Sayfalar

Siyasi partilerin suskunluğu


Seçim Kanunu’nun 113’üncü maddesinin yürürlüğe girdiği tarihte ne 1961 Anayasası yürürlüğe girmiş ne de 1982 Anayasası mevcuttur. YSK anayasa kuralını, kendisinden önce yürürlüğe girmiş, düzenleme amacı farklı bir yasa kuralı ile yorumlamaya çalışmaktadır!..


Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) toplantı ve karar yeter sayısı konusu kamuoyunda yeterince tartışıldı; hukukçular toplantı yeter sayısının yedi, karar yeter sayısının dört olduğu hususunda birleştiler. Bu görüşe katılmayanlar iki ayrı noktada itirazda bulundular. 

Yedek üyelerin belirlenmesi 

Anayasa Mahkemesi’nde senelerce süren yedek üye uygulaması, YSK için emsal oluşturmaz; çünkü Anayasa Mahkemesi’nin yedek üyeleri, üye gönderen kurumlarca doğrudan “yedek üye” olarak seçilirler. YSK üyelerinin seçiminde durum farklıdır. Üyelerin tamamı Yargıtay ve Danıştay tarafından üye olarak seçilir; yedek üyelik ad çekme ile belirlenir. Birinci itirazın gerekçesi budur. Toplantı ve karar yeter sayısının saptanmasında yedek üyelerin ne şekilde belirlendiği değil, anayasada “asıl üye” - “yedek üye” ayrımının yapılmış olması etkilidir. Eğer bir kurulun oluşumunda yedek üyelik varsa bunlar ancak asıl üyelerin haklı özre dayanarak bulunamadıkları toplantılara ve kararlara katılabilirler. ( Ayrıntılı bilgi 12 Mayıs 2019 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazıda ). 

123. madde 

Üzerinde durulması gereken ikinci itiraz, 298 sayılı seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun (Seçim Kanunu) 113’üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmüdür. Bu fıkra YSK’nin, seçimin sonunda verilecek tutanaklara karşı yapılan itirazların incelenmesinde tam sayı ile toplanmasını öngörmektedir. İtiraz edenler fıkradaki tam sayının YSK’nin asıl ve yedek üyelerinin tamamını kapsadığını; bu nedenle, tutanaklara yapılan itirazların incelenmesinde YSK’nin on bir üye ile toplanıp karar alabileceğini savunmaktadırlar. 

YSK’de on bir üyelik yapı ilk kez, Temsilciler Meclisi Seçim Kanunu’nun (13.12.1960/158) 20’nci maddesi ile kurulmuştur. Bu kanuna göre “YSK bir başkan ve altı üyeden kuruludur.” Yargıtay altı, Danıştay beş kişi (yasanın deyimi) seçer; bu düzenlemede yedek üye yoktur. 

Daha sonra 2.5.1961 tarihli Resmi Gazete’de Seçim Kanunu yayımlanmış, aynı gün yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun 11’inci maddesine göre “Yüksek Seçim Kurulu bir başkan ve altı üyeden kurulur” yani YSK budur; mürettep sayı (toplantı yeter sayısı) bir başkan altı üye olmak üzere yedi kişidir. Maddenin diğer hükümleri 1961 Anayasası’nın 75’inci, 1982 Anayasası’nın 79’uncu maddesinde öngörülen kurallarla aynı içeriktedir. İşte seçim kanununun 113’üncü maddesinde yer alan “tam sayı” ifadesi aynı kanunun 11’inci maddesindeki kuruluşa, mürettep sayıya yapılan bir göndermedir. Farklı bir anlatımla, seçim kanununun bir maddesi kuruluşu saptamış, başka bir maddesi de tutanaklara yapılan itirazların incelenmesinde bu kuruluş biçimini esas alarak toplantı yeter sayısını yedi olarak belirlemiştir. 

Bu nedenle maddedeki, “tam sayı” ifadesine başka bir anlam yüklemek; bu ifadeyi ne henüz seçim kanunun yürürlüğe girdiği tarihte halkoyuna sunulmadığı için yürürlüğe girmemiş olan 1961 Anayasası’nın 75’inci maddesi ile ne de o tarihte henüz mevcut olmayan 1982 Anayasası’nın 79’uncu maddesi ile ilişkilendirerek YSK’nın on bir üye ile toplanabileceği görüşüne hukuki dayanak olarak göstermek mümkün değildir. Aksine 113’üncü maddedeki “tam sayı” ifadesi, YSK’nın toplantı yeter sayısının “yedi” olduğu görüşünün ikinci bir hukuki dayanağını oluşturmaktadır. 

Maddenin dördüncü fıkrası yedi üye­nin altında; beşinci fıkrası ise çift sayıda toplanmaya ve karar vermeye imkân sağladığı için, yedi üye ile toplanmayı öngören anayasanın 79’uncu maddesine aykırıdır. 

113’üncü maddenin ortaya konulan anlamı karşısında, bu maddeyi seçim kanununun 187’nci maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olan 5545 sayılı milletvekili seçim kanunu yönünden ayrıca değerlendirmeye gerek bulunmamaktadır. 

Siyasi partilerin sessizliğ

Yukarıda açıklanan gerekçeler, bu­güne kadar yazılanlar, yapılan sözlü açıklamalar YSK’nin yedek üyelerin de katılımı ile toplanıp karar vermesinin geçerli bir hukuki nedeni olmadığını, yaptığı uygulamanın anayasanın 79’uncu maddesine aykırı olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle İBB seçiminin ve seçimi kazananın tutanağının iptaline ilişkin kararının hukuki bir değeri yoktur; ortaya çıkan sonuç hukuk ile açıklanamaz; fiili bir durum söz konusudur. 

2019 yerel seçimlerinde, bunun yanında anayasaya açıkça aykırı bir uygulama daha olmuştur: İşçi niteliğinde olmayan kamu görevlilerinin dahi görevlerinden ayrılmadıkça aday olamayacaklarını öngören bir seçim sisteminde, TBMM Başkanı, anayasanın 94/son maddesinin açık hükmünü hiçe sayarak iktidar partilerinin İBB adayı olarak seçime katılıp siyasi faaliyette bulunmuş, bu durum yaklaşık olarak iki ay devam etmiştir. 

TBMM’de üyesi bulunan siyasi partilerin hiçbirinden bunları eleştiren, kınayan bir ses yükselmemiş; bu tutumları, muhalefetteki siyasi partileri de “fiili durumlara” ortak konuma düşürmüştür. Anayasayı korumak, kurallarına sadakat tüm kurum ve kuruluşların, tüm kişilerin görevidir; üstelik milletvekilleri bu konuda milletimizin önünde namusları ve şerefleri üzerine yemin etmişlerdir. Bu fiili durumlara karşı hukuki itiraz yollarının kapalı olması, benzer uygulamalar nedeni ile bugüne kadar yapılan başvuruların olumlu sonuç vermemesi, bunların seçmenin ilgi alanı dışında kalması bu duyarsızlığın nedeni olarak ileri sürülemez. Evet, sandık önemlidir; ancak, siyasi partilerdeki bu sessizliğin devamının, yönetimin anayasayı keyfine göre uygulama yönündeki eğilimini, giderek, güç sahiplerinin istek ve iradelerinin hukukun yerini alması yolundaki çabalarını hızlandıracağı, onları bu yolda cesaretlendireceği hususu da göz ardı edilmemelidir. 

YSK kararları 

Bu incelemenin yazımının tamamlandığı gün (20.05.2019) YSK’nin yerel seçimlerle ilgili iki kararı TV haberlerine yansıdı. İBB seçiminin ve başkanlık mazbatasının iptaline ilişkin gerekçeli kararın bir-iki gün içinde açıklanacağı, kararın 200 sayfa olduğu; ikinci olarak, yedek üyelerin de katılımı ile alınan bu kararın kaldırılması yolundaki talebin YSK tarafından reddedildiği duyuruldu. 

Kararın 200 sayfa olduğuna ilişkin haber doğru ise yukarıda açıkladığım görüşler ve eleştiriler doğruluk kazanmaktadır. Çünkü gerekçeyi oluşturacak iptal nedenlerinin karar toplantısında açıklanıp, tartışılması, değerlendirilmesi gerekir. 200 sayfayı dolduracak gerekçe ne zaman, hangi toplantıda açıklanmış, tartışılmıştır. Tekzip edilmeyen basın haberlerinde iptal kararını veren yedi üyenin bırakın hukuki gerekçelerini açıklamayı, tartışma ve değerlendirmeye bile katılmadıkları ifade edilmiştir. Karara muhalif olan üyelerin görüşlerini yazmak için çoğunluk kararını bekledikleri yolundaki haberler de bunların da çoğunluk kararının gerekçesini tam olarak bilmediklerini, dolayısıyla karara esas olan gerekçenin, en azından yeterli şekilde ortaya konulmadığını ve tartışılmadığını doğrulamaktadır. 

YSK 4399 sayılı kararında, yedek üyelerin katılımı ile toplanıp karar vermesinin nedenlerini açıklamıştır. YSK’nin bu kararının gerekçesinde yer alan görüşlerin tamamı bu yazımda ve 12 Mayıs 2019 tarihli yazımda karşılanmıştır. Ancak bir iki konuyu biraz daha açmak gerekiyor. 

Anayasa, kanunla düzenleme yapılabilecek alanları açıkça belirlemiştir. Çok sayıda anayasa maddesinde bunun örnekleri bulunmaktadır. Anayasa kurala bağladığı bir konuda, kanunla düzenleme yapılmasını öngörmüyorsa uygulamayı anayasanın getirdiği kural çerçevesinde yapmak zorunludur. 

Örnek: Anayasanın “Seçimlerin Genel Yönetim ve Denetimi” başlıklı 79’uncu maddesinin ikinci fıkrası YSK’nin görev ve yetkileri ile ilgili ana kuralları belirtmiş, hemen arkasından üçüncü fıkrası da bunların kanunla düzenleneceğini açıklamıştır. Aynı maddenin dördüncü ve beşinci fıkraları YSK’nin oluşumunu düzenleyen kuralları belirlemiş, bu kuralların kurulun yapısı, toplanması ve karar vermesi için yeterli olması ve boşluk bulunmaması nedeniyle, ayrıca kanunla düzenlenmesine gerek görmemiş, izin vermemiştir. Anayasanın bu bağlayıcı kuralları belli kanun hükümlerine ve “yerindelik” görüşlerine dayanılarak genişletilemez, daraltılamaz. 

Yukarıda Seçim Kanunu’nun 113’üncü maddesinin yasallaşma süreci ve anlamı açıklanmıştır. Bu madde yürürlüğe girdiği tarihte ne 1961 Anayasası yürürlüğe girmiş ne de 1982 Anayasası mevcuttur. YSK Anayasa kuralını, kendisinden önce yürürlüğe girmiş, düzenleme amacı farklı bir yasa kuralı ile yorumlamaya çalışmaktadır!.. 

4399 sayılı kararda, seçim kanununda (298) ve YSK Kanununda (7062) “Kurul’un yedi üye ile toplanacağına ilişkin açık bir hüküm ve düzenleme yok” gerekçesi de ileri sürülüyor. Doğru, ama nedeni belli: Çünkü toplanma sayısını anayasa belirlemiş; yasada tekrarı zorunlu değil. Böyle bir yorum biçimini benimsemek, “ilgili yasada doğrulanmadıkça, yinelenmedikçe” anayasa kurallarının keyfi olarak uygulanmasının yolunu açar. Bu yorum, ayrıca “yasada yedek üyelerin katılmasını engelleyen bir hüküm yok” görüşünü de örtülü olarak içeriyor. Çok tehlikeli bir yorum; keyfe göre anayasa oluşturmanın yolunu açar. 

Bu karara karşı söylenecek daha çok söz var. Uzatıp, okuyucuyu yormak istemiyorum. Kalanı “Hukuk Başlangıcı”, Hukuka Giriş” ders kitaplarında yazılı... 

Nuri ALAN
Emekli Danıştay Başkanı





İster inan, ister inanma!..


Anayasa (Madde 79) “Seçimler, yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında yapılır. Yüksek Seçim Kurulunun ve diğer seçim kurullarının görev ve yetkileri kanunla düzenlenir. Yüksek Seçim Kurulu yedi asıl ve dört yedek üyeden oluşur. Üyelerin altısı Yargıtay, beşi Danıştay Genel Kurullarınca kendi üyeleri arasından üye tamsayılarının salt çoğunluğunun gizli oyu ile seçilir. Bu üyeler, salt çoğunluk ve gizli oyla aralarından bir başkan ve bir başkanvekili seçerler. Yüksek Seçim Kuruluna Yargıtay ve Danıştaydan seçilmiş üyeler arasından ad çekme ile ikişer yedek üye ayrılır. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı ve Başkanvekili ad çekmeye girmezler!..” demiş. Sözün özü özeti, Yüksek Seçim Kurulu yedi asıl üye ile karar alır, yedek üyelerle birlikte karar alamaz. Almış ise, buradan suç çıkar, hak hukuk adalet çıkmaz!.. 



Türkiye'nin S-400'ler krizi

Türkiye’nin mevcut koşullarda sanki bir hava savunma sistemi yokmuş gibi davranılması, S-400’lerin satın alımı ile ilgili tartışmalarda bir kavram kargaşasına yol açmakta; S-400’ler ile Patriot sisteminin kıyaslanması bu kavram kargaşasının daha da büyümesine neden olmaktadır. 

Ünal Çeviköz
 
Emekli Büyükelçi – CHP Dış İlişkilerden 

Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı 

Dış politikada son haftaların en güncel konusunu Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkileyen çoklu sorunlar ve bu sorunların yaratabileceği olası kırılmalar oluşturuyor. Tartışmaların odak noktasında da Türkiye’nin Rusya’dan alacağını açıkladığı S-400 hava savunma sistemi ile ABD’nin bu konuya giderek sertleşen bir tonda gösterdiği tepkiler yer alıyor. Tartışmanın bir tarafı Türkiye’nin askeri ve siyasi gerekçelerle S-400’leri almasını savunurken, diğer taraf ABD’nin endişelerini ve bu endişeler nedeniyle Türkiye’ye uygulayabileceği yaptırımları anlatıyor. Hatta, konunun giderek Türk-Amerikan ilişkilerinin ötesine geçip, Türkiye ile NATO arasındaki bir sorun olarak ele alınmaya başladığına tanık oluyor ve Türkiye’nin NATO üyeliğinin sorgulanabileceğine ilişkin görüşlerin dolaşıma sokulduğunu görüyoruz. 

S-400’ler ve Patriotlar 


Türkiye’nin mevcut koşullarda sanki bir hava savunma sistemi yokmuş gibi davranılması, S-400’lerin satın alımı ile ilgili tartışmalarda bir kavram kargaşasına yol açmakta; S-400’ler ile Patriot sisteminin kıyaslanması bu kavram kargaşasının daha da büyümesine neden olmaktadır. Yalın bir kıyaslama ile incelendiğinde, S-400’ler de Patriotlar da özünde birer füze sistemidir. Aradaki fark, birincinin tek başına (stand-alone) kendi içinde bir hava savunma sistemi olarak kullanılması, ikincinin ise topyekûn bir hava savunma sisteminin unsurlarından biri olmasıdır. 


Türkiye, bir NATO üyesi olarak, örgütün her üyesi gibi ortak bir Füze Kalkanı hava savunma sisteminden yararlanmaktadır. Bu sistemin üç unsuru vardır: a) erken ihbar ve ikaz sistemleri, ki bunlar radarlardan oluşur, b) muhabere, komuta ve kontrol sistemleri, bu da iletişim alt yapısı ile hava harekât ve savunma merkezlerinin entegrasyonu ile sağlanır, c) hava savunmasının silahları ve diğer araçları, ki bunlar da füzeler, uçaklar ve uçaksavar sistemleridir. Patriotlar işte bu sistemin üçüncü unsurundaki silahlardandır. S-400’ler ise yukarıda belirtilen bu üç unsuru birden içeren bir yapıya sahiptir; yani radarı kendi içindedir, dolayısıyla tehdit algılamasını yapar, komuta ve kontrol mekanizması ile savunma emrini verir ve sonunda füzesini ateşleyerek savunmayı gerçekleştirir. 


Sırf bu açıdan bakıldığında dahi, Patriotlar ile S-400’lerin birbirleriyle kıyaslanması doğru değildir. Bununla beraber, bu kıyaslama doğru olmasa da S-400’lerin füze sistemi olarak Patriotlar’dan daha üstün yetenekleri olduğunu belirtmek gerekir. Patriotların radar menzili 250 km, füze menzili 150 km, S-400’lerin ise radar menzili 600 km, füze menzili 400 km’dir. O halde, Türkiye’nin S-400’ler yönünde yaptığı tercihin yarattığı sorun nedir? 

S-400’lerin entegrasyonu 


Sorun, S-400’lerin ulusal ve NATO hava savunma sistemine entegre edilememesi ile başlıyor. Yani, NATO hava savunma sisteminin radarlarının Türkiye’ye yönelik olarak tespit ettikleri tehdit üzerine komuta kademesi S-400’lere komut veremez ve ateşlenmesini sağlayamaz. Tehdidin S-400’ün kendi radarı tarafından algılanması gerekiyor. Dolayısıyla, S-400 ancak bölgesel seviyede bir etkinliğe sahip olabiliyor. Oysa NATO’nun tüm üye ülkelerinin hava sahasının savunmasını öngören Füze Kalkanı sistemi, aynı tehdidi, kendi topraklarımızdaki Kürecik radarı dahil olmak üzere, birbirine entegre diğer radarlar ve erken ihbar ve ikaz sistemleri vasıtasıyla, belki çok daha önceden tespit edebiliyor ve gerekli komutu vererek silahların gereken cevabı vermelerini sağlayabiliyor. 


Peki, NATO sistemine entegre edilmeden S-400’lerin kullanılması mümkün müdür? Böyle bir davranış yarardan çok zarar getirebilir. Her şeyden önce NATO ve S-400 sistemlerinin bir arada bulunması Türkiye’nin hava savunmasında ikilik yaratır. Bu ikilik NATO’nun Füze Kalkanı içinde yer alan Türkiye hava sahası üzerinde karmaşa yaratır ve NATO sisteminin devreden çıkmasına dahi yol açabilir. Son tahlilde, bu bir güvenlik zafiyetine yol açar. 

ABD’nin endişesi 


Ancak ABD’nin Türkiye’nin S-400’leri almasına karşı çıkarken önceliği farklı. Amerikalı askeri uzmanlar, S-400’lerin kendi içinde bulunan radar sistemlerinin bilgi toplama ve kaydetme özelliğini NATO açısından bir güvenlik riski olarak görüyorlar. Türkiye’nin S-400’leri nereye yerleştireceği sorusuna üst düzey bir yetkilimizin verdiği yanıtta “Ankara, İstanbul ya da İncirlik olabilir” şeklinde bir ifade kullanması herhalde bir dil sürçmesi idi. Zira S-400’lerin İncirlik’e konuşlandırılması olasılığı, tam da Amerikalı askeri uzmanların kâbusu olan istihbarat endişesini on ikiden vuran bir ifade olmuştu. ABD, Türkiye S-400’leri aldığı ve topraklarına konuşlandırdığı takdirde, Türkiye’yi F-35 savaş uçakları projesinden dışlamayı işte bu nedenle düşünüyor, F-35 teknolojisi ve kullanımı hakkında S-400’ler tarafından bilgi derlenip tahlil edileceğinden endişe duyuyor. Üstelik, ABD’nin Hasımlarına Yaptırımlarla Mukabele Yasası (CAATSA) uyarınca, Türkiye’nin Rusya ile böyle bir alışveriş yapması nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulanması konusunda da hazırlık yapıyor. 

Önceki uygulamalar neydi? 


Bazı NATO ülkelerinde Rus yapımı S-300 ve S-200’lerin bulunduğu savıyla Türkiye’nin S-400 alımını haklı gösterme çabaları ise yanıltıcıdır. Yunanistan S-300’leri almamış, 1997 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi satın aldı diye Türkiye’nin itirazları ve ABD başta olmak üzere NATO müttefiklerimizin baskısı sonucu kendi topraklarında Girit Adası’nda bir depoda saklanmasına razı olmuştur. Daha önce Varşova Paktı üyesi olan bazı ülkelerde bulunan S-200 ya da benzeri sistemler ise, bu ülkeler NATO üyesi olduktan sonra kullanılması engellenecek ve NATO güvenliğine zarar vermeyecek şekilde etkisiz hale getirilmişlerdir. Esasen bunların teknolojisi de son derece eski ve S-400’ler ile kıyaslanamayacak kadar geridir. Sonuç olarak, Türkiye S-400’leri satın alırsa Avrupa-Atlantik camiasıyla zaten zayıflayan bağlarının bir kısmını daha çözmüş olacak ve Batı ile arası daha da açılacaktır. Bu durum, S-400’leri satın almanın siyasi maliyetinin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yetiyor. 

Türkiye ve NATO ilişkisi 


Bu yazıda değinmek istediğim ikinci konu, S-400/F-35 tartışması üzerinden Türkiye’nin artık NATO içindeki konumunun dahi sorgulanmaya başlanması. Deniyor ki, NATO’nun kuruluş amacı olan Sovyetler Birliği artık yok, onun ardılı olan Rusya Federasyonu ile de Türkiye gayet dengeli ve iyi ilişkiler içinde. O halde, Türkiye’nin NATO içinde olma nedeni de ortadan kalkmış demekmiş. Dolayısıyla, Türkiye S-400’leri alarak Rusya ile askeri bakımdan işbirliğine girebilir, hatta bu NATO’dan ayrılmayı gerektirirse bunu dahi düşünebilirmiş... 


Türkiye, Soğuk Savaş döneminde de Sovyetler Birliği ile en iyi ilişkiler içinde olan NATO üyesi idi. Bu ilişkiler paylaştığımız tarih, bitişik coğrafya ve izleyegeldiğimiz denge politikasının bir gereği idi. Birçok NATO müttefikimizin memnuniyetsizliğine rağmen, bu iyi ilişkiler Türkiye’nin ağır sanayi adımlarını başlatmış, gerek demir-çelik, gerek alüminyum tesislerini kurmada Sovyetler Birliği ile işbirliği yapmasını ve onun teknolojisinden yararlanmasını sağlamıştır. Tıpkı bugün nükleer teknoloji konusunda Mersin Akkuyu’da süren işbirliğinde olduğu gibi! Dolayısıyla Türkiye, bir taraftan NATO üyesi olmanın askeri bakımdan sağladığı güvenlik güvencesinden yararlanırken, bir diğer taraftan NATO üyesi olmayan bir ülke ile ticari, ekonomik, siyasi ilişkileri geliştirmeyi bilmiştir. 


NATO’nun en önemli özelliği, bir ortak savunma örgütü olmasıdır. Bu da caydırıcılığını sağlamaktadır. Örneğin, NATO’nun bir Türk-Yunan savaşını önlediği tezinin geçersiz olduğu, Kıbrıs Barış Harekatımızı dahi engelleyemediği ileri sürülüyor. Sanki Kıbrıs Barış Harekâtı bir Türk-Yunan savaşıymış gibi... Ya da, bir Ortadoğu ülkesi Türkiye’ye bir saldırıda bulunursa, NATO müttefiklerimizin Türkiye’yi korumayacakları gibi iddialarda bulunuluyor. İyi de, herhangi bir ülkenin bir NATO üyesine saldırıda bulunması ihtimalinin nasıl olabileceği sorusu akla dahi gelmiyor. NATO üyesi olmayan bir Türkiye’nin bir Rus uçağını düşürmesi sonucunda ne gibi gelişmelerle karşılaşabileceği hiç düşünülmüyor. NATO üyesi olmanın verdiği caydırıcılığın ulusal güvenliğimizin en önemli unsurlarından biri olduğu unutturulmak isteniyor. Acaba neye hizmet etmek için? 


Türkiye ile ABD arasında çözüm bekleyen birçok ikili sorun olduğu muhakkak. Örneğin, Suriye probleminin çözümünde ilerleyemememizin sebeplerinin başında da ABD ile olan görüş ayrılıklarımız geliyor. Devletlerarası ilişkilerde tarafların birbirlerini dinlemeleri ve anlamak için çaba göstermeleri önemlidir. Taraflar bir sağırlar diyaloğu içinde birbirlerine karşı sadece kendi doğrularını dayatırlarsa bir ilerleme olmayacağı gibi güven de zedelenir. Bu yaklaşım günümüz koşullarında ABD’nin de Türkiye’nin de ikili ilişkilerine bakışta değiştirmeleri gereken bir yaklaşımdır. ABD’nin ikili sorunlar yaşadığı tek NATO üyesi ülke Türkiye değildir. Ama ABD ile ikili sorunları olan diğer NATO üyelerinin hiçbirinin NATO üyeliği sorgulanmamaktadır. Dış politikaya olgun bakışın sırrı bu ayrımı yapabilmektir. 

30 Nisan 2019 Salı