Sayfalar

Krizin ‘iç savaş’ cephesi açılıyor!

Bahadır Özgür
4 Eylül, 2018


Seçim öncesi ‘oyu verin, kuru bana bırakın’ sözü yerini ‘Bu da geçer ya hu’ya bıraktı. Belli ki iktidar, krizin yıkıcı sonuçlarını kabullenmiş durumda. Şimdi sıra hesabı bölüşüm hiyerarşisinde yukarıdan aşağıya doğru kesmeye geldi. Lakin TOBB’un ‘bizim borcumuz 81 milyonun borcudur’ açıklaması, bu hesabın Alman usulü gelmeyeceğini gösterdi. Erdoğan krizi ‘savaş’ olarak tanımlıyorsa eğer, TOBB da bunun ‘iç savaş’ cephesini açtı şimdi. Ücretleri eriyenler, işlerini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze artık. 

“İstikrazdır, istikraz / Bize derler yiğit Laz / İstediğin kadar yaz / Korkmayız, devletimiz / Koca bir altın deniz.” 

“Kızım Ayşe haydi kalk / Koşuyor bankaya halk / Neme lazım senin park / Süsü müsü satalım / Cebe altın atalım.” 

“Şimdi vatan açtı defter / Bizden ödünç para ister / Biz verelim düşman utansın / Kuvvetimizden yılsın usansın.”* 

Bu sözler komik mi geldi? Yazıldığı dönem hiç de komik değildi oysa. Birinci Cihan Harbi’nde İttihatçıların alınan borçları halka mal etmek için başlattıkları ‘milli ekonomi milli savaştır’ kampanyasının propaganda yöntemlerinin özgün örnekleriydi. İlki; Karadeniz’de satılan sigara paketlerinin üzerine yazılmak üzere hazırlandı. İkincisi; kadınların ut eşliğinde evde söylemeleri için bestelenen bir şarkı, sonuncusu ise resmi bandolarda çalınacak istikraz (borçlanma) marşıydı. 

Mesele ödenemeyen borçları vatandaşın hesabına yazmaya gelince, ilk dış borcun alındığı Kırım Savaşı’ndan beri iktidarların söylemi pek değişmedi doğrusu. Refahın belli kesimler arasında bölüşüldüğü zamanlarda ‘evrensel kurallara’ tabi olduğu söylenen ekonomi politikaları, kriz anlarında aniden kimlik değiştirip millileşti. Borç alınırken ‘dost ve müttefik’ sayılan güçler, ödeme sıkıntısı çıktığında ‘münafık dış unsurlar’ olarak damgalanıp, halka ‘iktisadi seferberlik’ emri çıkarıldı. Eğer Türkiye tarihini sadece borçlar üzerinde okursak, bu mantığın her sıkıntılı dönemde adeta bir ‘kurucu felsefe’ olarak devreye girdiği görülür. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da farklı bir şey denemiyor aslında. Başarısı sınanmış, siyasi despotlukla güdülen popülist retoriğin mirasını kendi meşrebine uyarlıyor. Lakin ortada ihmal edilemeyecek bir sorunun olduğunu da söylemek lazım. Zira; ne dağılmakta olan bir imparatorluğu ayakta tutmak adına girişilmiş bir savaş, ne de yıkıntıların içinden diriltilecek yeni bir ulus söz konusu bugün. Her ne kadar Malazgirt’e uzanan mitolojik bir hat çizilmeye çalışılsa da, gerçekte karşımızda sadece 16 yıllık bir iktidarın ‘kriz ateşiyle imtihanı’ duruyor. İşte bu imtihanın şimdi en şiddetli cephesi açılmak üzere…

Nasıl mı? Gelin önce Bayburt meydanındaki ‘kurtuluş savaşı’ ilanının ardından yaşanan gelişmeleri kısaca hatırlayalım: 

* Erdoğan’ın son açıklamaları gösterdi ki, kriz dalgasını artık inkar etme aşaması çoktan geçildi. 7 TL’den 5.75’e inen ve bayram tatilinin hemen ardından 6.50’lere tekrar fırlayan kur için seçim öncesi verilen ‘oyu verin, kuru bana bırakın’ sözünün yerini Ahlat’a kurulacak yeni saray müjdesi eşliğinde ‘Bu da geçer yahu’ aldı. 10 yılda 65 milyar dolardan 218 milyar dolara fırlayan şirketlerin net döviz açığı, 2019’da borçlar ve cari açık için bulunması gereken 240 milyar dolar kaynak zaten ‘kurla kavga’nın daha baştan kaybedileceğinin garantisiydi. 

* Önce bankalarla masaya oturuldu. Şirket borçlarının yeniden yapılandırılması için bir plan hazırlandı. Ama maliyeti biraz daha fazla bankalara yıkma adına kredi gecikmelerinin, karşılıksız ve protestolu çeklerin ‘mücbir sebep’ sayılacağına dair sabah yapılan açıklama, mali sermayeden sert karşılık görünce aynı günün akşamında derhal geri çekildi. Bunun yerine seçilecek şirketlerin borçlarının yapılandırılması üzerinde uzlaşıldı. Kalanlara da konkordato ilanı için mahkeme yolu göründü. Bankalar daha kur dalgalanmaya başladığı anda siyasi telkinle açtıkları kredi musluklarını hemen kıstı. Şu anda başvursanız yüzde 40’lara kadar çıkan kredi faizleri, bankaların maliyeti üstlenmeyeceklerinin beyanı oldu. 

* Büyük inşaat şirketlerinin elindeki stokları eritebilmek adına bir varlık havuzu oluşturulup Emlak Bankası vasıtasıyla bu konutları tahvil veya menkul kıymete çevirecek girişimler başladı. Böylece en azından sektördeki belli kesimlerin yükünün kamuca üstlenilmesinin planlandığı ortaya çıktı. 

* İktidar ortağı MHP’nin -muhtemelen Bahçeli’nin anlık manşetlik laf etme tutkusundan olsa gerek- kamu özel işbirliği projelerinin TL’ye çevrilmesi önerisi de hukuken mümkün olamayacağı fısıltıları eşliğinde geçiştirildi. Üstelik Kanal İstanbul gibi devasa projelere ara dahi verilemeden devam ediliyor. 

*13 yıl önce özelleştirilen Türk Telekom milyarlarca dolarlık borcuyla birlikte cami avlusuna bırakılırcasına Lübnanlı Hariri ailesi tarafından Türkiye’ye iade edildi. Üç banka altyapı tekeli konumundaki şirketi verdikleri kredileri çıkarıp, üzerine kâr edene kadar yönetecek. 

Peki şehir meydanlarında sergilenen ‘kur savaşı gösterisi’ni bir vodvil heyecanıyla izlemesi istenen vatandaş için ne adımlar atıldı? Uzatmadan söyleyelim, hiçbir şey! Ama gelin görün ki, şu kısa sürecin en fazla kaybedeni de vatandaş oldu. 

* Dolar halkı niye ilgilendirsin denilerek geçirilen neşeli günlerin ardından bayram sonrası Fransız yoğurdunu ‘yerli ve milli’ diye satan ucuzluk marketine gidenler, tüm ürünlere ortalama yüzde 30 zam geldiğini gördüler. Elektrik, doğalgaz, akaryakıt artışı derken ürünlerin üzerindeki etiket nüfusuna yenilerinin eklenmesi kaçınılmaz. 

* Ocaktan bu yana ücretler ortalama yüzde 40 eridi. SGK’nın prime esas kazançları dikkate alındığında havayolu taşımacılığı, kömür ve petrol ürünleri imalatı, lojistik, ulaşım araçları imalatı ve inşaat sektöründe çalışanların ücretlerinin dolar karşısındaki erimesi yüzde 50’leri buldu. 

* Ocaktan mayıs ayına kadar istihdamda düzenli kayıp yaşanıyor. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılan resmi rakamlara göre, inşaatta 150 bine yakın kişi işsiz kaldı. Toplam işsiz sayısı yaklaşık 250 bine yakın arttı. 

* Yoksullaşmanın en önemli göstergelerinden enflasyon oranı yüzde 18’e çıktı ve dünyada Arjantin’den sonra hayat pahalılığının en fazla arttığı ülke Türkiye oldu. Ama asıl tablo üretici fiyatlarının yıllık yüzde 32’yi aşması. Bu da firmaların ürünlerine maliyet baskısı nedeniyle daha fazla zam yapacağının göstergesi. 

* Tarımda ise üretici zaten çoktan gözden çıkarılmıştı. Tüccar ve tarıma dayalı üretim yapan sanayiciyi rahatlatmak için 750 bin ton buğday, 700 bin ton arpa, 700 bin ton mısır ve 100 bin ton da pirinç için sıfır gümrüklü ithalat izni verildi. 

Yılın ilk altı ayındaki bilanço az çok ortaya çıkıyor. Kur üzerinden şiddetini gösteren ekonomik krizin ilk dalgasının faturası; bankalar ve büyük şirketlerin, yandaş ticaret erbabının, batması istenmeyen inşaatçıların üzerinden kabara kabara aşağıya doğru geliyor. Burada kalacak gibi de görünmüyor. Ücret ve tüketim üzerinden vatandaşın yediği bu ilk darbe, daha ağır bir hesabın kesilmek üzere olduğunun alarm zilleri çünkü. Bunu biz demiyoruz, bizatihi TOBB Ticaret ve Sanayi Odaları Konsey Başkanı Necdet Takva söylüyor: “Şirketlerin borcu, 81 milyon Türkiye vatandaşının borcu haline geldi!” 

Türkiye tarihinde savaş dönemleri veya darbeler hariç sermayedarların ağzından bu kadar cüretkar açıklamaları kolay kolay duyamazsınız. Meail şudur: Hesap, Alman usulü gelmiyor. Herkes yediğini değil, ödemek istemediği kadarını bölüşüm hiyerarşisinde aşağıya havale ediyor. Besin zincirinin en altında kimlerin yer aldığını söylemeye gerek yok herhalde. 

Para politikaları ile giderilemeyecek hasarı, siyasi mekanizmalarla işbirliği içinde çalışanlara yıkma dönemi açılmış durumda. Güven endeksi, maliyet endeksi, üretim endeksi, sipariş endeksi vb. veriler sanayide üretim daralmasının başladığını, enflasyonla birleşen bu ‘yıkıcı gücün’ yoğun işten çıkarmalarla sonuçlanacağını söylemek parlak bir kehanet sayılmaz. Ücreti hızla eriyenler, tüketimini kısmak zorunda kalanlar işlerini kaybetme tehlikesi ile yüz yüze artık. Kıdem tazminatının bir şekilde ‘esnetilmesinin’ gündeme gelmesi sürpriz olmaz. 

Belli ki, krizin en kanlı, en şiddetli cephesi açılmak üzere… 

Düne kadar ‘müesses nizam’a karşı başlatılan harekatın sancağı olarak iktidar partisinin gönderine çekilen ve bir bütün olarak ‘Yeni Türkiye’ etiketiyle sunulan siyasi eylem planı, ekonomik krizde bir ‘kurtuluş savaşı’ konseptine dönüşmüşse eğer, TOBB’un ilan ettiği de açıkça bir ‘iç savaş’tır. 

Şimdi bankacıların, sanayicilerin, tüccarların ardına dizildiği ‘yeni Türkiye’ sancağının önünde tarihi kıyafetlerle yürüyen saray bandosu istikraz marşını çalarken vatandaşın eşlik etmesi isteniyor: 

“Kızım Ayşe haydi kalk…” 

* Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918 Doğan Kitap.