aştılar. Kemalizme ve Kemalistlere hâlâ karşıydılar fakat bu karşıtlık İslami bir muhalefetten kaynaklanmıyordu.
- Ya nereden kaynaklanıyordu?
Yeni yazılımlarında Kemalistlere “seküler oldukları” için değil, “demokrat olmadıkları” için karşı çıkıyorlardı. Kurtuluş Savaşı’nın ardından, kendilerini toplumun üzerinde gören bir avuç “seçkin” topluma hiçbir fikir sormadan, danışmadan, empati yapmadan her şeyi tek bir darbede dönüştürmeye girişmiş, demokratik bir evrimleşme içerisinden modernleşmek yerine, otoriter bir devletçilikle tepeden inmecilikle demokrasinin ortadan kalkmasına yol açarak, kendi “seçkin” düşlerini yaşama geçirmiş, bu sırada da kendilerini “yüceltmiş”, halkı “aşağılamış, horlamış”tı. AKP, Kemalizmin bir “vesayet” sistemi olduğunu ağzından düşürmüyor, her fırsatta seçkinlerin kendi kendilerini zorla seçkin olmayanların vasisi kıldığını vurguluyor, şimdi AKP ile birlikte demokrasinin ve özgürleşmenin geleceğini haykırıyordu. AKP’ye göre, “seçkin”ler olarak niteledikleri Kemalistler bürokrasiye, üniversitelere, medyaya, orduya ve yargıya iyice yerleşmişler, seçilmiş hükümetlere hiçbir hareket alanı bırakmayacak şekilde siyaset dışı aktörlerle siyasi aktörleri rehin almışlardı. Bu “seçkin” tavrın demokrasiyle hiçbir ilintisi yoktu, bu “vesayet” sistemini sonlandırmak, Kemalistleri tüm bu siyaset dışı alanlardan “temizlemek” demokrasiye ulaşmanın temel koşuluydu.
- Ve AKP o dönemde bu çabasına “ileri demokrasi” hedefi adını veriyordu…
Aynen öyle… “İleri demokrasi” hareketi çerçevesinde AKP, Kemalizmden mağdur olduklarını ileri süren diğer gruplarla işbirliği yaparak geniş bir ittifak kurdu. Böylece Kürt siyasi hareketi, liberal entelektüeller, bir kısım sol, bir kısım feministler, muhafazakârlar ve siyasal İslamcılar, AKP çatısı altında güçlerini birleştirme olanağı buldular. AB çıpası dolayımında Batı da bu ittifaka destek verdi. Bu, “sahte seçkinlere” karşı girişilmiş bir demokrasi hareketiydi. Baskıcı azınlığın karşısına, gerçek halk dikiliyordu. İşte demokrasi de zaten bu değildi de, neydi? Bu demokrasi ile otoriter Kemalizmin kavgasıydı. Fakat Kemalistler bürokrasiden, üniversitelerden, medyadan, ordudan ve yargıdan süpürülüp de yerlerine yeni kadrolar atandığında bu kez bu kadroların yine AKP tarafından yapılan isimlendirmede bir “paralel devlet” kurdukları ilan edildi. Böylece ikinci bir büyük kadro değişim hareketi devreye sokuldu. Bu sırada AKP’nin kavgasının “ileri demokrasi”yi hedefleyen bir amacı olduğundan kuşkular duymaya başlayan Kürt, liberal, sol, feminist ve bazı cemaatçi ittifak ortakları müttefiklikten ayrılmaya ya da kovulmaya başladılar. İşte Kemalist kadroların tasfiyesinin ardından boşta kalan “seçkinlik” unvanı, hazır olumsuz bir sözcük halini almışken, neden diğer siyasi rakipler için de kullanılmasındı? Böylece bir zamanlar yoldaşları olan liberal entelektüeller, bir kısım sol, feministler, bir zamanlar ortak düşmanları olan Kemalistlere yaftalanan “seçkin” sözcüğüyle yaftalanmaya başladılar. AKP böylece “demokratik ittifakı” bozuyor, ipleri tek başına ele almaya girişiyor ve böylelikle de giderek otoriter bir yönetim biçimine geçiyordu.
- Bu otoriterlik kendini parti içinde nasıl gösterdi?
Parti içerisinden çıkabilecek itirazları engellemek adına da partinin büyük abileri süratle tasfiye edilmeye başlandı. Yola Erdoğan’la birlikte çıkan Gül, Arınç, Şener, Davutoğlu, Babacan gibi tüm büyük parti içi isimler parti dışına atıldı. Böylece AKP hükümet etmede otoriterleştiği gibi, parti içerisinde de liderin sözünün dışına çıkamayacak bir yapı haline geldi. AKP’nin temsil ettiği değerlerden demokrasi, liberalizm, AB çıpası (değerleri), dezavantajlı kimlikler (LGBT) çıkarılınca, geriye otoriter değerleri, kabadayılığı, argo sözcüklere dayanan siyaseti, safsatalardan hakikate ulaşamayan yanlış akıl yürütmeleri daha kolay kabullenebilecek daha anti seçkin bir kitle kaldı. Böyle bir pozisyon doğunca, AKP de bir zamanlar tüm kamu kurumlarından “T.C.” nitelemesini kaldırırken, artık zorunlu olarak tam da aksi yöne dönerek, muhafazakâr Türk milliyetçileriyle ittifak yapmak zorunda kaldı. AKP bugüne kadar ittifak kurup da sonradan bozuştuğu tüm paydaşlarına aynı yakıştırmayı sundu: “terörist”.
- Bugün olduğu gibi…
Evet, AKP’li olmayan herkes “terörist” olmakla nitelenir oldu. Kemalistler Ergenekon ve Balyoz gibi, belli cemaatler aracılığıyla gerçekleştirilen operasyonlarla “anlaşıldığı üzere” darbe yapmayı planladıkları için; bu operasyonları gerçekleştiren cemaat yapıları paralel devlet oluşturmak ve darbe girişiminde bulundukları için; HDP, PKK ile işbirliği yaptığı için; CHP, örtülü olarak HDP ile siyasi ittifak kurduğu için; liberaller Batılı değerlere sahip çıktığı için; sivil toplum yürüyüş yaptığı için; gazeteciler hükümet aleyhinde haber yazdıkları için; akademisyenler AKP gibi düşünmedikleri için; Gezi olaylarında protesto eden kitleler, haklarını aradıkları için ve bugün gelinen noktada da Boğaziçi Üniversitesi’nin öğretim üyeleri ve öğrencileri atanan rektöre karşı çıktıkları için terörist ilan edildiler. AKP ile aynı düşüncede olmayan her kesimin ve herkesin terörist ilan edilmesi, gerçek teröristlerle terörist ithamına uğrayanlar arasındaki hakiki ayrımı da ortadan kaldırarak onu bir imgeleme dönüştürdü. Bu durum gerçek teröristlerin lehine, uydurma teröristlerin aleyhine gelişti. Şimdi geldiğimiz durumda, içeriği artık bir “olumsuzlama” olarak “başarıyla” inşa edilmiş “seçkin” sözcüğü Kemalistler yerine, çoğu kez Kemalizme mesafeli durmuş olan Boğaziçi Üniversitesi’ne yaftalanıyor ve bu yaftalama öylesine başarılı oluyor ki sosyal medyada çoğu Boğaziçi mezunu AKP’ye muhalefet etmeye devam ederken, bir yandan da “seçkin” olmadıklarını ispatlamak peşine düşüyorlar. Yani seçkinlerin kendileri dahi, seçkin sözcüğünün yeni olumsuz kodlamasına ikna edilmiş durumda. Burasının pek sorunlu bir nokta olduğunun altını önemle çizmek isterim.
- Liyakat kavramına ne oldu?
AKP’nin bugüne değin bürokrasiden, medyadan, akademiden ve ordudan süpürdüğü kesimler Boğaziçi Üniversitesi’nin liberal ilkelerinden çok Kemalist, modernist ve sosyalist kadrolardı. Şimdi liyakatli bir kurumun varlığı dahi AKP için bir tehdit unsuru gibi görünmekte. Artık liyakatli olmak başlı başına “terörist” ilan edilmek için bile geçerli sayılmakta. Hükümete rasyonel ve barışçıl şekilde muhalefet etmek bile bir “darbe” girişimi gibi algılanıyor, kamuya böyle bir algı pompalanmaya girişiliyor. Elbette bunun da AKP açısından çeşitli nedenleri var.
- Evet, gelelim nedenlerine… 2002’den beri birçok üniversite açıldı. 196 rektörün 68’inin tek bir uluslararası yayını dahi yok. Türkiye’nin en önemli akademisyenlerinden biri olan Ayşe Buğra, siyasetin diline meze yapılmak isteniyor. Metropoll Araştırma Şirketi’nin son anketine göre, halkın yüzde 73’ü, üniversite rektörlerini öğretim görevlilerinin seçmesi gerektiğini düşünüyor. Yani Bulu’nun atamasını yanlış buluyor. Öyleyse iktidar niye hâlâ ısrar ediyor?
Günümüzün siyasi otoritesinin, Türkiye’de horlananların sesi olarak başa geçerken temel tezi eski Türkiye’nin yarattığı mağduriyeti sona erdirmekti. Fakat kısa sürede gördük ki ortada rövanşist bir yaklaşım vardı. Ardından da ülkenin her anlamda, tüm politikalarında resmen iflas eden bir yönetim kendisini gösterdi. Ekonomi, kültür, dış siyaset, maliye, eğitim… Tümü berbat… Bu süreçte rejim de ciddi dönüşümlere uğradı ve bunlar maalesef koşar adım otoriterleşmeye doğruydu. AKP, Kemalizmde rahatsız olduğunu ileri sürdüğü her türlü otoriter uygulamayı, aradan geçen 100 yıla rağmen tek tek yürürlüğe koydu ve kendileri için önemli olanın fırsat eşitliği, demokrasi, özgürlük falan olmadığını, önemli olanın iktidarın nimetlerinden yararlananların kendilerinden olanlar olması olduğunu açıkça gösterdi.
- Kamuoyu araştırmaları bu yöntemin işlerine yaramadığını gösteriyor. Cumhur İttifakı oylarının giderek düşmesi de bunun kanıtı..
Evet, şimdilerde AKP, yüksek oy kayıplarıyla kendi zeminini de yitiriyor çünkü kendi zemini yerine, kendi “seçkinlerine” yarar sağlıyor. AKP’nin seçmen zemini daraldıkça, yeni yönelimi kutuplaşmalar için yeni olanaklar sağlamak. Yeni yöntem bana öyle geliyor ki olası bir iktidar değişiminde (ki ilk seçimde olması son derece muhtemel) sekülerlerin seçilmelerini, bu kez onların rövanşist bir yaklaşımda bulunacaklarını kendi seçmenine göstererek, eğer AKP iktidardan giderse, eski AKP seçmenlerini bu yeni seküler iktidarından koruyabilecek bir yapının kalmayacağı algısını yaratmak. Bunun için, şimdilerde her seküler kuruma, AKP yaklaşımlarının dışında düşünce üreten tüm sivil topluma, yargıya, medyaya, akademiye olanca şekilde baskı yaparak sekülerleri yaygara koparmaya sürüklemek ve ardından bu yaygaralara karşı o söylemlerin içeriklerini radikalleştirerek (sekülerler başa geçerse hepinizin mallarına el koyacak, tümünüzü hapse atacak, işlerinizden çıkaracak vb…) kendi seçmenlerine yaymak. Böylece tüm siyasi yönetim başarısızlıklarına karşın, kendi seçmenlerini olası bir AKP’nin iktidardan seçimle düşüşü karşısında sahipsiz kalarak saldırıya uğrayacakları konusunda ikna ederek konsolidasyon sağlamak.
- AKP, Boğaziçi’ne geleneklere aykırı bir şekilde tepeden ve liyakati son derece sorgulanabilir bir atama gerçekleştirdiğinde, bunun şiddetle reddedileceğini biliyor muydu?
Biliyordu elbette. Bu şiddetle reddedilmeye de kendi dağılma eğilimi gösteren seçmen kitlesini konsolide edebilmek adına büyük gereksinimi var, zira CHP bir süredir AKP’nin kutuplaştırmaya yönelik sahte gündemlerine riayet etmiyor, o sahte gündemlere karşı çıkarak anlamsız çatışmalara artık izin vermiyor. CHP’den istediği refleksleri alamayan AKP, sekülerlerin en itibarlı kurumlarından biri olan ve seçkin bir azınlığı temsil ettiği için, arkasında büyük bir kitlenin de toplanmayacağını tahmin ettiği Boğaziçi’ni hedef aldı. Burada AKP tek bir hareketle birkaç sonuç birden elde edebiliyor.
- Açar mısınız?
Birincisi üniversiteler arasında yandaş kadrolarla doldurulmamış birkaç üniversiteden biri olan Boğaziçi’ni de muhalif olanaklardan soyundurmak, doğrudan tek adama bağlamak. İkincisi Boğaziçi’nde gerçekleştirilecek protestoları devlete ve hükümete karşı sekülerlerin hep bir hınç içerisinde bulunduğunu ve ilk fırsatta bu hıncı dışa vurduklarını göstermek. Üçüncüsü bu hıncı kendi seçmenlerine gösterip işte “Eğer bizi iktidardan düşürürseniz, bu hınçlı kitle size neler edecek, görün” demek. Fakat Boğaziçililer böyle bir hınç gösterisine olanca uğradıkları haksızlıklara rağmen girişmediler. Dolayısıyla AKP’nin öngörülerinin tümüyle tuttuğunu söyleyemeyiz. Fakat Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde cuma akşamı apar topar kurulacağı ilan edilen hukuk ve iletişim fakülteleri aracılığıyla, rektör çıpasını da kullanarak AKP’nin kadrolaşacağı ve Boğaziçi’ni yavaş yavaş kendi çizgisindeki sıradan bir üniversiteye dönüştüreceğini görüyoruz. AKP’nin bu seçkin yapıların tümünü alaşağı etmesi Türkiye’yi orta ve uzun vadede çok aşırı zorlayacak, yüz yıllık birikimlerin birçoğunun böylesine lağvedilmesi Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesinden daha da ayıracak.
Popülizm, demokrasinin altını oyan çok tehlikeli bir kılıktır
- Tam da “yeni anayasa” tartışmalarının olduğu bir zamanda yine ‘Yalanın Siyaseti’ kitabınıza dönüp baktım. Diyorsunuz ki, “Yeterli güce sahip olan popülistler yeni bir anayasa yazmak isteyeceklerdir”. Hemen okura bilgi verelim, kitap 2017’de çıktı. Bugün bunu tartışıyoruz. Neden yeni bir anayasa yazmak istiyorlar?
Popülizm, demokrasiymiş gibi davranan fakat gerçekte demokrasinin tam da altını oyan çok tehlikeli bir kılıktır. Temel özelliği toplumda bir kutuplaşma yaratmak, “gerçek halk” ile “bu halka tuzaklar kuran bir azınlık” arasında bir gerilim kurmaktır.
- Evet, siyasetçi “Ben gücümü halktan alıyorum” diyor, ama herkesi de halk saymıyor, değil mi?
Popülizme göre, çoğunluğun milyonda bir farkla bile kazanılması, o çoğunluğun dilediğini dilediği gibi değiştirmesi için yeterlidir. Seçilmişlerin karşısında hiçbir kurum, atanmış ya da seçimi kazanamamış kesimin siyasetçisi ya da seçmeni duramaz. Bir kez çoğunluk elde edilmiş midir, işte gerçek irade odur, milletin gerçek ve “şaşmaz” iradesi oldur, geriye kalan “hainlerin” tümü de bu “gerçek” iradeye uyum sağlamak, biat etmek zorundadır. Bunu yapmayacaklarsa, o zaman “gerçek halk”a başkaldırıyorlar demektir; bunun için hukuku, Meclisi, orduyu, bürokrasiyi, medyayı, akademiyi kullanmayı deneyebilirler. Bir popüliste göre bu araçların tümü siyaset dışı türev enstrümanlardır ve seçmenin iradesini değiştirmek için kesinlikle kullanılamaz. Tek karar mercii “gerçek halk”tır ve halk isterse hukuku da, Meclis kararını da, orduyu da, akademiyi de, medyayı da, bürokrasiyi de def edebilir. Hiçbir güç “gerçek halk”ın üzerinde değildir. Dolayısıyla ülkenin savcısı da, yargıcı da, askeri de, medyası da, akademisi de, bürokrasisi de “gerçek halk”tır. Fakat “gerçek halk” sayıca çok kalabalık olduğundan bu görevleri ifa etmek için bir temsilciye gereksinim duyar. O kişi de seçilmiş başkanın kendisinden başkası değildir. İşte böylece başkan “gerçek halkı” temsil adına hukuku, orduyu, medyayı, akademiyi, bürokrasiyi tek başına yönetmelidir. Burada gerçekte bir tek kişi yoktur, o tek kişi “gerçek halk”ın tek bir bedende varlık bulmuş halinden başkası değildir. Popülistler işte tam bu yüzden hemen yeni anayasa yazmaya girişirler…
- Yani?
Seçilmişlerin önüne çekilmiş tüm hukuki setlerden, denetimlerden, kısıtlardan kurtulmak için. Onlar için halkın sözünün üzerine, hukuk da olsa bir söz olamaz. Ve yeni anayasa işte bu “gerçek halkın” çağlaması için gereken düzenlemelerin kitaplaşmış halidir; özsel ve temeldir.
08 Şubat 2021
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/liyakat-terorist-ilan-edilmek-icin-gecerli-sayiliyor-1812070