Sayfalar

ÜMMET–MİLLET–DİNΖMİLLΖULUS–ULUSAL ÜZERİNE


Ülkemizin iç dinamiklerinin gelişmesi dış dinamiklerin öncülüğüne terk edilmiştir. Bunun nedeni, Türkiye’nin ekonomi politikasının uzun zamandır ithal edilen finans kapitale dayalı olarak yürütülmesidir.

Türkiye’deki  sanayi ve banka sermayesine, menkul kıymetler borsasına, iyimser yaklaşımla % 70 oranında finans kapital fonları ve uluslararası şirketler sahiptir. Ekonomik koşullar, siyaseti etkileyerek dış siyasetin iç siyaseti belirlemesini sağlamaktadır.

Dahası, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının, dış ekonomik ve siyasi olguları çarpıtarak iç siyasette algı yaratmak amacıyla kullanması, parti menfaatini ülke yararının önüne çıkararak akılalmaz yanlışlar yapması sonucu Türkiye siyasi sosyal ve ekonomi politik bakımdan zarar görmektedir. Bu nedenle biz de dış siyasetten başlayacağız.

Osmanlı devleti geç dönem imparatorluklar sınıfına girer. Bu dönemde Osmanlı’da Millet’in anlamı, ulusa dayalı anlamında ulusal değildir, dine dayalı olarak Ümmet’tir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Önasya (Türkiye) toprağında yaşayan temel unsur islam ümmetidir. Soy (ırk) olarak Türkler Kürtler ve diğerleridir. Azınlık olarak, Musevi ve Hristiyan ümmetlerdir. Soy olarak Yahudiler Ermeniler Rumlar ve diğerleridir.

20. yüzyılın başında Emperyalist devletler Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak için anlaştılar. 1850’li yıllarda batı dünyasında en önemli tartışmalardan biri, Türklerin hangi topraklar üzerinde devlet kuracaklarıydı.

Türkiye halkı; Osmanlı İmparatorluğu’nu 1. Dünya Savaşı sırasında işgal ederek sömürge ve yarı-sömürge durumuna düşüren tekelci kapitalist ve emperyalist İtilaf devletlerine karşı Kemalist düşünce  önderliğinde savaşarak direnişi sürdürürken, aynı zamanda Osmanlı monarşisine (padişahlığa) karşı mücadele yürütüyordu.

01 Kasım 1922 - Hilafetten ayrılarak padişahlık (saltanat) kaldırıldı.
24 Temmuz 1923 - Lozan Antlaşması imzalandı.
13 Ekim 1923 - Ankara başkent yapıldı.
29 Ekim 1923 - Cumhuriyet ilan edildi, Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçildi, Anayasa’ya “Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçedir” maddesi girdi. Böylece, bağımsız bir devlet kurulmuş oldu.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulduğu bölge; batısı Doğu Trakya, doğusu Hazar Havzası, kuzeyi Karadeniz, güneyi Akdeniz ve Kuzey Mezopotamya; Karl Marx’ın 1850’li yıllarda belirttiği topraktır. (Bak: Türkiye Üzerine, Karl Marx)

29 Ekim 1923’te 1921 Anayasası’nda olmayan “Türkiye devletinin dini islamdır” maddesi TBMM’de kabul edilerek Anayasa’ya eklendi. O dönemde, işin özünü bilmeyenler “Bu da nereden çıktı!..” dedi. Bir kısım insanlar da, Anayasa’ya eklenen bu maddeyi “Gazi’nin taktiği!..” olarak değerlendirdi. Mustafa Kemal ve Kemalistler için “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” maddesinin Anayasa’ya eklenmesi, taktik değildi, yasal ve stratejik zorunluluk idi.

Geriye dönersek; Lozan Konferası’nda İngiltere öncülüğünde Fransa ve İtalya delegasyonları, Türkiye’de hukuk reformları gerçekleşene kadar yabancıların ve azınlıkların mevcut statülerinin devam etmesini istiyordu. Bu şekilde çıkacak karar, yabancıların ve azınlıkların dine ve ırka (soya) dayalı azınlık olmalarını sağlıyordu. Böylece, müslüman Kürtler de azınlık oluyordu ve İngiltere’nin müslüman Türkler ile müslüman Kürtler’i birbirinden ayırması için açık kapı bırakıyordu.

Türkiye delegasyonu, Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, kapitülasyonların devamını ve ırka dayalı azınlık kararı alınmasını kabul etmeyeceğini açıklayınca Konferans kesintiye uğradı. İsmet Paşa Ankara’ya döndü. Kemalistlerin ırka dayalı millet (ulus) olmayı kabul etmeyeceği anlaşıldı.

Konferans’ın ikinci döneminde, hukuk reformları ve komisyonlar kurulması konusunda anlaşmaya varıldı. Dil din ırk ayırımı yapılmadan, sosyal hukuki ve siyasi tüm haklara sahip vatandaşlığa dayalı tek yasa uygulaması kabul edildi. Ayrıca, dine dayalı azınlıklar prensibi doğrultusunda, müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk (teba) yurttaşların, müslümanlara verilen ve kullandıkları tüm haklara sahip olacakları, kendi dillerinde eğitim öğretim yapmak için okullar açabilecekleri ve bu okullarda Türkçe’nin zorunlu ders olacağı; laiklik ilkesi doğrultusunda dinî özgürlüklerin olacağı; Türkiye’nin müslüman olmayan azınlıklar için tanıdığı bu hakların Yunanistan’daki müslüman azınlık için de geçerli olacağı kabul edildi. (Bak: Lozan Antlaşması, I.Kısım, III.Fasıl, 37-45)

29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na eklenen “Türkiye Devletinin dini İslam’dır” maddesi, Anayasa ile Lozan Antlaşması’ndaki azınlıklarla ilgili kararları uyumlu hale getirdi. Stratejik bakımdan ise, temel unsur olan müslüman Kürtlerin azınlık sayılmaları kabul edilmeyerek Türkiye halkının bölünmesi engellenmiştir.

O dönemde, en büyük emperyalist olan İngiltere devleti; Avrupa’da barınan Kürt diasporasıyla işbirliği yaparak, savaşla bölemediği Türklerin ve Kürtlerin beraber yaşadığı vatan toprağında ilerde oluşacak yeni bölünmenin yasal dayanağını yaratmak için Lozan Konferansı’nda dirençli bir mücadele yürütmüştür.

PKK’nin diaspora olmuş liderleri, Türkiye Devletinin yasal dayanağı olan Lozan Antlaşması’nı gözardı ederek halkların ayrılma hakkı olduğunu geçtiğimiz yıllarda savunuyorlardı. Bundan dolayı, Anayasa’da açıkça belirtilmiş olan Türkiye Devleti yerine “Türk Devleti” ve Türkiye Cumhuriyeti yerine “Türk Cumhuriyeti” kavramlarını kullandılar. Daha sonra bu tezden vazgeçildiği söyleniyor.

Yukarıdaki bilgilerin ışığında, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recap Tayyip Erdoğan’nın Yunanistan’a (Helen Cumhuriyeti’ne) yaptığı ziyareti gözden geçirelim.

Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan ziyareti sırasında yapılan karşılama törenini izledikten sonra çıkardığımız sonuç: Cumhurbaşkanı bu ziyareti Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı olarak yapmış gibi görünüyor. Cumhurbaşkanı olarak yapmış olsaydı; 65 yıl sonra yapılan bu ziyarette şehirlerin ana yolları üzerine tah kurulur, etraf iki ülkenin bayraklarıyla süslenir, yüz pare olmasa bile üç beş pare top atışı yapılır, halk oyunları ve davul zurna eşliğinde ülke halkının katılımıyla karşılanırdı. Bu şekilde karşılama yapılmazsa, Cumhurbaşkanı hemen uçağına biner ve ülkesine dönerdi.

Cumhurbaşkanı bu ziyaretten önce bazı yayın kuruluşlarına yaptığı açıklamada “Lozan Antlaşması’nın güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum!..” dedi.

Bu açıklamadan sonra Yunanistan Cumhurbaşkanı ile görüştü.

Cumhurbaşkanı Pavlopulos hukuk profesörü ve devlet adamı olarak “Lozan Antlaşması’nın tartışılacak ve reform edilecek bir sözleşme olmadığına inanıyoruz. Bu Antlaşma gereğince azınlıklar Yunanistan açısından dinî azınlık olarak tanınmıştır.” diye konuştu. Yani, Türkiye açısından da dinî azınlık olarak tanınmıştır, dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, “Ben hukuk profesörü değilim, ama siyasi hukuku iyi bilirim. Siyaset adamıyım!..” dedi.

İki taraf da kendi açısından haklı olduğu için tartışma dikleşmeye dönüşmedi.

Bay Pavlopulos’un tüzel kişiliği bizi pek ilgilendirmiyor ama, Bay Erdoğan’ın siyasi hukuku iyi bilmesi ve siyaset adamı olduğunu söylemesi bizi pek çok ilgilendiriyor.

Bay Erdoğan doğru söylüyor. Siyasi hukuku iyi biliyor ve ayrıca siyaset adamıdır. Bay Erdoğan’ın; biri Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve diğeri Cumhurbaşkanı olarak demokrasinin güçler ayrılığı ilkesine uymayan iki tüzel kişiliği olmasının varlık temeli siyasi hukuktur.

Siyasi hukuku demokrasinin hukuk literatüründe boş yere aramayın, orada öyle bir hukuk yoktur. Siyasi hukuk ararsanız, yürürlükteki Anayasa’da ve yasalarda arayın, orada bulabilirsiniz. Günümüzde uygulanan OHAL yasasının hukuku, siyasi hukuktur. Baskı rejimlerinin ve finans oligarşisi diktatörlüğünün genel hukuku, siyasi hukuktur.

Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan ziyaretinde gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta, “soydaşlarımızın sorunu” Baş Müftü seçimiyle ilgili (dinî) olduğu halde, kendi partisinin ideolojisine de ters düşerek Türklerin azınlık olma talebinin öne çıkarılmasıdır.

Bu ırkçı bir yaklaşımdır. Türkiye için bölücülüğün dikalâsıdır.

Türkiye ve Yunanistan Yunanistandaki Türkleri soy olarak azınlık kabul etseler bile, bu değişiklik gerçekleşemez. Gerçekleşmesi için, Lozan Antlaşması’nda taraf olan sekiz ülkenin dinî azınlıkları soy olarak azınlık kabul etmesinden sonra, Birleşmiş Milletler’in de bu değişikliği oy çokluğu ile kabul etmesi gerekir.

Koşullar bilindiği halde, Adalet ve Kalkınma Partisi günümüzde dinci siyaseti uygularken niçin söylemde ırkçı milliyetçiliği öne çıkarmaktadır?

Mevcut durum, dinciliğin ırkçı milliyetçilikle 2016 Anayasa referandumu öncesinde yaptığı ittifakın sonucudur. Takiyye sloganı olarak “yerli ve millî” kavramı üretilmiştir. Sloganın yerli” bölümü, ırkçı milliyetçiliği ifade etmektedir. “Millî” bölümü 1. Meşrutiyet öncesinden bu yana “dinî” demektir. Günümüzde ise, “millî” kelimesi ulusal anlamına gelmektedir. Ulusal olan yerliyi de kavrar. 

Adalet ve Kalkınma Partisi daha evvel içtiği Cemaat zehirini şimdi kusmaktadır. Oluşan boşluğu ırkçı milliyetçilik zehiri ile doldurmuştur. Lakin, bu zehiri kusamaz. İçtiği zehir arseniktir.

Son söz: Kendi içinde demokrasi olmayan parti, demokrasinin temel unsuru olamaz. Gericiliğin odağı olmuş parti, yurduna yurttaşına yararlı iş yapamaz. Nokta!.. 





Sınıfsız Toplum Platformu

OYUN–ENTRİKA–KUMPAS DEVAM EDİYOR!..


Halk oylaması Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında Yüksek Seçim Kurulu sorumluluğunda ve hakemliğinde yapıldı. YSK siyasî iktidarla bütünleşerek hem oynatıcı ve hem de oyuncu durumuna düştü. 

Bir tarafta Evet diyen oynatıcı ve oyuncu olan iktidar cephesi, diğer tarafta Hayır diyen ve sadece oyuncu olan muhalefet cephesi vardır. 

AKP iktidarı devlet gücünü ve olanaklarını haksız olarak kullanmak suretiyle, halk oylaması sürecinde her türlü hukuksuz baskı şiddet zorbalık yöntemlerini öne çıkartarak ve rüşvet dağıtarak, Evet lehine propaganda yürüttü. 

Halk oylamasında tek sandık vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ehil vatandaşları yurtiçinde ve yurtdışında yüzbinlerce sandıkta oy kullanmış olsalar da bütün sandıklardaki oylar aynı nitelikte olduğu için sayıları da tek sandıkta toplanır. Geçersiz oylar ayıklanır, Evet ve Hayır oyları sayılarak ayrılır, sonuç açıklanır. Yarıdan bir veya daha fazla oy alan taraf kazanır. 

Yurtdışındaki tüm sandıklarda sandık kurulu mühürü olmayan oylar geçersiz sayıldı. Yurtiçindeki sandıkların bir kısmında sandık kurulu mühürü olmayan oylar geçersiz sayıldı. Bir kısım sandıkta ise, mühürlü ve mühürsüz oylar geçerli sayıldı. Ayrıca, mühürsüz oyların da geçerli sayılacağı kararı oy verme süreci devam ederken açıklandı. 

Ayrı nitelikteki oylar bir sandıkta toplandı. Bırakalım hukukun üstünlüğünü, hukuk veya kanun devleti olmayı, mevcut durum insan aklına aykırıdır. Sadece bu gerekçe bile seçimin iptal edilmesi için tek başına yeterlidir. 

Daha önemlisi, halk oylamasından bir hafta önce İstanbul Borsası’nda bir milyar dolara yakın değerde hisse alımı yapılarak, Borsa 100 endeksinin % 3 oranında yükselmesi ve bazı bankaların hisse değerlerinin % 5-6 oranında artması sağlanmıştır. Halk oylaması sonucunu Evet lehine çevirmek için yapılan bu işlem, manipülasyon olmaktan ötedir, suç olan spekülasyon kapsamına girmektedir.

Alım işlemlerinin yapıldığı günlerde doların değeri anlamlı bir şekilde artmadığından, alımlarda ya Türkiye Varlık Fonu marifetiyle TCMB veya kayıtdışı (kara para) kullanıldığı açığa çıkmıştır. 

Sonuç itibariyle, finans oligarşisi “haraç” olarak aldığı 1,5 milyar dolar ile birlikte borsada hisse senetlerinin değer artışından elde ettiği fiftik kâr nedeniyle bir hafta içinde milyarlarca dolar kazanmıştır. Bu kazancın yanında AKP iktidarının küçük esnafa verdiği krediler ve babaannelere veya anneannelere dağıttığı paralar çekirdek parası bile değildir. 

Dört büyük bankanın 2017’nin ilk çeyreğinde kârlarının % 45 civarında artması, yukarıda belirtilen borsa işlemini açıklayan yeterli kanıttır. 

Asıl önemli olan, halk oylaması sonucunu kendi lehine çevirmek ve ne olursa olsun kazanmak üzerine kurulan kumpastır. 

1) Yukarıda belirtilen yaptırımlar halk oylamasında kazanmaya yetmez ise, kazanmak için ne yapmalı? 

2) Muhalifler halk oylamasında kazanırsa, iktidarın kazanması için ne yapmalı? 

Halk oylaması sonuçları açıklandı. Açıklamaya göre % 51,4 – % 48,6 oranında Evet diyen iktidar cephesi kazandı. 

Bizim gücümüz sonucu değiştirmeye yetmez. Görevimiz, oynanan oyunu, yapılan entrikayı, kurulan kumpası, açıkça  ortaya çıkartmaktır. 

Muhalefet “Seçim iptal edilsin!..” diye itiraz ediyor. Biz de sonuna kadar bu itirazın yanındayız. 

Muhalefet daha aktif yasal eylemler yaparak iktidarı köşeye sıkıştırıp çaresiz bıraksaydı, iktidar ve dolayısıyla YSK ne yapacaktı? 

YSK hemen toplanacaktı, açıkladığı halk oylaması sonucunu oybirliği ile iptal edecekti, mühürsüz oyların geçersiz olduğuna ve oyların yeniden sayılmasına karar verecekti. 

Görülen o ki, muhalefet de bu kararı kabul edecekti. 

YSK hiçbir hile hurda çalma çırpma usulsüzlük yapmadan oyları muhalefetin gözetimi denetimi altında yeniden sayacaktı. Doğaldır ki sonuç, açıklanmış ve iptal edilmiş sonuçtan farklı çıkacaktı. Açıklanacak sonuç % 55 Evet – % 45 Hayır olacaktı. Yine iktidar kazanacaktı. Muhalefet oy hırsızı olmakla suçlanacaktı. 

1950’li yıllarda İstanbul’da “Yazı mı, Tura mı?..” oyunu oynatan kişiler vardı. Bunlar, biri oynatıcı ve ikisi çömez olmak üzere üç kişilik ekipten oluşurdu. Amaçları, göç nedeniyle Anadolu’dan İstanbula gelmiş saf insanların parasını kumpas kurup hile yaparak çalmaktı, çarpmaktı, ütmekti, söğüşlemekti. 

“Yazı mı, Tura mı?..” oynatan kişide, iki tarafı da yazı veya tura (tuğra) olan iki metal para vardır. Çömezlerin görevi, oyuncu toplamak ve oyuncuların oyuna tekli sayıda (1-3-5-7- gibi) veya bir tarafa yığılacak şekilde katılımını sağlamaktar. 

Oynatıcı kişi “Yazımı, Tura mı?..” diye sorar. “Yazı!..” diyenler bir tarafa ve “Tura!..” diyenler diğer tarafa geçer. “Yazı!..” diyenler çoğunluktaysa, oynatıcı kişi ikitarafı tura olan metal parayı havaya atar ve  yakalalayıp elinin üstüne koyar, diğer eliyle üzerini örter, oyuncuların dikkatini çektikten sonra elini paranın üstünden kaldırır. İki tarafı da tura olan parayı attığı için, tura gelmiştir. “Tura!..” diyenler çoğunlukta olursa, iki tarafı da yazı olan para atılacaktır ve yazı gelecektir. 

Oyuncuların sayısı ve bir yana yığılması ne olursa olsun, yazı tura oynatan hep kazanır.

Çünkü: 

1) Oyunda kullanılan iki para vardır, birinin iki tarafı yazıdır, diğerinin iki tarafı turadır. 

2) Paranın hileli olduğunu ve oyunda hile yapıldığını, oynatıcı ve çömezleri bilir, oyuncular bilmez. 

Gelelim asıl meseleye. Kumpasın oyun alanı; daha önce muhalefetin belediye başkanlığı kazandığı ve oy potansiyelinin % 59 – % 85 oranında olduğu yerler;

İstanbul (Adalar % 73 – Avcılar % 59 – Bakırköy % 77,7 – Beşiktaş % 82,9 – Kadıköy % 80 – Çatalca % 60,2 – Maltepe % 61 – Sarıyer % 59 – Beylikdüzü % 59 – Silivri % 59,8); Ankara (Çankaya % 78 – Yenimahalle % 58); Bursa (Mudanya % 62 – Nilüfer % 62); Hatay (Arsuz % 76,7 – Defne % 93 – Samandağı % 92,3); Antalya (Konyaaltı % 73); Sivas (Divriği % 71 – İmranlı % 63); Balıkesir (Ayvalık % 73,9); İzmir % 68,8 ; Muğla % 74,4 ; Şırnak % 75,5 ; Edirne % 70,6 ; Tekirdağ % 70,6 ; Mersin % 64 ; Diyarbakır % 67,6 ; Tunceli % 81,7 

YSK’nın 16.04.2017 tarihli öğleden önce aldığı 559 sayılı Karar; mühürsüz oylar geçersizdir. 

YSK’nın 16.04.2017 tarihli öğleden sonra aldığı 560 sayılı Karar; mühürsüz oylar geçelidir. 

Bu kararlar, YSK ve çömezleriyle sandık başkanı ve çömezlerinin elinde iki tarafı da yazı veya tura olan hileli para gibidir. 

Halk oylaması itiraz üzerine yeni bir karar alınarak açıklanmış sonuç iptal edilirse, mühürsüz oyların geçersiz olduğuna ve oyların yeniden sayılmasına karar verilirse, kumpas kurulan alanda kullanılan mühürsüz geçersiz oyların % 70’i muhalefetin olacaktır. Burada % 70 – % 30 sonuç belirleyici orandır. 

YSK 06.04.2017 tarihinde saat 12.00’de aldığı 560 sayılı kararı değiştirebilir mi? Aynı tarihli 559 sayılı kararı nasıl değiştirdi ise, 560 sayılı kararı da aynen öyle değiştirebilir. “Sehven yazılmıştır” veya “yazımda hata olmuştur” gerekçesiyle değiştirilmesinin mümkün olduğunu, biz söylemiyoruz, YSK üyesi söylüyor. 

Zaten kumpası kuranlar, 559 ve 560 sayılı kararların gerekçelerini karmaşık ve zor anlaşılır biçimde yazmıştır, illüzyonu ve karmaşıklığı artırmak için “Evet” mühürü hikâyesini katmıştır. Ayrıca, sandık kurulu mühürü öne basılmış, arkaya basılmış, öne çıkmış, gibi ıvır zıvır şeyleri karmaşık cümlelerle yazarak 298 sayılı yasanın 101’inci maddesini ve 131/1 sayılı genelgeyi sulandırmıştır. 

Mühürsüz oyların azlığının veya çokluğunun önemi yoktur. En alt tabanı bulduktan sonra, mühürsüz oylar çoğaldıkça, sonradan mühürlenen oyların sayısı artar. Lakin, sonuç değişmez, oran değişir. 

Kumpas kurulan alan muhalefetin ortalama % 70 ve iktidarın % 30 oy aldığı  iller ve ilçeler olduğu için; bu orandan ve açıklanan toplam oy sayısından, iktidarın ve muhalefetin aldığı oylar arasındaki farktan  hareket ederek, 478 oy hata payı ile, en alt taban olan 3.447.000 sayısını hesapla tesbit ettik. 

İllerde ve ilçelerde bu sayının altına inmemek koşulu ile daha fazla sayıyı hesaba katmak, oy oranını yükseltir ama kazananı değiştirmez. Bu nedenle yuvarlama yaparak hesabımızda 4.000.000 sayısını alacacağız. 

Muhalefet itiraz edince, YSK mühürsüz oyları geçersiz saydığında; 
25.157.463 Evet + 23.779.141 Hayır = 48.936.004 geçerli oy olduğu, 
25.157.463 – 23.779.141 = 1.378.322 fark ile Evet kazandığı görüldü. 

4.000.000  mühürsüz geçersiz oy dağılımı;

4.000.000 x 0,30 = 1.200.000  mühürsüz geçersiz Evet oyu 
4.000.000 x 0,70 = 2.800.000  mühürsüz geçersiz Hayır oyu 

25.157.463 – 1.200.000 = 23.957.463  geçerli Evet oyu 
23.779.141 – 2.800.000 = 20.979.141  geçerli Hayır oyu  

23.957.463 + 800.000 (İlk sayımda mühürsüz olan, arkası mühürlenince geçerli sayılan Evet oyları) = 24.757.463 Evet 

24.757.463 (Evet) + 20.979.141 (Hayır) = 45.736.604 (yeni geçerli oy),
24.757.463 – 20.479.141 = 3.778.322  oy farkıyla Evet kazanır!

24.757.463 ÷ 45.736.604 = % 54,13  Evet, 
20.979.141 ÷ 45.757.604 = % 45,86  Hayır olur.

Muhalefet kazansaydı, iktidar itiraz edecekti. YSK mühürsüz oyların geçersiz olduğuna ve oyların yeniden sayılmasına karar verecekti. 

Bu durumda;

25.157.463 Hayır, 23.779.141 Evet, 48.936.604 geçerli oy olsaydı; 

4.000.000 mühürsüz oy dağılımı (4.000.000 x 0,70 = 2.800.000 Hayır, 4.000.000 x 0,30 = 1.200.000 Evet) sonucu değiştirecekti;

25.157.463 (Hayır) – 2.800.000 (Geçersiz) = 22.357.463 
23.779.141 (Evet) – 1.200.000 (Geçersiz) = 22.579.141 olacaktı. 

Mühürsüz oylar geçerli sayıldıktan sonra Evet oylarının arkasının mühürlenmesi, oyların yeniden sayılabileceğinin kanıtıdır. Geçerli sayılmış oyların sonradan mühürlenmesinin başka bir mantığı yoktur. 

YSK Başkanı doğru söylüyor. “Filigramlı olmayan sahte oy sandıklara girmemiştir!..” diyor. Yani “Bizden başka hile yapan olmadı!..” diyor. Ama filigramlı geçersiz Evet oy pusulası arkasına sandık kurulu mühürü basılınca (canlı görüntüleri vardır) geçerli olmuştur. Bu işlem, filigramlı sahteciliktir. 

Adamlar diyor ki, Türk parasında olduğu gibi oy pusulasında da sahteciliği önlemek için filigram vardır, filigram asıldır. Bu bir kıyasımukassim yapmaktır. Türk parasında filigram vardır ama, filigramlı paranın üzerinde TCMB Başkanı’nın imzası yoksa o para geçerli olmaz.

Ayıptır, doğru dürüst hakim olan kıyasimukassim yapmaz. 

Biz insaflı davrandık. Türkiye genelinde 800.000 Evet oyunun arkasının mühürlendiğini kabul ettik. Sandık başına 5 oy düşüyor. 

Sonradan mühürlenme işi, her sandıkta yapılmadı, muhalefetin güçlü olduğu illerde ve ilçelerde yapıldı. 

22.579.141 + 800.000 (Geçersiz olduğu halde sonradan arkası mühürlenerek geçerli sayılan Evet oyları) = 23.379.141 Evet,
22.357.463  Hayır 

Yeni genel geçerli oy sayısı;  
23.379.141 + 22.357.463 = 45.736.604 
23.379.141 – 22.357.463 = 1.021.678 fark ile yine Evet kazandı!.. 

23.379.141 ÷ 45.736.604 = % 51,1  Evet, 
22.357.463 ÷ 45.736.604 = % 48,9  Hayır! 

Kumpas nasıl çalıştı? 

Kumpas, iktidarın emriyle YSK üyesi üç kişi ve bir de çömez olmak üzere dört kişi tarafından kuruldu. Bunlar baş oynatıcıdır. YSK üyesi üç kişi, 16.04.2017 tarihli üç kararı ve gerekçesini hazırladı (559 sayılı karar, 560 sayılı karar, oylamadan sonra devreye girecek olan itirazlara verilecek cevap ve gerekçeler). 

YSK bu kararlar ile ilgili emir ve talimatları il ve ilçe seçim kurulları marifetiyle sandık kurulu başkanlarına sözlü olarak iletmekle en büyük oynatıcı olduğunu belli etmiştir. Sandık kurulu başkanları, sandık başında ve çevresinde Başbakan’dan daha yetkilidir. Sandık kurulu üyeleri, sadece verilen işleri yapar, tutanakları tutar, itirazı varsa şerh koyar, yardımcı oynatıcıdır. 

Kumpas alanı olarak ağırlıkla muhalefetin çok güçlü olduğu iller ve ilçeler seçilmiştir. 

Sandık kurulu başkanları halk oylaması başlamadan önce mühürsüz oyların geçerli olacağını bilmektedir. Oylama başladığı andan itibaren çömezleriyle birlikte seçmenlerin eline mühürsüz oy pusulası verildiği bazı bölgelerde açığa çıkmıştır. 

Oynatıcıların en büyük kozu, mühürsüz oyların geçerli olacağını bilmesidir. Oy kullanacak vatandaşların bunu bilmemesidir. 

Sonuç :

1) Bu kumpas, içeriği aynı olmakla beraber farklı biçimde kulanılmaya devam edecektir. 

2) İktidarın hedefi nehirin ötesindedir. İktidar hedefine ulaşmak için köprü yapmıştır. Halk oylaması mücadelesinde muhalefetin önüne aşılmaz dağ koymuştur. Muhalefet cephesi, aşılmaz dağı delmiştir ama, köprüyü yıkamamıştır. 

3) Muhalefet cephesinin önündeki görev, iktidarın hedefine ulaşmasını engellemek için köprüyü yıkmaktır. Yeni hedefe göre, yeni strateji ve bu stratejiyi uygulamak için yeni kadrolar şarttır. 




Sınıfsız Toplum Platformu

Köprüden önce son çıkış!..


Milli Piyango yılbaşı biletleri piyasaya çıkar çıkmaz bir tanecik “çeyrek bilet” alırım. O yıl verilecek büyük ikramiyenin çeyreği bana çıkmış gibi bol keseden harcama yaparım. Yat kat ev araba çiftlik falan filan alırım. Yurtiçi ve yurtdışı gezmelere çıkarım. Piyango sonuçları açıklanırken uçtuğumu anlarım. Her yıl bu böyle olur. Anayasa’nın ilga edilmesi yasasına halk oylamasında “Hayır” oyu verecek olanlar, aynen yılbaşı bileti almış gibi uçuyor. “Hayır” oyu vereceklerin oranı % 76’ya kadar çıkıyor. Doğru dürüst siyasetçi olduğunu iddia edenler % 63’ü garanti görüyor. Toplumu kandırmak için her türlü yanlış yapılıyor. Hak hukuk adalet masalları anlatılıyor. Toplumu germenin sakıncaları açıklanıyor. Ulusal sorun öne çıkarılıyor. Selefi sünni tarikatların önü açılıyor. Devlet gücünü ve olanaklarını haksız olarak kullanmak suretiyle örtülü padişahlık dayatılıyor. 16 Nisan’da oylama yapılacak. Sandıktan “Evet” çıkarsa, “Hayır” oyu vereceğini açıklamış yurttaşlar ile “Evet” tercihi yaptığını oylamadan önce açıklamamış olanlar, gericiliğin odağı olmuş partinin pençesinden nasıl kurtulacak? Dersimli Kemal ve Cengiz Bakkal bunu düşündü mü?.. 



NEREDEN NEREYE!..


Said Nursî’yi her türlü süfli çıkar için istismar ederek kullanan günümüzdeki  siyasetçilere, Padişah Abdülhamit’e karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti [Partisi]’nin öncülüğünde gerçekleştirilen 1908 Temmuz İnkılabı’nın doğal sonucu olarak ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in üçüncü gününde Selanik Hürriyet Meydanı’ndaki kürsüden, İttihat ve Terakki mensubu Bediüzzaman Said Nursî  cevap veriyor.

« Ey vatan evlatları, … Demek ki, şimdiye kadar mezarda idik. Çürüyorduk. Şimdi bu İttihad-ı millet ve Meşrutiyet ile rahm-i madere geçtik. Neşvüname bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mafe-i terakkiden inşallah, mucize-i Peygamber ile şömendöfer kânun-u şer’iyye-i esasiyeye amelen ve  burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz ve vahşendengiz sahray-i kebiri bir zamanı kesirde, tekemmülü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber milel-i müsabaka edeceğiz. Zira kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler, biz birdenbire şömendöfer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz. … »

109 yıl önceki bu konuşmayı bugünkü dille ifade edelim :

« Ey vatan evlatları, …

Demek ki, şimdiye kadar mezarda idik. Çürüyorduk. Şimdi milletçe gönül ve işbirliği ile başardığımız Meşrutiyet’le yeniden doğuyoruz. Gelişeceğiz. Yüzlerce sene geri kaldığımız medeniyet dünyasından, imanımızın ve kuvvet kaynağımız Peygamber’in gayesi yolundaki yolundaki mucizelerinden ilham alarak usul-ü meşveret [demokrasi] yolumuzda şömendöfer [tren] sür’atiyle ilerleyeceğiz. Onlar, bugünkü sonuçlara, öküz arabasına binmekle başlıyarak erişmişler. Amma biz?.. Biz balonla [uçakla], şömendöferle zamanı yutacağız, onlara erişeceğiz. Yabancı ülkelerde, garpta medeni ilerlemelere terakkilere yardım edecek varlıkları, fenleri, sanayii memnuniyetle alacağız. Amma bu hayatın tortusu ve günahları olan fenalıkları almıyacağız.

Ey hamiyetli vatan evlatları, …

Cemiyet millî ruhu bu yola çevirmekle bizim saadetimize yol açtı. Biz de bazı lezzetlerimizi terk ile onlara yardım edeceğiz. Zira o nimet sofrasında kendileriyle beraber oturuyoruz. Fasid fikir sahipleri, istibdad ve mezalimi arzulayanlar çıkabilir. Mazinin gömdüğü istibdadı veya seller arasında izler bırakarak kaybolmuş zulümleri bir daha temaşe etmemek için ikisinin arasına aşılmaz bir demir sed çekmek istiyorum. Çünkü inanıyorum ki; inkılâp, hürriyeti inşa edecek, onu şer’i meşveretle tamamlıyarak ve bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Şahsi garezlere yol açmadan, eksiksiz ve kusursuz oluşu bana anlatıyor ki bizim hürriyetimiz beş sabit hakikat üzerine oturmuştur.

Birinci hakikat; milletin varlığıdır.  Bu kuvvet umumi efkârda tecelli eder. Milletin birlik ve beraberliğini bozmaya kalkışmak en büyük cinayettir.

İkinci hakikat; ilim ve marifettir.  Medeniyet hayattır. İşte Avrupa tarihi meydanda. … Bizim Asya ve Avrupa’daki varlığımız. Ancak bu hakikatleri omuzlarında taşıyacak kudretli devlet adamlarıyla mümkündür.

Üçüncü hakikat;  bizi dünyanın gidişine, iyiliklerine, kötülüklerine baktıracak ve iyiyi alacak  hürriyet varlığıdır. İşte ben, aslında bir köylü adam, bakınız sizlere neleri söyleyebiliyorum. Bu, hakikati arama ihtirasıdır. Fikrimiz öylesine inkişaf edecektir ki, Osmanlı gençliği arasından Eflatunlar, İbn-i Sinalar, Bismarklar, Dekartlar’ı geride bırakan kıymetler çıkacaktır. Çünkü bizim Osmanlı Ülkesi, peygamberler kaynağı, medeniyetler beşiğidir. Hürriyet yağmuruyla bu toprak öyle meyvalar verecektir ki her şeyin Şark’tan doğacağı anlaşılacaktır. Yeter ki bizler onu tembelliğimizle, şahsi garazlarımızla kurutmuş olmıyalım.

Dördüncü hakikat; bütün bu neticelerin şeriatın ruhunda bulunmuş olmasıdır.  Bu gerçeğin en büyük misali, İslamiyetin çıkışı ile cehalet ve vahşetin hükümran olduğu bir yerde eşitliği, adaleti, hürriyeti nasıl tesis etmiş olduğudur. Bütün bu olup bitenlere bakarak hüküm veriyorum ki, bizim sukutumuz [düşkünlüğümüz] ve başımıza gelen fenalıklar dört sebepten kaynaklanmaktadır. Şeriatın gayesini kavrayamamışız. Dalkavuklar çevremizi sarmış, ilmî görünürde olan cahillerin arkasından gitmişiz. Hakiki Avrupa medeniyeti zor ve güç olduğundan, ilim istediğinden onu bırakmışız. Kolay ve basit olan taklitini almaya kalkışmışız.

Beşinci hakikat şu:  Eski devirlerde hayat basit idi. Şimdi medeniyetin semereleri öylesine alemi kucakladı ki, bir milletin; bir ferdin aklı ve irfanı ile idare edilmesi imkânı yok. O halde? Ohalde, Meşveret [Danışma] müesseselerine kıymet vereceğiz. Milletin kalbi olan Mebusan Meclisi’nin yeni hayatı tesis için himmetine yardımcı olacağız.  Bir ülkede böyle bir neticeye varabilmek kolay değildir. Bu yeni hayata intibak edemeyecek olanları zaman kendiliğinden tasfiye edecektir. Yerlerinden atacağımız devlet memurlarının yenilerini yetiştirmek için kırk sene lazım. Zaman bizi bekler mi?

Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Hilafet merkezini güzel bir varlık olarak hayâl ediyordum. İstanbul’a geldim ki burada insanlar kalplerinde birbirlerine karşı besledikleri nefretle, iyi giyinmiş birer vahşi halinde idiler. Anladım ki bu hastalığın aslı ikiyüzlülüktedir. Bana deli dediler. Fakat ben acı hakikatı gördüm anladım ki İslamiyet yaşadığımız devrin medeniyetinden geri, çok geri kalmış. Bu sukutun [düşkünlüğün] üç suçlusu var;  ilmiye mensupları, Avrupayı anlamayanlar, Tekye [Tekke ve Tarikat] sahipleri. Hepsi kendi alemlerine dalmışlar, birbirlerini tekfir [kâfir sayma] ve teçhil [cahil görme] ediyorlar. Bu gürültü içinde terakki [ilerleme, gelişme, yükselme] yolu kayboluyordu. Hepsini dinledim. Gönlüm aydınlanacağına karardı. »

( Kaynak :  Cemal Kutay – Tarih Sohbetleri )

Ne diyelim? Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetirken Abdülhamitçilik yapan, devlet gücünü ve olanaklarını haksız olarak kullanmak suretiyle kendine çıkar sağlayan, istismar ettiği Said Nursî’yi bile anlamamış olan, AKP iktidarına eçhel-i cühela demek yeterli olur mu?..



Sınıfsız Toplum Platformu