Sayfalar

Bu kriz zaten McKinsey'in eseri değil mi?

Bahadır Özgür 
2 Ekim, 2018


McKinsey, tasarruf yapın diyecek, istikrar programı hazırlayacak ve hatta denetim yapacak bir anlayışa sahip değildir. Onun mahareti seçimle ekonomik kriz arasında bocalayanlara kısa vadeli çıkış planları hazırlamak, yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasında bir çıkar uzlaşması yaratmaktır. Nereden mi biliyoruz? 2003'te hazırladığı ekonomik plana bir bakın, AKP'nin kısa vadeli parlak yıllarının ve bizi bu krize sürükleyen nedenlerini göreceksiniz!

İnternet sitesinde kendi tarihini 1863’e dayandıran Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın McKinsey’e dair eleştirilere verdiği uzun yanıttaki şu cümlelere bir bakın: “Türkiye için bir kez daha faydalı bir icraat adımı atıldığında, yakından tanıdığımız aynı koro olayı çarpıtmak, süreci baltalamak için karşımıza çıkmıştır… Geçmişlerini bilmesek yaptıkları çarpıtmayı ‘öküzün altında buzağı arama’ olarak değerlendirebilirdik. Ancak, ortaya atılan iddia ve iftiralar art niyetli provokasyondan başka bir şey değildir.” 

Hoyrat bir üslup sadece iktidarın değil, bürokrasinin de dili oldu. O kadar sık kullanılıyor ki, öfke enflasyonunda etkisini yitirmesin diye dilin kendisine dahi şiddet uygulanıyor artık: ‘Art niyetli provokasyon!’ mesela. Kelimenin sahih anlamı yetmiyor, nasıl bir kötülük daha eklerim sarhoşluğu içinde ‘sıfatlar’ tohum gibi savruluyor cümlelerin arasına. Dildeki kural tanımazlık, niyeti de ele veriyor…

Dışişleri ile birlikte devletin en ‘elit’ bürokratik kesiminin bu tehditkar ‘derin devlet’ ağzına en son ne zaman tanık olundu? Anlaşmayı eleştiren Uğur Gürses, Hakan Özyıldız gibi eski Hazineciler karanlık kuytularda komplo mu kuruyorlar? Ya da gizli bir ‘iktisatçı örgütü’ sinsice saldırı hazırlığı mı yapıyor? Nedir bu hiddetin sebebi? 

Anlaşmanın kendisinden ziyade iktidarın tavrı şüphe uyandırıyor asıl… 

*** 

McKinsey anlaşması muhalif cephede “yeni Düyun-u Umumiye’den utangaç IMF’ciliğe” geniş bir skalada tartışılıyor. ‘Piyasacı’ diyebileceğimiz kesimlerin düşüncesi ise ‘danışmanlığın doğru, adresin yanlış’ olduğu yönünde. Nitekim yakın zamanda Peru, Güney Afrika, geçmişte Enron pratiği malum. Elini attığı yerdeki kısa vadeli parıltılar hep bir karanlıkla nihayete ermiş. Tesadüf değil yani, mahareti buradan geliyor. İktidarların veya şirketlerin ihtiyaç duyduğu dönemsel başarıyı sunuyor ancak, yarattığı tahribatın faturası da hayli kabarık çıkıyor. Dolayısıyla karanlık dehlizlerde delil aramaya lüzum yok, McKinsey’in Türkiye’de yaptıkları, yapacaklarının teminatı zaten. 

Sonda söyleyeceğimizi baştan ortaya koyalım: Bu krizi McKinsey tetiklemiştir. Sadece iktidara sunduğu yol haritasının sonucu değil, bizatihi onun yaklaşımına sahip olanların, onun yetiştirdiği özel sektör yöneticilerinin de eseridir. Nasıl mı? 

Gelin 27 Şubat 2003 günü olanları bir hatırlayalım…

2003’TE HAZIRLANAN RAPOR

AKP’nin iktidara gelmesinden üç ay sonra, kalabalık bir gazeteci grubunun önüne çıkan McKinsey’in İstanbul Ofisi Genel Müdürü David E. Meen, “Artık harekete geçme zamanı” diyordu. Ve son derece parlak bir Türkiye vizyonu çiziyordu: “10 yıl içinde büyüme hızının yüzde 8.5’e yükselmesi, 6 milyon ek istihdam ve kişi başına milli gelirin ikiye katlaması mümkün.” Tek şartı vardı, 25’e yakın uzmana hazırlattıkları ve 11 sektörü masaya yatıran planın uygulanması. 

Planın adı cazipti: “Türkiye’de Verimlilik ve Büyüme Atılımının Gerçekleşmesi”. Rapora göre, siyasi iradenin ‘kayıt dışılık, devlet tekelleri ve makro ekonomik istikrarsızlık’ olarak belirlenen üç cephede önemli adımlar atması durumunda Türkiye’de yeni bir büyüme dönemi başlayacaktı. David E. Meen, konuşmasının sonunda planı 10 Mart’ta Ankara’ya giderek “Tayyip Bey’e sunacakları”nı söylüyordu. O dönem Başbakan’ın Abdullah Gül olduğunu hatırlatalım. 

Neydi Türkiye’yi coşturacak bu plan? Özeti şöyleydi: 

* Uzun vadeli konut kredisi pazarı kurulmalı. Kur riskini yönetecek ve konut kredisi piyasasını düzenleyip, oyuncuları denetleyecek Ulusal Konut Kredisi Kurumu oluşturulmalı. 

* Bireysel bankacılıkta alternatif kanalların kullanılmasını artıracak kanuni düzenlemeler yapılmalı. Kredi başvuru işlemlerinin verimliliğini artırmak için ortak bir kredi puanlandırma altyapısı kurulmalı. 

* Belediyelere arazi geliştirme teşvikleri sağlanmalı. 

* Bisküvi ve şekerleme imalatında rekabet kuralları uygulanmalı. Bu sektörde dolaylı ithalat engelleri kaldırılmalı. 

* İş Güvencesi Yasası benimsenmeli. Ancak büyük şirketlere eşiğin (10 kişi) üzerinde işçi çıkarabilmelerine olanak tanınmalı. 

* Büyük ölçekli perakendecilerin şehir merkezlerine yerleşmelerini engelleyen kısıtlamalardan kaçınılmalı. 

Peki ne anlama geliyordu bu maddeler? İpucu Meen’in sözlerindeydi: “Biz açıkçası birçok insanın ‘küçük şirketleri ve küçük işadamlarını öldürmek, onlardan kurtulmak istiyorsunuz’ gibi tepkiler alacağımızı zannediyorduk. Ama birkaç kişinin dışında bu tip tepki almadık.” Yani ‘küçük insanlar’, McKinsey’in inancında büyüğü yaşatmak ve onurlandırmak için verilecek kurbanlardı. 

Bugün bu önerilerin hayata geçirilmediğini kim iddia edebilir? Konut ve perakendeye dayalı büyüme AKP’nin ‘parlak yılları’nın dinamiği olmadı mı? Arsa rantının yarattığı inşaat ve perakendeciliğin üzerinden yükselen AVM furyası hükümetin alamet-i farikası değil miydi? Perakende bankacılık dedikleri şey, tüketim gücünü borçla artırmak amacıyla milyonlarca vatandaşın ‘ucuz kredi havuzu’na çekilmesi anlamına gelmiyor muydu? Bisküvi ve şekerleme gibi nokta atışı politikalarla yerli küçük üreticilik bitirilip nişasta bazlı şeker ithalatına dayalı tekelleşmenin önü açılmadı mı? 

Sonuçta McKinsey’in dediği oldu; inşaat ve tüketime, krediye dayalı yüksek büyüme ve bunun getirdiği istihdam artışı 10 yıla damgasını vurdu. AKP de karşılığını sandıkta fazlasıyla aldı. Ve bugün yaşadığımız krizin de tetikleyicisi işte o raporla ve raporu hayata geçiren siyasi iradeyle ekonominin temeline yerleştirildi. Krediye dayalı, rant ve tüketim ekonomisi -o kısa parıltılı dönem- ağır bir faturayla sonlanıyor şimdi. McKinsey’den bu dönemde hizmet alan şirketler de inşaata, perakendeciliğe akıttıkları kredileri panikle yapılandırıyorlar. 

McKinsey böyle bir şirkettir. ‘Verimlilik’ adı altında işten çıkarmaları ve ‘küçük olanların batması’nı kolaylaştıracak uygulamalar dışında ‘tasarruf yapın’ diyecek, sıkı istikrar programları hazırlayacak ve hatta denetim yapacak bir anlayışa sahip değildir. Mahareti; hem yerli ve yabancı büyük şirket ve bankalar, hem de siyasi iktidar için kısa vadeli kazanç kapıları açmak, onları uzlaştırıp çıkarlarını garantiye almak ve bunu ‘ekonomik canlanma’ ambalajında sunmaktır. İktidarlarla ne zaman iş tuttuğuna bakarsanız eğer, IMF’siz dönemlere denk geldiğini görürsünüz. Sandık kaygısıyla ekonomik kriz arasında bocalayanların, hızla piyasada söz sahibi olmak isteyen şirketlerin ‘kudret helvası’nın hazırlayıcısıdır o. Bir kriz fırsatçısı ve krizi fırsata çevirmek isteyenlerin ‘küçük insanları’ kurban ettiği küresel bir sunaktır. 

Ama belki de hepsinden önemlisi bir zihniyettir, belli bir piyasa ideolojisinin taşıyıcısı, ekonomiye insanların ihtiyaçları ve sıkıntıları ekseninde kurulmamış formüllerle bakan üst yönetici erbabının yetiştiği ana okuludur. 

MCKINSEY’İN YÖNETİCİ ORDUSU

2003’te Türkiye için o raporu hazırlayan ekibin bugün üçte ikisinin büyük bankaların, Ülker, Fiba gibi şirketlerin yönetim kadrosunda yer almaları tesadüf olmasa gerek. Ekibin içindeki Prof. Daren Acemoğlu’nun da “AKP 2005 öncesi demokratik vizyonuna dönmeli” açıklaması boşuna değildi. 

Zira; McKinsey Türkiye Genel Müdürü Özgür Tanrıkulu, asıl güçlü yönlerinin piyasaya yön veren üst düzey yönetici yetiştirmek olduğunu söylüyordu. 2013’te verdiği bir röportajda “Dünyada en büyük bin şirketin 170’ten fazlasının CEO’ları McKinsey kökenli. Bu Türkiye için de geçerli. Son 15 yıl gibi kısa bir süre içinde iş dünyasında önemli roller üstlenen 150’den fazla profesyonel yetiştirdik” diyordu. 

Bugün de herhangi bir özel bankanın veya şirketin üst yönetim kadrosuna bakın, mutlaka etkili konumda bir McKinsey’ci görürsünüz. Özellikle 2000’den sonra finans sektörüne yön verenlerin ağırlıklı kısmı bu okulun mezunlarıdır. ABD’de Enron vakasının ardından en fazla tartışılan şey buydu. Yeni yeni skandallarla birlikte hâlâ da sürüyor o tartışma. McKinsey’in ilişki ağı, piyasanın mabedinde dahi pek ahlaki bulunmuyor yani. 

Kısaca McKinsey; bu iktidarın da son 15 yılda özel sektöre, bankalara yön verenlerin de bildiği adrestir. Neyi, nasıl yapacaklarını merak edenler yaşadığımız krizin nedenlerine baksın yeter. Geçmişin aynasından gelecekteki muhtemel yıkımın manzarasını ve bu işten kazançlı çıkacak olanların suretini göreceklerdir…








http://cahit-celik.blogspot.com

Krizin ‘iç savaş’ cephesi açılıyor!

Bahadır Özgür
4 Eylül, 2018


Seçim öncesi ‘oyu verin, kuru bana bırakın’ sözü yerini ‘Bu da geçer ya hu’ya bıraktı. Belli ki iktidar, krizin yıkıcı sonuçlarını kabullenmiş durumda. Şimdi sıra hesabı bölüşüm hiyerarşisinde yukarıdan aşağıya doğru kesmeye geldi. Lakin TOBB’un ‘bizim borcumuz 81 milyonun borcudur’ açıklaması, bu hesabın Alman usulü gelmeyeceğini gösterdi. Erdoğan krizi ‘savaş’ olarak tanımlıyorsa eğer, TOBB da bunun ‘iç savaş’ cephesini açtı şimdi. Ücretleri eriyenler, işlerini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze artık. 

“İstikrazdır, istikraz / Bize derler yiğit Laz / İstediğin kadar yaz / Korkmayız, devletimiz / Koca bir altın deniz.” 

“Kızım Ayşe haydi kalk / Koşuyor bankaya halk / Neme lazım senin park / Süsü müsü satalım / Cebe altın atalım.” 

“Şimdi vatan açtı defter / Bizden ödünç para ister / Biz verelim düşman utansın / Kuvvetimizden yılsın usansın.”* 

Bu sözler komik mi geldi? Yazıldığı dönem hiç de komik değildi oysa. Birinci Cihan Harbi’nde İttihatçıların alınan borçları halka mal etmek için başlattıkları ‘milli ekonomi milli savaştır’ kampanyasının propaganda yöntemlerinin özgün örnekleriydi. İlki; Karadeniz’de satılan sigara paketlerinin üzerine yazılmak üzere hazırlandı. İkincisi; kadınların ut eşliğinde evde söylemeleri için bestelenen bir şarkı, sonuncusu ise resmi bandolarda çalınacak istikraz (borçlanma) marşıydı. 

Mesele ödenemeyen borçları vatandaşın hesabına yazmaya gelince, ilk dış borcun alındığı Kırım Savaşı’ndan beri iktidarların söylemi pek değişmedi doğrusu. Refahın belli kesimler arasında bölüşüldüğü zamanlarda ‘evrensel kurallara’ tabi olduğu söylenen ekonomi politikaları, kriz anlarında aniden kimlik değiştirip millileşti. Borç alınırken ‘dost ve müttefik’ sayılan güçler, ödeme sıkıntısı çıktığında ‘münafık dış unsurlar’ olarak damgalanıp, halka ‘iktisadi seferberlik’ emri çıkarıldı. Eğer Türkiye tarihini sadece borçlar üzerinde okursak, bu mantığın her sıkıntılı dönemde adeta bir ‘kurucu felsefe’ olarak devreye girdiği görülür. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da farklı bir şey denemiyor aslında. Başarısı sınanmış, siyasi despotlukla güdülen popülist retoriğin mirasını kendi meşrebine uyarlıyor. Lakin ortada ihmal edilemeyecek bir sorunun olduğunu da söylemek lazım. Zira; ne dağılmakta olan bir imparatorluğu ayakta tutmak adına girişilmiş bir savaş, ne de yıkıntıların içinden diriltilecek yeni bir ulus söz konusu bugün. Her ne kadar Malazgirt’e uzanan mitolojik bir hat çizilmeye çalışılsa da, gerçekte karşımızda sadece 16 yıllık bir iktidarın ‘kriz ateşiyle imtihanı’ duruyor. İşte bu imtihanın şimdi en şiddetli cephesi açılmak üzere…

Nasıl mı? Gelin önce Bayburt meydanındaki ‘kurtuluş savaşı’ ilanının ardından yaşanan gelişmeleri kısaca hatırlayalım: 

* Erdoğan’ın son açıklamaları gösterdi ki, kriz dalgasını artık inkar etme aşaması çoktan geçildi. 7 TL’den 5.75’e inen ve bayram tatilinin hemen ardından 6.50’lere tekrar fırlayan kur için seçim öncesi verilen ‘oyu verin, kuru bana bırakın’ sözünün yerini Ahlat’a kurulacak yeni saray müjdesi eşliğinde ‘Bu da geçer yahu’ aldı. 10 yılda 65 milyar dolardan 218 milyar dolara fırlayan şirketlerin net döviz açığı, 2019’da borçlar ve cari açık için bulunması gereken 240 milyar dolar kaynak zaten ‘kurla kavga’nın daha baştan kaybedileceğinin garantisiydi. 

* Önce bankalarla masaya oturuldu. Şirket borçlarının yeniden yapılandırılması için bir plan hazırlandı. Ama maliyeti biraz daha fazla bankalara yıkma adına kredi gecikmelerinin, karşılıksız ve protestolu çeklerin ‘mücbir sebep’ sayılacağına dair sabah yapılan açıklama, mali sermayeden sert karşılık görünce aynı günün akşamında derhal geri çekildi. Bunun yerine seçilecek şirketlerin borçlarının yapılandırılması üzerinde uzlaşıldı. Kalanlara da konkordato ilanı için mahkeme yolu göründü. Bankalar daha kur dalgalanmaya başladığı anda siyasi telkinle açtıkları kredi musluklarını hemen kıstı. Şu anda başvursanız yüzde 40’lara kadar çıkan kredi faizleri, bankaların maliyeti üstlenmeyeceklerinin beyanı oldu. 

* Büyük inşaat şirketlerinin elindeki stokları eritebilmek adına bir varlık havuzu oluşturulup Emlak Bankası vasıtasıyla bu konutları tahvil veya menkul kıymete çevirecek girişimler başladı. Böylece en azından sektördeki belli kesimlerin yükünün kamuca üstlenilmesinin planlandığı ortaya çıktı. 

* İktidar ortağı MHP’nin -muhtemelen Bahçeli’nin anlık manşetlik laf etme tutkusundan olsa gerek- kamu özel işbirliği projelerinin TL’ye çevrilmesi önerisi de hukuken mümkün olamayacağı fısıltıları eşliğinde geçiştirildi. Üstelik Kanal İstanbul gibi devasa projelere ara dahi verilemeden devam ediliyor. 

*13 yıl önce özelleştirilen Türk Telekom milyarlarca dolarlık borcuyla birlikte cami avlusuna bırakılırcasına Lübnanlı Hariri ailesi tarafından Türkiye’ye iade edildi. Üç banka altyapı tekeli konumundaki şirketi verdikleri kredileri çıkarıp, üzerine kâr edene kadar yönetecek. 

Peki şehir meydanlarında sergilenen ‘kur savaşı gösterisi’ni bir vodvil heyecanıyla izlemesi istenen vatandaş için ne adımlar atıldı? Uzatmadan söyleyelim, hiçbir şey! Ama gelin görün ki, şu kısa sürecin en fazla kaybedeni de vatandaş oldu. 

* Dolar halkı niye ilgilendirsin denilerek geçirilen neşeli günlerin ardından bayram sonrası Fransız yoğurdunu ‘yerli ve milli’ diye satan ucuzluk marketine gidenler, tüm ürünlere ortalama yüzde 30 zam geldiğini gördüler. Elektrik, doğalgaz, akaryakıt artışı derken ürünlerin üzerindeki etiket nüfusuna yenilerinin eklenmesi kaçınılmaz. 

* Ocaktan bu yana ücretler ortalama yüzde 40 eridi. SGK’nın prime esas kazançları dikkate alındığında havayolu taşımacılığı, kömür ve petrol ürünleri imalatı, lojistik, ulaşım araçları imalatı ve inşaat sektöründe çalışanların ücretlerinin dolar karşısındaki erimesi yüzde 50’leri buldu. 

* Ocaktan mayıs ayına kadar istihdamda düzenli kayıp yaşanıyor. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılan resmi rakamlara göre, inşaatta 150 bine yakın kişi işsiz kaldı. Toplam işsiz sayısı yaklaşık 250 bine yakın arttı. 

* Yoksullaşmanın en önemli göstergelerinden enflasyon oranı yüzde 18’e çıktı ve dünyada Arjantin’den sonra hayat pahalılığının en fazla arttığı ülke Türkiye oldu. Ama asıl tablo üretici fiyatlarının yıllık yüzde 32’yi aşması. Bu da firmaların ürünlerine maliyet baskısı nedeniyle daha fazla zam yapacağının göstergesi. 

* Tarımda ise üretici zaten çoktan gözden çıkarılmıştı. Tüccar ve tarıma dayalı üretim yapan sanayiciyi rahatlatmak için 750 bin ton buğday, 700 bin ton arpa, 700 bin ton mısır ve 100 bin ton da pirinç için sıfır gümrüklü ithalat izni verildi. 

Yılın ilk altı ayındaki bilanço az çok ortaya çıkıyor. Kur üzerinden şiddetini gösteren ekonomik krizin ilk dalgasının faturası; bankalar ve büyük şirketlerin, yandaş ticaret erbabının, batması istenmeyen inşaatçıların üzerinden kabara kabara aşağıya doğru geliyor. Burada kalacak gibi de görünmüyor. Ücret ve tüketim üzerinden vatandaşın yediği bu ilk darbe, daha ağır bir hesabın kesilmek üzere olduğunun alarm zilleri çünkü. Bunu biz demiyoruz, bizatihi TOBB Ticaret ve Sanayi Odaları Konsey Başkanı Necdet Takva söylüyor: “Şirketlerin borcu, 81 milyon Türkiye vatandaşının borcu haline geldi!” 

Türkiye tarihinde savaş dönemleri veya darbeler hariç sermayedarların ağzından bu kadar cüretkar açıklamaları kolay kolay duyamazsınız. Meail şudur: Hesap, Alman usulü gelmiyor. Herkes yediğini değil, ödemek istemediği kadarını bölüşüm hiyerarşisinde aşağıya havale ediyor. Besin zincirinin en altında kimlerin yer aldığını söylemeye gerek yok herhalde. 

Para politikaları ile giderilemeyecek hasarı, siyasi mekanizmalarla işbirliği içinde çalışanlara yıkma dönemi açılmış durumda. Güven endeksi, maliyet endeksi, üretim endeksi, sipariş endeksi vb. veriler sanayide üretim daralmasının başladığını, enflasyonla birleşen bu ‘yıkıcı gücün’ yoğun işten çıkarmalarla sonuçlanacağını söylemek parlak bir kehanet sayılmaz. Ücreti hızla eriyenler, tüketimini kısmak zorunda kalanlar işlerini kaybetme tehlikesi ile yüz yüze artık. Kıdem tazminatının bir şekilde ‘esnetilmesinin’ gündeme gelmesi sürpriz olmaz. 

Belli ki, krizin en kanlı, en şiddetli cephesi açılmak üzere… 

Düne kadar ‘müesses nizam’a karşı başlatılan harekatın sancağı olarak iktidar partisinin gönderine çekilen ve bir bütün olarak ‘Yeni Türkiye’ etiketiyle sunulan siyasi eylem planı, ekonomik krizde bir ‘kurtuluş savaşı’ konseptine dönüşmüşse eğer, TOBB’un ilan ettiği de açıkça bir ‘iç savaş’tır. 

Şimdi bankacıların, sanayicilerin, tüccarların ardına dizildiği ‘yeni Türkiye’ sancağının önünde tarihi kıyafetlerle yürüyen saray bandosu istikraz marşını çalarken vatandaşın eşlik etmesi isteniyor: 

“Kızım Ayşe haydi kalk…” 

* Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918 Doğan Kitap.