Sayfalar

ADINI İNSAN KOYDU, COVID-19


Finans Kapital ve Devlet  kitabının Genel Doğrular bölümünden bir paragraf: Doğa ile insan topluluğu arasındaki uzlaşır çelişki uzlaşmaz duruma dönüştüğünde çıkan çatışma sonucu doğa zarar görür. Doğanın bir parçası olan insanlar da yok olmakla karşı karşıya gelebilir.

Doğa ile insan arasındaki uzlaşır çelişki, günümüzde Covid-19 virüsü nedeniyle uzlaşmaz çelişkiye dönüşmüştür. Doğanın bir parçası olan virüsün yaşam olanağı bulması ve yaşaması için canlı bir hayvana veya insana bulaşması zorunludur. 

İnsanlar virüslerle ilk defa karşılaşmıyor. Genel kabule göre, virüs canlı bir hayvana bulaştığında ona ölümcül bir zarar vermeden onunla beraber yaşıyor. Fakat hayvan herhangi bir nedenle öldüğü zaman virüs için de ölüm süreci başlıyor. Bu arada ölmeyen virüsler, insanlara bulaştığında yeniden yaşam olanağı buluyor, insanların hastalanmasına ve ölmesine neden oluyor. İnsanla virüs arasında ölüm kalım savaşı başlıyor. 

İnsanlar bu savaşı kazanacaklarını biliyor. Çünkü, virüs yaşamak için doğal aklı ile savaşıyor. Virüsün başka çaresi yok. İnsan ise, bu savaşı doğal aklı ve insanî (fikir, düşünce, bilinç) aklı ile yapıyor ve yürütüyor. İnsanın fikir düşünce ve bilinç fazlalığı var. 

İnsanlar virüsleri öldürerek tümden yok edemeyeceğini de biliyor. Bu nedenle, insanların amacı virüsle uzlaşır çelişki içinde beraber yaşamaktır. Bunun yolu, virüsü öldürmek değil, onu zayıflatıp aşı ile bağışıklık kazanmak ve virüse karşı vücudun direncini artırmaktır. 

Günümüzde insanların kıblesi, Covid-19 aşısıdır. İnsanlığın efendisi, aşıyı bulan veya bulacak olan bilim ve fen insanlarıdır. Covid-19’un renginin siyah mı, beyaz mı; yapısının doğal mı, yapay mı olması farketmez. Yöntem olarak “sürü bağışıklığı” kazanmak hayvanlar için doğru olsa bile, insanca bir yaklaşım değildir. 

İnsanlar için asıl sorun, savaş kazanıldıktan sonra başlıyor. Doğa ile insan arasındaki çatışmanın, insanlar arasındaki çelişkileri derin bir şekilde etkilemesi kaçınılmazdır. 

Bu etkiler, birçok ülkede din mezhep ırk cinsiyet düşünce ekonomipolitik gibi alt biçimlerdeki çelişkilerin çatışmaya dönüşmesine neden olabilir, sınıflar arası siyasi ve soyut koşullar da oluşursa kapitalizmin temel çelişkisinin çatışmaya dönüşmesine (devrime!) yol açabilir. 

Yine bu etkiler, bazı ülkelerde devlet yönetimlerinin demokratikleşmesine veya daha baskıcı bir yapıya evrilmesine, devletlerarası barışçıl ilişkilerden savaş seçeneği çıkarılmasına veya savaşan devletlerin barış yapmasına neden olabilir. 

Bu bağlamda, üç bini aşkın uluslararası akademisyen düşünür ve aktivistin imzaladığı, 29 ülkede 33 gazetede yayımlanarak dünya insanlığına duyurulan Manifesto’yu ve Ekoloji Birliği ’nin Doğa + İnsan Emeği = Değer  kavramının ne olduğunu ve ne olması gerektiğini ortaya koyan Krizden Çıkış Manifestosu ve Yeşil Yeni Düzen yazısını aynı zamanda yayımlıyoruz. 

Doğanın hakkı doğaya, insanın hakkı insana!.. 








Bu kriz bize ne öğretti? En temelde, çalışan insanların sıradan bir "kaynak” tan çok daha fazlası olduğunu. Doktorlar, hemşireler, eczacılar, tıbbi personel, kargo çalışanları, kasiyerler, kısaca COVID-19 salgını ve karantina süresince yaşamlarımıza devam etmemizi sağlayan tüm insanlar, emekçiler, bunun yaşayan kanıtı. Bu salgın, bize çalışma eyleminin kendisinin bir "meta"ya indirgenemeyeceğini gösterdi. Özellikle sağlık hizmetlerinin sağlanmasını ve toplumun en savunmasız kesimlerinin temel ihtiyaçlarının karşılanmasını, tümüyle pazar şartlarına, piyasa koşullarına bırakamayacağımız konusunda bizi uyardı. Bırakmamız, toplumsal eşitsizlikleri daha da artıracak. Ve bunun en yıkıcı sonuçlarını, hal-i hazırda zaten zor durumda olan toplumun en dezavantajlı kesimleri yaşayacak. 

Böyle bir senaryodan kaçınmak için ne yapılmalı? Öncelikle, çalışanların kendi hayatlarını ve geleceklerini etkileyen işyeri kararlarına katılımı sağlanmalı, yani işyerleri demokratikleştirilmelidir. İş bir meta olmaktan çıkarılmalı ve herkes için faydalı istihdam sağlanmalıdır. Hem salgının getirdiği riskler hem de çevresel felaket ile karşı karşıya olduğumuz bu kritik dönemde, bu iki stratejik dönüşümü yapmak, bize sadece insanlara onurlu çalışma şartları yaratma konusunda değil, aynı zamanda gezegendeki yaşamı ve geleceği korumak adına kolektif hareket etme konusunda da yardımcı olur. 

İşyerlerini Demokratikleştirmek: Her sabah birçok çalışan, evlerinde karantinada kalabilme şansına sahip olanlarımızın da temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere işlerine gitmeye devam ediyor. Yaptıkları işin ne kadar önemli ve onurlu olduğunu tarif etmek için, yalnızca “temel ihtiyaç” tanımı bile yeterli. “Temel ihtiyaç” tanımı, kapitalizmin insanları sadece "kaynaklara" dönüştürme çabasını da açığa düşürüyor. İnsanlar ve emekleri, sadece “kaynak” olmaktan ibaret değildir. İnsan ve emeği olmadan hiçbir kaynak, üretimi de, hizmeti de, işleri de, işyerlerini de var edemez. 

Öte yandan evlerinde karantinada çalışmaya devam edenler de, şirketlerin faaliyetlerini sürdürebilmesi için emek vermeye devam ediyor. Evlerinden çalışarak şirketlerin faaliyetlerini devam ettiren insanlar, çalışanların evlerde sıkı bir denetim olmadan güvenilemeyeceğine ve çalışmayacağına inananları, her gün haksız çıkarmaya da devam ediyor. Aynı zamanda çalışanlar, gece gündüz verdikleri hayati emeklerle, şirketler için sıradan bir “paydaş” ya da “ilgili taraf” olmadıklarını gösteriyor. Kısaca çalışanlar, çalıştıkları organizasyonların “var oluş” ve “yaşamına devam edebilme” sebebi. Ancak çoğu zaman, işler ve işyerleriyle ilgili kararlar sermaye sahiplerinin tekelinde olduğu için, çalışanların kurumsal yönetişime katılma hakları reddedilmekte. 

Şirketlerin ve bir bütün olarak toplumun, emekçilerin bu kriz zamanındaki emeklerini takdir etmesinin en iyi yolu, işyerlerini demokratikleştirmekten ve çalışanların yönetime katılımının önünü açmaktan geçiyor. Git gide açılmakta olan gelir adaletsizliğini onarmak ve asgari geliri artırmanın yolunu bulmak kesinlikle çok önemli ve acil. Ancak bu tek başına yeterli değil. Nasıl ki dünya savaşları sonrası, kadınların topluma olan reddedilemez katkıları kadınların seçme ve seçilme hakkını almasının yolunu açtıysa; şimdi de zaman, emek sahiplerinin haklarının teslim edilmesi, her anlamda güçlendirilmesi ve işyerlerinin demokratikleştirilmesi yoluyla emekçilerin karar verme mekanizmalarına katılımının yolunun açılması zamanıdır. 

Avrupa'da çalışanların işyeriyle ilgili karar verme mekanizmalarındaki temsili, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulmaya başlayan “işçi konseyleri” aracılığıyla sağlandı. Ancak bu temsil organlarının sesleri, -en iyi ihtimalde- zayıfça duyulabildi. Zira bu konseyler çoğu zaman hissedarlar tarafından atanan yönetim ekiplerinin kontrolüne tabi olageldi. Böylece bu konseyler, gezegene çok ciddi zararlar vermekten geri durmayan, gelir eşitsizliğini artıran sermayedar politikalarını yavaşlatmakta etkili olamadı. Artık işçi konseyleri, diğer yönetim kurullarıyla benzer yetkilerle donatılmalıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için, nasıl ki şirket (üst) yönetimi aldığı kararlarda hissedarların çoğunluk oyuna ihtiyaç duyuyorsa; kararlar aynı zamanda işçi konseylerinin de çoğunluk oyuna tabii olmalıdır. 

Almanya, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra aşamalı olarak uygulamaya konan yönetime katılma / ortaklaşa karar verme (Mitbestimmung)denemeleri, bu doğrultuda önemli bir aşamayı temsil ediyordu. Ancak bu uygulamalar, çalışanların şirketlerinde gerçek bir “vatandaş” olması için yeterli olamadı. Bugün işçi örgütlenmelerinin ve sendikal hakların ciddi şekilde bastırıldığı Amerika Birleşik Devletleri’nde bile, çalışanlara yönetim kurullarında nitelikli temsil verilmesini talep eden çağrılar var. Genel müdürün (CEO) seçilmesi, şirket stratejilerinin belirlenmesi, kârın dağıtılması gibi konular, sadece hissedarların kontrolüne bırakılamayacak kadar önemli. İşlerine akıllarını, güçlerini, sağlıklarını, kısaca yaşamlarını yatırmakta olan çalışanlar da kendi hayatlarını ve geleceklerini etkileyen bu gibi kararları toplu olarak denetleme, doğrulama ve reddetme haklarına sahip olmalıdır. 

İşi meta olmaktan çıkarmak: Bu salgın ve devamında yaşamakta olduğumuz kriz aynı zamanda şunu gösterdi: işi, sadece hayali bir meta olarak kavramsallaştırmamalı ve yukarıda bahsedilenler gibi önemli kararları tamamen “piyasa” dinamiklerine bırakmamalıyız. Sağlık sektöründe istihdam ve acil durum teçhizatının ve servislerinin tedariki, yıllardır kârlılık mantığı ile idare edilmektedir. Her gün salgına kurban verilmekte olan binlerce insan, neden bazı ihtiyaçların asla tam anlamıyla ticarileştirilmemesi ve kârlılık mantığıyla karşılanmaması gerektiğini, bize tekrar tekrar en acı şekilde hatırlatıyor. Konu, insanların ve gezegenin sağlığı olduğunda, kârlılık mantığı, her şeye karar veren temel prensip olamaz. 

İşi meta olmaktan çıkarmak, belirli sektörleri “serbest piyasa” yasalarından korumak ve aynı zamanda tüm insanların işe ve işin getirdiği insanlık onuruna erişimini sağlamak anlamına geliyor. Bu hedefe ulaşmanın bir yolu, istihdam garantisi yaratmaktır. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi'nin 23. Maddesi, herkesin çalışma hakkı olduğunu söyler. İstihdam garantisi, sadece herkesin bu evrensel hakka erişimini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda şu anda sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlara karşı verdiğimiz mücadelede kolektif kabiliyetlerimizi de artırır. Merkezi hükümetler, yerel topluluklar ve idareler iş birliği ile sağlanacak bir istihdam garantisi, tüm insanlara iş hakkı vererek onlara iyi bir gelecek sağlayacak ve çevresel felaketin önlenmesine yardımcı olacaktır. Bu bağlamda, tüm dünyada işsizlik oranları süratle yükselirken, istihdam garantisi programları, sosyal, ekonomik ve çevresel istikrarın temin edilmesi ve demokrasilerin güçlenmesinde önemli bir görev görebilir. Avrupa Birliği, böyle bir inisiyatifi, Avrupa Yeşil Anlaşması (Green Deal) kapsamına almalıdır. Avrupa Merkez Bankası’nın, hayatta kalmak için gerekli olan böyle bir programı finanse edebilmek yönünde misyonunu tekrar gözden geçirmesi, Banka’nın Avrupa Birliği’nde yaşayan vatandaşlar nezdindeki meşruiyetini de artıracaktır. Avrupa Birliği, işsizlik açısından yaklaşmakta olan şoklara karşı böyle bir çözüm sunmak yoluyla, demokratik toplumlarımızın sosyal, ekonomik ve çevresel refahına olan bağlılığını göstermiş olacaktır. 

Çevresel Sürdürülebilirlik: 2008 krizi ve sonrasında yaptığımız hataları tekrarlamayalım. 2008 finansal krizi, finans sektörünün koşulsuz şekilde kurtarılmasıyla sona erdi ve kamu borcunu derinleştirdi. Eğer devletlerimiz bugün ekonomiye müdahale edeceklerse, bu müdahaleden fayda sağlayacak şirketler, demokratik prensiplere uygun hareket etmelidir. Hizmet ettiği ve onu oluşturan demokratik toplum adına devletler, hayatta kalmamızı sağlamak ve acil çevresel sorunlarla baş edebilmek için yaptığı müdahaleleriyle, yardım ettiği şirketlerin stratejik yönelimlerindeki ve çevresel sorumluluk anlayışlarındaki değişiklikleri, yapacağı yardıma ve müdahalesine şart koşmalıdır. Devletler, müdahalelerden fayda sağlayacak şirketlerin, çerçevesi net şekilde belirtilmiş çevresel düzenlemelere uymasını sağlamanın yanında; şirketlerin iç yönetişim ile ilgili demokratikleşmeye yönelik adımları atmasını da dayatmalıdır. Çevresel yıkımdan çevresel onarıma yapılacak geçişi teşvik etmeye en hazır şirketler, şüphesiz demokratik yönetimleri olan şirketler olacaktır. Böyle bir yönetim anlayışı da, ancak hem sermayedarların hem de emekçilerin seslerini duyurabildikleri ve uygulanacak stratejilere birlikte karar verebildikleri yönetimlerle mümkündür. 

Mevcut kapitalist sistemde emek, gezegen ve sermaye arasında bir denge bulunmaya çalışıldığında, kaybedenin hep emek ve gezegen olduğundan emin olacak kadar deneyimimiz var. Cambridge Üniversitesi’nden Cullen, Allwood ve Borgstein'ın araştırmalarının (Envir. Sc. & Tech. 2011 45, 1711-1718) gösterdiği gibi: üretim süreçlerindeki uygulanabilir değişiklikler, global enerji tüketimini %73’e kadar azaltabilir. Ancak bu değişiklikler, şirketlerin kısa vadede daha fazla emek ve maliyet gerektiren kararlar almasını gerektiriyor. Bu tür değişikliklerin getirdiği zorluklara rağmen, birçok sosyal girişim ve kooperatif, hibrit hedefler (ekonomik, sosyal ve çevresel) belirlemenin ve demokratik yönetişim mekanizmaları ile yönetilmenin mümkün olduğuyla ilgili umut veren çalışmalar yapmakta. Fakat kârlılığı tüm kararların merkezine oturtan, kâr maksimizasyonunun tek odak noktası olduğu anlayışla yönetilmeye devam eden şirketlerin -enerji maliyetlerinin de hızla düştüğünü göz önüne alındığında- gerçekten bu gibi değişiklikleri yapacaklarına inanıyor musunuz? 

Kendimizi daha fazla kandırmayalım. Verecekleri kararların somut sonuçları olmadıkça, sermaye sahiplerinin ve şirketlerin çoğu, ne emekleriyle şirketleri var eden insanların onurunu umursayacaklar ne de yaklaşan çevresel felaketle mücadele edecekler. Bunların gerçekleşmesini umutsuzca beklemektense, dünyadaki yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamanın başka bir yolu var: şirketleri demokratikleştirmek, işi meta olmaktan çıkarmak ve insanı ve emeğini sadece bir “kaynak”tan ibaret görmekten vazgeçmek. 

16/05/2020 Isabelle Ferreras (University of Louvain/FNRS-Harvard LWP), Julie Battilana (Harvard University), Dominique Méda (University of Paris Dauphine PLS), Julia Cagé (Sciences Po-Paris), Lisa Herzog (University of Groningen), Sara Lafuente Hernandez (University of Brussels-ETUI), Hélène Landemore (Yale University), Pavlina Tcherneva (Bard College-Levy Institute), Halil Sabanci (IESE Business School), Imge Kaya Sabanci (IE Business School), Alberto Alemanno (HEC Paris-NYU Law), Elizabeth Anderson (University of Michigan), Philippe Askénazy (CNRS-Paris School of Economics), Aurélien Barrau (CNRS et Université Grenoble-Alpes), Adelle Blackett (McGill University), Neil Brenner (Harvard University), Craig Calhoun (Arizona State University), Ha-Joon Chang (University of Cambridge), Erica Chenoweth (Harvard University), Joshua Cohen (Apple University, Berkeley, Boston Review), Christophe Dejours (CNAM), Olivier De Schutter (UCLouvain, UN Special Rapporteur on extreme poverty and human rights), Nancy Fraser (The New School for Social Research, NYC), Archon Fung (Harvard University), Javati Ghosh (Jawaharlal Nehru University), Stephen Gliessman (UC Santa Cruz), Hans R. Herren (Millennium Institute), Axel Honneth (Columbia University), Eva Illouz (EHESS, Paris), Sanford Jacoby (UCLA), Pierre-Benoit Joly (INRA - National Institute of Agronomical Research, France), Michele Lamont (Harvard University), Lawrence Lessig (Harvard University), David Marsden (London School of Economics), Chantal Mouffe (University of Westminster), Jan-Werner Müller (Princeton University), Gregor Murray (University of Montréal), Susan Neiman (Einstein Forum), Thomas Piketty (EHESS-Paris School of Economics), Michel Pimbert (Coventry University, Executive Director of Centre for Agroecology, Water and Resilience), Raj Patel (University of Texas), Katharina Pistor (Columbia University), Ingrid Robeyns (Utrecht University), Dani Rodrik (Harvard University), Saskia Sassen (Columbia University), Debra Satz (Stanford University), Pablo Servigne PhD (in-Terre-dependent researcher), William Sewell (University of Chicago), Susan Silbey (MIT), Margaret Somers (University of Michigan), George Steinmetz (University of Michigan), Laurent Thévenot (EHESS), Nadia Urbinati (Columbia University), Jean-Pascal van Ypersele de Strihou (UCLouvain), Judy Wajcman (London School of Economics), Léa Ypi (London School of Economics), Lisa Wedeen (The University of Chicago), Gabriel Zucman (UC Berkeley) ve 600 üniversiteden 3000 araştırmacı. 

İmzacı akademisyenlerin tam listesine ulaşmak için: https://democratizingwork.org






Yeşil Yeni Düzen / mutabakat (YYD) üzerine rapor, yazı, tartışma ve son zamanların moda tarzı ile dijital toplantıların giderek sıklaşmaya başlaması hiç de sürpriz değil.  Bir kaç açıdan sürpriz değil. Sistemin krizinin derinleştiği dönemlerde hep böyle “yeni”liği kendinden menkul “düzen”ler dolaşıma sokulur. 1929 bunalımı sonrası Yeni Düzen (New Deal ya da Yeni Mütabakat), 1980 sonrası Üçüncü Yol ya da Yeni Dünya Düzeni, 2008 sonrası Yeşil Yeni Düzen (YYD). YYD’nin en popülerleştiği yılın 2008 yılı olması bu açıdan raslantı değildir, kökeni ise 1970’lere dayanıyor. 2008 yılında mortgage krizinin hemen sonrasında sistemin ana kurumlarınca (UNEP, OECD, WB.) dizayn edilen YYD konusunda üstüste raporlar yayınlanmaya başlanmıştı.  O günden beri de konuyla ilgili adı geçen kurumlarca ve Green New Deal Grubu [1] tarafından bir çok rapor yayınlandı. Oysa bugünlerde konuyla ilgili yayınlarda ve yazılarda 2018’de İngiltere’de deklare edildiği, sonrasında İngiliz İşçi Partisi’nin 2019’da seçim kampanyası programında kullandığı, Demokratların ABD Senatosuna önlemler paketi olarak sunduğu iddia edilmektedir. Biz bunlara Aralık 2019’da Avrupa Komisyonu’nun devrim olarak ilan ettiği Avrupa Yeşil Düzen Belgesi olarak da gündeme geldiğini ekleyelim. Ancak belirttiğimiz gibi geçmişi yeni değil. 

Tarihte her bir yeni düzen, liberal solu da saflarına katacak bir söylemle gerçekte sistemi onarma, sürdürme ve meşrulaştırma peşindeydi. (Liberal sol ya da liberal çevreciden kastım piyasa sistemine dokunmadan sistemin krizine sistem içi çözümler arayan hareketler olmaları.) Kapitalizm 1970’lerin başlarında (hatta 1960’ların sonlarında) girdiği ve hala derinleşerek devam eden en uzun sistemsel krizinden beri liberal çevreci grupları da yanına çekecek söylemler ve politikalar geliştirmeye başladı. Yani biz bu filmi önceden görmüştük.  Filmin adına önce sürdürülebilirlik sonra yeşil ekonomi sonra da Yeşil Yeni Düzen dendi. Oysa Yeşil Yeni Düzen belgeleri bu söylemin gerçek tarihini bile bize unutturarak onu yepyeni bir tasarım olarak ortaya koymakta, bir çok çevre de bilerek ya da bilmeyerek böyle lanse etmektedir. Kısacası, çevreci olmak gerekiyorsa onu da biz yaparız, bir çoğunuzu da peşimize takarız anlayışı hakim. Fotoğraf netleşinceye değin takılanlar oluyor da. Sonra ortaya çıkan tablodan hiç bir sorumlulukları yokmuşcasına bir sonraki yeni döneme en hızlı ayak uyduranlar da onlar oluyor. Fotoğraf netleşince çevreci maskesiyle uygulanan her bir politikanın aslında daha çok ekolojik yıkıma yol açtığını görmedik mi! 1970’lerden beri çevre sorunları ile ilgili Dünya çapında toplantılar, zirveler ve anlaşmalar yapılmasına karşın bütün ekolojik göstergelerde hızlı bozulmalar gözlenmiyor mu! Hepimizin özellikle son 30 yıldır en çok kullandığı kelimeleri araştırsaydık sanırım karşımıza neo liberalizm, küreselleşme, yönetişim  ve sürdürülebilirlik kavramları çıkardı. Yakından baktığımızda küreselleşme, yönetişim ve sürdürülebilirlik kavramlarının kapitalizmin birikim krizini aşmak için dizayn edilen, adına savunucularının “Yeni Dünya Düzeni” karşı duranların “neo-liberal” dediği ve her birinin dönemin kurumsal, idari, ekonomik farklı düzeylerini birbirine bağlayan düzenekler olduğunu gördük. Bu kavramlar arasında bizi en çok sürdürülebilirlik kavramı uğraştırdı. Uzunca bir süre neyin sürdürülebilirliği ekolojinin mi, kar maksimizasyonun mu anlayamadık? Bizler anlayana kadar canlı cansız bütün varlıkların sürdürülebilirliğinin temellerini öyle bir sarstık ki, şimdi yaşadığımızın kabus değil gerçeklik olduğuna inanmak için hergün kendimizi dürtmek zorunda kalıyoruz. 

Bugünlerde imzacıları arasında ünlü birçok akademisyenin bulunduğu dolayısıyla “bilimsel” olduğu iddia edilen “yeni” bir Krizden Çıkış Manifestosu [2] var. Manifesto Eylülde İzlanda’da yapılması planlanan İlerici Enternasyonal [1] için bir çağrı metni niteliğinde. İddialı ve umut verici ismine karşın elimizde başı sonu belli olmayan, eklektik ve tutarsız bir metin var. Metin işyerlerinin demokratikleştirilmesi, işin meta olmaktan çıkarılması ve çevresel sürdürülebilirlik eksenlerine oturtuluyor. Deklerasyonun önerdiği yeni düzenin gerçekleştirilmesinde ana özneler/aktörler demokratik ve çevreci şirketler ve onları destekleyen devletler. Manifestoya göre devlet müdahalesi ile demokratikleşen şirketler işi meta olmaktan çıkaracak ve çevreyi koruyacaklar. Çevresel istikrarın korunması için Avrupa Merkez Bankası’nın Avrupa Yeşil Düzenini finanse etmesi gerektiği belirtilmektedir. Devlet ve şirketler kapitalizmin her döneminin ana aktörleridir. Kapitalizmin en serbest piyasacı dönemleri dahil devlet her zaman birikimin ana aktörüdür ve kapitalizmin ana ölçeğidir. Bazen perdenin önüne bazen arkasına alınsa da rolü değişmemekte sadece biçimi değişmektedir. Devletin her zaman orada olduğunu serbest piyasacı neo liberal dönemde en açık haliyle 2008 mortgage krizinde büyük çokuluslu şirketleri milyarlarca dolarlık paketlerle kurtarırken gördük zaten. Metinde mülkiyet konusuna hiç değinilmeden işin meta olmaktan nasıl çıkarılacağı, doğal müştereklerin özel mülkiyete tabi olduğu bir dünyada çevresel sürdürülebilirliğin nasıl sağlanacağı konuları açıkta kaldığı gibi, neredeyse her bir satırı çelişkili ifadeler taşımaktadır. Bu raporların değerlendirilmesinde diğer ana kriterler büyümeci anlayışla ilişkisi ve ekolojik krizin çözümünde önerilen ve Dünyada yeni bir sömürgecilik biçimine yol açan piyasa temelli denkleştirme politikaları konusunda sözlerinin olup olmadığıdır. Dengeleme yada eşitleme politikalarının en bilineni karbon piyasası olmakla birlikte, genel olarak tüm canlı yaşamı kapsayan ve biyoçeşitliliği yok ederek dünyayı tektipleştiren politikalardır. 

2005’de yürürlüğe giren Kyoto Protokolü ile oluşturulan ve o günden bugüne kadar yapılan bütün uluslararası iklim zirvelerinin dayandırıldığı, ekolojik tahribatların çözümünü karbon azaltımına indirgeyen ve bunun için karbon piyasasını tek koruma aracı olarak gören bu düzenekler doğaya iktisadi aklın hakimiyeti anlayışıyla dizayn edilmişlerdir. Bu anlayışla doğanın çok farklı ve birbirleriyle karşılaştırılamayacak özellikleri ve fonksiyonlarına kâr amacına uygunluğu ölçüsünde bir değişim değeri biçilmekte; bir yerde yapılan yatırımın yarattığı ekolojik tahribatın başka bir yerde ekolojinin korunması için yapılan yatırımla dengelenebileceği yine bu akılla öne sürülmektedir. “Başka yer” her zaman borca bağımlı yoksul coğrafyalardır. Farklı ve karmaşık ekolojik sistemlerin her türlü canlının yaşamını olanaklı kıldığı gerçeği gözardı edilerek doğa yani yaşamın kendisinin sayılarla ölçülebilecek homojen, dolayısıyla eşitlenebilen nesnellikler biçiminde kâr amacıyla çok çeşitli hesaplamalara konu edilmesiyle kurgusal bir doğa yaratılır ve biyoçeşitlilik korunmak yerine yok edilir. Doğa finansallaştırılır ve tektipleştirilir. Karbon piyasası sayesinde çok uluslu şirketler dünyanın başka yerlerinde termik santrallar kurarak, altın madenleri açarak, kirli sanayi üretimine devam ederek kirletmeye devam ederken, bu projelerle yarattıkları kirliliğin sözde karbondioksit eşitini başka coğrafyalarda yaptıkları projelerle tasarruf edebileceklerdir. Bu mantığın bir uzantısı olarak bir kömürlü termik santral projesi bile atmosfere sera gazı etkisi karbondioksitten daha yüksek olan metan emisyonuna yol açan bir projeye göre daha az karbon emisyonu gerçekleştirdiği gerekçesiyle karbon kredisi alabilmektedir. Yani karbon kredileri en kötü senaryoya göre yaratılabilmektedir. Bir termik santralin atmosfere saldığı karbon dioksit başka bir coğrafyada, genellikle az gelişmiş coğrafyalarda endemik ormanlar kesilip yerine daha fazla karbon tuttuğu iddia edilen ağaç türleri dikilerek (endüstriyel plantasyonlar) denkleştirilebilmekte, hatta daha çok karbon tutulduğu iddiasıyla karbon kredisi yaratılabilmektedir. Böylece en fazla ekolojik tahribata yol açan çok uluslu şirketler en çevreci şirketler olarak gösterilebilmektedir. Karbon kredisi alım satımı günümüzün en karlı finansal piyasalarından biridir. Şirketler karbon tutumu bahanesiyle az gelişmiş coğrafyalarda yaptıkları yatırımlarla kendilerini bir yandan çevreci, karbon nötr olarak gösterirken, yeni karlı yatırım alanları açmakta, diğer yandan bu coğrafyalarda halkı geçim olanaklarından yoksun bırakmakta, onların hammade ve genetik kaynaklarına el koymakta, fikri sınai mülkiyet hakları adı altında karlarına kar katmakta,  “yeşil” amaçlara ulaşmak bahanesiyle finansal ve fiziki varlıklar yoksul Güney’den zengin Kuzey’e, kırlardan kentlere hem Güney’de hem de Kuzey’deki zengin sınıflara transfer edilmektedir. 

Oysa atmosfere salınan karbondioksitin etkilerinin hesaplanabilirliği konusu oldukça tartışmalıdır. Topraktan dışarı çıkan karbonla, tutulan karbonun eşitlenmesi ya da bunun eşitlendiğinin ispatlanması olanaksızdır ama şirketler bu imkânsız eşitlemeden büyük paralar kazanmaktadırlar. Yani karbona eşitlenen seragazlarının yeraltından çıkıp atmosfere yayıldıktan sonra yaptığı etkiler çok farklıdır ve tam olarak ölçülememektedir; dolayısıyla salınan ve tutulan karbon miktarlarları eşitlenememektedir. Bunun en açık kanıtı bütün bu sözde karbon azaltımı projelerine karşın atmoferdeki CO2 oranının azalmak yerine rekor düzeylere çıkmasıdır. Aynı mantıkla türler bankacılığı, birtakım yatırımların türlere (bitki ve hayvan) olan zararlarını başka bir yerde türlerin korunmasından elde edilen kredilerin satın alınması biçiminde işler. Bu durumda da karbon piyasasında olduğu gibi, örneğin aynı türe ait farklı hayvanlar sanki dünyanın her yerinde aynıymış gibi işlem görerek biyoçeşitlilik yok edilmekte, doğa tektipleştirilmektedir. Şirketlere çok yönlü karlar sağlayan bu sistem bu yazının sınırlarına sığmayacak kadar inceliklidir [1]. Şimdiye kadar yayınlanan YYD belgeleri piyasa sitemine dayalı bu temel mekanizmaya alternatif getirmek şöyle dursun hala “yeşil”den çevrenin değil bu politikaların korunması anlaşılmaktadır. Yani şirketlerin demokratikleştirilerek çalışanların şirket kararlarında söz sahibi olması ile işin meta olmaktan çıkarılması mümkün olsa bile (bence bu yolla mümkün değildir) bu politikalar devam ettiği sürece doğanın metalaştırılmasının önlenmesi ve onun yol açtığı sosyoekolojik tahribatların önüne geçilmesi olanaksızdır. Hastalık kendisine yol açan nedenle iyileştirilemez. Dolayısıyla çevresel sürdürülebilirlik gibi yuvarlak laflar yerine gerçekten ekolojik sürüdürlebilirlikle ilgili samimi olan yeşil manifestoların, en azından sözde korumacı olan bu düzeneklerin kaldırılması yolunda çaba gösterilmesi gerektiğini belirtmeleri gerekir. İklim krizinin en ağır sonuçlarını yaşadığımız şu günlerde lafı daha fazla çevirmek için zaman yoktur. Ancak söz konusu manifestoda “çevresel yıkımdan çevresel onarıma yapılacak geçişi teşvik etmeye en hazır şirketler, şüphesiz demokratik yönetimleri olan şirketler olacaktır” denilerek benzer politikaların devamına “yeşil” ışık yakar görünmekte, yeşil yatırımlardan en çok bu tür şirketlerin yararlandırılacağı anlaşılmaktadır. Yine aynı ifadeler büyümeci anlayışın devam edeceği izlenimini vermektedir. Bundan önceki YYD belgeleri de aynı temellere oturtulduğundan burada da yeni ya da sürpriz olan bir şey yoktur. Yazının başında bahsedilen Amerikan ve İngiliz Yeşil Yeni Düzen belgeleri [2] piyasa temelinde faiz ve vergi politikalarıyla yeşil yeni işler yaratan iş alanlarının ve yeşil enerji sistemlerinin teşvik edilmesini önermektedir. Her biri hem sanayi üretiminini teşvik edilmesini hem de kendi uluslarının sıfır carbon emisyonunu başarmasının sağlanmasını talep etmekte ya da amaçlamaktadır. Hiçbirinde karbon azaltımı politikasının ana aracı olan karbon piyasalarından tek kelimeyle bile bahsedilmemektedir. Bugün Dünyayı en çok kirleten şirketlerin web sitelerine bakıldığında her birinin denkleştirme mekanizmaları sayesinde karbon nötr olduklarını görmek mümkündür. Onların karbon nötr olmaları demek yukarıda açıklandığı gibi karbon salımı yapan kirli üretimin Dünyanın başka yerlerinde yapılırken başka yerlerinde de yine doğaya geri dönülmez zararlar veren sözde “çevreci” karbon tutan yatırımların gerçekleştirilmesidir. Dünyanın az gelişmiş coğrafyaları gelişmiş ülkeler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından karbon çöplüğüne çevrilmiştir, bundan da en çok bu coğrafyalarda yaşayan yoksul sınıflar zarar görmektedir. Bu politikaları sömürü, sınıf, iklim adaleti gibi sol bir jargonla meşrulaştırmaya çalışan İngiliz İşçi Partisi’nin seçim programı yine 2008’den beri yayınlanan bütün YYD belgelerindeki temel politika önerilerini tekrarlamakta, az gelişmiş coğrafyalara ekonomilerini yeşillendirmek için finansal destek (borca bağımlılık olarak okuyun) vaadinin ötesine geçmemektedir. Bu durumda metnin içine serpiştirilen demokratik çağrışımlı kavramlar kulağa hoş gelmenin ötesine geçmemektedir. 

Krizden çıkış manifstosunda, bazı analistlerin öne sürdüğü gibi anti kapitalist olmak bir yana sistemin temel işleyiş mekanizmalarına dokunulmamıştır. Sadece dönemin koşullarına göre, yani değişen uzamsal-zamansal koşullara göre izlenen bazı ekonomik, siyasi, kurumsal, mekânsal/ekolojik politikalar, stratejiler, araçlar ve yapıların değiştirilmesi önerilmektedir. Kapitalizmin her bir birikim döneminde birikimin düzeyi ve toplumsal mücadelelerin belirleyiciliği çerçevesinde benzer değişimlerle birikim sürdürülmüştür. Dolayısıyla bu anlamda da “yeni” bir şey yoktur. Çünkü  hiçbirşeyi değiştirmemenin yolu  her zaman herşeyi değiştirmek olmuştur. Herşeyi değişiyor diye düşünenleri de aslında hiçbirşeyin değişmediğini anlayana ya da bir sonraki her şey değişiyor’a kadar saflarında tutmanın yoludur da bu. 

Karşımızdaki sadece doğayı ve emeği öğüten/sömüren devasa bir güç değil, aynı zamanda çok güçlü söylemler üreten, üretirken de gerektiğinde sol, gerektiğinde çevreci gösterip içinden kendi krizlerini aşarak çıkmaya çalışan bir sistem var. Bu sefer başı dertte çünkü tarihinde olmadığı kadar uzun süren bir krizi ürettiği bütün söylemlere karşın aşamıyor. Dolayısıyla olabildiğince çok çevrenin aklını çeler ve  desteğini alırsa  uygulanacak politikaların meşrulaştırılması o kadar kolay olacak. Nihayet insanlık yaşam ve sistem arasına sıkışmışlığını aşmak için ortak bir adım atma kararlılığını gösteriyor diye umutlanmak istesem de, şimdilik görebildiğim manifestonun, sistemin yeni birikim alanları açacak cankurtaran simidi gibi gördüğü YYD’ye olabildiğince geniş toplumsal kesimlerin rızasını alarak zemin hazırlamasına hizmet ettiği. 

Burada soru şu: Hiç yoktan iyidir’e razı mı olalım, yoksa anti kapitalist çevre mücadelesinin bu enternasyonelde kendi taleplerini daha güçlü bir şekilde duyurmasının kanalları mı araştırılmalı? Daha da can alıcı soru: Deneme-yanılma için zamanımız kaldı mı?

31 Mayıs 2020


[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. Purkis, S. 2020. Yeşil Ekonominin Ekoloji Politiği: Doğanın Çığlığı, Ekin Yayınevi. 

[2] İngiliz YYD Grubu ve İşçi Partisi’nin YYD belgeleri için bkz.


Amerikan YYD belgeleri için bkz. 




[1] YYD programını oluşturan grubun içinde piyasa sistemine eleştiri getirmeyen çevreci örgütler ve partiler, yenilenebilir enerji şirketlerinin temsilcileri, finans ve ekonomi uzmanları  bulunmaktadır. The Guardian gazetesinin ekonomi birimi Editörü Larry Elliott; Greenpeace International’ın ekonomi biriminin önceki Başkanı ve Finance For The Future’un Eşbaşkanı Colin Hines; Friends of the Earth’ün önceki Başkanı Tony Juniper; Solarcentury ve Solar Aid’in kurucusu ve Başkanı Jeremy Leggett; Yeşiller Partisi Milletvekili Caroline Lucas; Finance For The Future’un Eşbaşkanı  ve Vergi Araştırmaları LLP’nin Başkanı Richard Murphy; Jubilee 2000 Borç Affı Kampanyasının önceki Başkanı ve Operation Noah Kampanyasının Yöneticisi Ann Pettifor; sürdürülebilir gelişme danışmanı ve Friends of the Earth’ün önceki Başkanı Charles Secrett; nef (the new economics foundation)’de politika yöneticisi Andrew Simms. 

[2] Farklı dillerde çevirisi için bkz.  https://democratizingwork.org