Sayfalar

DİYET

Fehim Taştekin

 

Hem dış politikadaki hesap hatalarından kaynaklı aşırı sıkışıklık hem de tarihle yüzleşmekten kaçan kibirli tutum yüzünden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye’nin başı iki kere yere eğik.

 

Joe Biden, Ronald Reagan’dan sonra Ermeni soykırımını tanıyan ikinci Amerikan başkanı oldu. Stratejik ortaklığın hatırına, Amerikalıların bayıldığı tabirle “Türkiye’nin emlak değerine” atfedilen önem ABD başkanlarına ‘soykırım’ yerine Medz Yeghern (Büyük Felaket) dedirtiyordu. 


Stratejik ortaklık zemini aşındı, buna bağlı olarak Ankara’nın hassasiyetlerini gözardı etmenin maliyeti de azaldı. Bu politik gerçekliğin yanı sıra 1915 olaylarını soykırım olarak tanımayı seçmenlerine vaat etmiş Biden’ın kişiliği, kariyeri ve kişisel tercihleri de belirleyici. 


Hem dış politikadaki hesap hatalarından kaynaklı aşırı sıkışıklık hem de tarihle yüzleşmekten kaçan kibirli tutum yüzünden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye’nin başı iki kere yere eğik. 

 

Başı dik tutmanın mantıklı yolu ecdadın sicil defterini hayal mahsulü ve çarpıtılmış tarih yazımıyla kutsayıp suçları inkâr etmek değildir. İnkâr insanın ve sistemin zayıflığından ileri geliyor. Geçmişiyle yüzleşemeyen bir Türkiye’nin başı, vermeye çalıştığı görüntünün aksine eğiktir. Bu pozisyon değişmedikçe Ermeni soykırımı Türkiye üzerinde baskı kurmak ve taviz koparmak isteyen güçler tarafından siyaseten araçsallaştırılmaya devam edecektir. Ankara yıllardır diplomatik kapasitesi ve lobi imkânlarını bu kelimenin kayda geçmesini önlemek için kullanageldi. Bu kararlılık karşıt bir kararlılığı da besliyor. Her 24 Nisan Türk diplomasisi yüksek gerilim yaşıyor. Türkiye artık bu döngüden çıkmanın mantıklı yolunu bulmak durumunda. 

 

Eski Demokrat Başkan Barack Obama da seçmenine söz vermişti. Fakat onu frenleyen o vakitler Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri normalleştirme sürecine girmesiydi. George W. Bush zamanında Erdoğan’a Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığı misyonu verilmiş, buna uygun olarak Obama da Türkiye’yi İslam dünyasına ‘model ortak’ diye sunmuştu. Arap Baharı ile Türk dış politikası kendi kendini öylesine zehirledi ki, artık Arap dünyasında Türkiye ‘yeni tehlike’ olarak algılanmaya, NATO içinde de Türkiye’ye ‘sözde ortak’ denmeye başladı. Müthiş bir güven kaybı.

 

*** 

 

Soykırım nitelemesi Erdoğan’ın AB, NATO ve Arap ekseninde ilişkilere azcık kırat katmak için kıvrandığı bir dönemde geliyor. Biden’dan beklenen telefon 3 ay sonra “Yarın 1915 olaylarını soykırım olarak anacağım” demek için geliyor. Yani Biden bir bakıma ‘Sen de tepki göster ama çok da şey yapma, işimize bakalım’ diyor. İşte o müthiş sıkışmışlık yüzünden Erdoğan da bu tiyatroya ‘Hayır’ diyemiyor. İkili görüşmeye dair Beyaz Saray’ın açıklamasında "Biden, işbirliği alanlarının genişletilmesi ve anlaşmazlıkların etkili şekilde yönetilmesiyle yapıcı bir ilişki konusundaki ilgisini dile getirdi" deniliyordu. Her daim tekrarlanan ‘stratejik ortaklık’ ifadesi yer almıyordu. Amerikan başkanlarıyla ilişkide kalmak Erdoğan’ın üzerine titrediği bir şeydi; Biden de hazirandaki NATO zirvesinde ikili ve bölgesel konuları ele almak üzere ikili görüşme teklifinde bulundu. Mutabık kalındı. Al sana sus payı! 

 

Metinde seçilen bazı kelime ve ifadeler de Türkiye’yi kaybetmeme tercihini yansıtıyor. Soykırımın Osmanlı döneminde gerçekleştiği vurgusu, İstanbul yerine ‘Konstantinapol’ denilmesi modern “Türkiye’yi bundan azade tutuyoruz” şeklinde bir alt metin çıkartıyor. Fakat Türkiye incinmesin ya da hukuki sonuçlar doğurmasın diye yapılan bu tercih, Osmanlı’yı bir geçmiş değil diriltilmesi gereken bir tarih olarak gören, bunu referans olarak kitle manipülasyonu için ustaca kullanan Erdoğan’ın siyasal kodlarına da vuruyor. Belki Cumhuriyetin ilk yıllarına yönelik bir alt metin olsaydı Erdoğan çok da incinmeyebilirdi! 

 

Sonuçta pragmatizm çift taraflı. Erdoğan, Biden’ın 24 Nisan’da ne yapacağını bildiği halde 24 saat boyunca sessiz kalıyor. Dahası iki taraf 24 Nisan’ı atlatmış farz edip işbirliğinin genişletileceği alanları detaylandırmak için çalışmaya koyuluyor. Bu minvalde ivedilikle Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, mevkidaşı Antony Blinken’la, ‘Ak Saray’ Sözcüsü İbrahim Kalın, ‘Beyaz Ev’ Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile görüşüyor.  

 

24 Nisan’da Washington’a verilen tepkiler bu tiyatronun devam sahnesi. Kalın "Bunun elbette bir siyasi karşılığı olacaktır” demiş. Nasıl bir karşılık? Erdoğan “NATO zirvesine gitmiyorum" mu diyecek? Soykırım ifadesinin kullanılacağı bilgisinin paylaşılmasının ardından Kalın-Sullivan görüşmesinde bu karşılık mı konuşuldu? Cumhurbaşkanlığı’nın açıklamasına göre “İki liderin NATO zirvesinde görüşme kararı almalarından duyulan memnuniyet dile getirildi” ve “Karşılıklı saygı çerçevesinde, ortak ve stratejik çıkarlara öncelik verilmesi gerektiği ifade edildi.” 

 

*** 

 

Haziran buluşmasına kalmadan kara defterin açıldığını farz edebiliriz. Maalesef her şey ev ödevi kıvamında gelecektir. “ABD ile bozuştuk, Rusya kapısını tıklayalım” oyunu artık yürümüyor; tüm taraflar bundan bezdi. Bu oyun kazan-kazandan, bir kapıdan ötesine taviz veren çaresizliğe dönüştü. Erdoğan Türk tipi başkanlık sisteminin ruhuna uygun olarak her şeyi kendi iradesine bağladığı için kurumsal ilişkiler geriledi. Dışişleri bu sistemde belirleyiciliğini ve gerilimleri emen misyonunu yitirdi, Erdoğan’ın öfke nöbetlerinin icra dairesine dönüştü. Diplomasi aşağılandı, değersizleştirildi. Saraydan partiye 3-5 sözcü yedi düvele ahkam kesiyor, süzme ergen tavırlarla. Donald Trump döneminde otoriter eğilimli iki lider arasındaki kimyasal uyum, başkanlık sisteminin nimetleri olarak allanıp pullanan tuhaflıkların getirdiği krizleri bir şekilde atlatıyordu. O kimya Biden’la yakalanamayınca ‘duvara karşı’ vaziyeti oluştu. 

 

Beyaz Ev’in zikretmeye gerek görmediği ‘stratejik işbirliği’ vurgusu, Ak Saray’ın açıklamasına taammüden giriyor. Amerikan tarafında ‘stratejik’ ifadesinin ilişkilendiği şey bundan böyle ortaklığın kullanım değeridir. Bu minvalde Blinken’ın ‘sözde ortak’ olarak nitelediği Türkiye’yi fabrika ayarlarına döndürmeye dönük baskıların ardı gelmeyecektir. Gelmeyen telefon bunun psikolojik hazırlığıydı. 

 

*** 

 

Türkiye Amerikan yaklaşımını tersine çevirecek bir ağırlığa sahip mi ona bakmak lazım. 

 

Türkiye kendi alt emperyal gündeminin içini gürültü ve patırtı ile doldurmaya çalışırken orta dünyadaki Amerikan düzeninde istikrarsızlık unsuru sayılabilen sonuçlar üretti. Fakat uyumsuzluklara geçmeden önce çok temelde şunu vurgulamak gerekiyor: Washington’ın küresel öncelikleri, Türkiye’nin böbürlenerek her vesileyle basküle çıkardığı jeostratejik konumunun ederini aşağı çekiyor. Bu Biden’la başlamış bir yönelim de değil. Obama zamanından beri ağırlığı Orta Doğu’dan Asya’ya kaydırma planı ‘Arap Baharı’ parantezinden sonra yeniden ivme kazanıyor. Kuşkusuz NATO’nun Rusya’ya karşı Karadeniz stratejisinde Türkiye’nin önemi yadsınamaz. Erdoğan da Ukrayna’da öne atılarak ve Montrö’yü tartışmaya açarak direksiyonu buradan doğrultmaya çalıştı. 

 

Bu uyumsuzluk döneminde Türkiye ikide bir İncirlik kozunu masaya koyuyor. Bu tutum ters tepti. Nihayetinde ABD, Yunanistan’a ağırlık vererek “İncirlik alternatifsiz değil” demekle kalmadı, Atina’nın Ankara’ya karşı pozisyonunu güçlendirmiş oldu. 

 

ABD 172 ülkedeki 200 üs ya da noktada 320 bin asker bulunduruyor. Askerlerin 100 bini Pasifik’te, 70 bini Avrupa’da, 60 bini Orta Doğu’da. Türkiye’deki askerlerinin sayısı ise 1760 civarında. Yani aynı kozdan düzinelerce ülkenin elinde var ve kimse pazarlığı bu yöne çekmiyor. 


Doğu Akdeniz’deki enerji geriliminde de ABD, Türkiye’nin kas gücüyle sonuç alma çabasından rahatsız oldu ve tercihini Yunan-Rum ekseninden yana yaptı. Eğer işbirliği alanlarına odaklanacaksa Amerikalıların bu zeminde görmek isteyeceği sonuç, Türkiye’nin Doğu Akdeniz Forumu’na Mavi Vatan tezlerinden vazgeçerek dahil edilmesi olabilir. Ankara İsrail-Yunanistan arasındaki yakınlaşmayı ve bunun Amerikan politikaları üzerindeki etkisini de sadece gaz savaşına bağlayarak diğer bir faktörü gözardı etti. Atina, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ne Arap desteğini temin için İsrail’e mesafeliydi. Fakat hem ABD’nin girişimleri sayesinde başlayan Arap-İsrail normalleşme süreci hem de Türk-Arap gerilimi Atina’nın işini kolaylaştırdı. Artık Yunanistan, İsrail’le ilişkileri ilerletirken Araplardan endişe etme gereği duymuyor. Tersine Arap-İsrail-ABD ekseninin Doğu Akdeniz ucunu temsil eder hale geldi. 

 

*** 

 

Ankara’nın karşı baskı manivelası olarak kullandığı iki koz daha var; ABD’ye “Terör örgütü PKK’ye destek veremezsin” ve “Darbeci FETÖ’yü barındıramazsın” diyor. Muhtemelen Amerikan kurumsal yapıları Gülen grubunu uzun vadede işlevsel buluyor. Bu konuda Amerikan tutumunda değişiklik beklenmiyor.  

 

Suriye’de ABD’nin Kürtlere verdiği destek ise çetrefilli bir konu. Erdoğan’a “Suriye senindir, biz çekiliyoruz” diyen Trump’a geri adım attıran baskıyı şu an Biden temsil ediyor. Biden, Kürtlerin verdiği tepkilerden yola çıkarsak gelmiş geçmiş en Kürt dostu başkan da sayılabilir. “Suriye’de YPG’ye desteği kesin, bizimle işbirliği yapın” baskısı, muhtemelen “Türkiye’deki Kürt sorununu çözün, siz de Suriye’de bizim çizgimize gelirsiniz” önermesiyle karşılanacaktır. Pazarlığın çetinleşeceği iki konu S-400 ve Halkbank davası. S-400’ler CAATSA çerçevesinde, yani bir yasanın emri olarak yaptırımlara konu olduğu için Biden’ın aksi yönde davranması zor. Trump bile yaptırımları ancak kendi yetkisini kullanarak bir süreliğine oyaladı. Selefinin taşıdığı esneklik Biden’da zaten yok. S-400 doğrudan NATO’nun güvenliğiyle ilgili bir mesele olarak görüldüğünden Kongre’de de dogma derecesinde tepkisellikle ele alınıyor. Biden’ın S-400’lerle ilgili de, gömülmeleri dışında bir pazarlığa girmesini kimse beklemiyor. F-35 programına dönüş için de artık çok geç. 

 

Bunlara karşın ilişkileri, siyasi düzlemden ziyade NATO zemininde güvenlik odaklı bir ortaklığa indirgeyerek Türkiye’yi yakın planda tutma eğilimi güç kazanıyor. Haziranda NATO zirvesinde görüşme teklifi de ilişkileri Trans Atlantik limanına demirleme amacına işaret ediyor. 


ABD ile ilişkilerin geldiği yer ‘taviz ver kurtul’ noktasıdır. Ulusal egemenlik ve bağımsızlık söyleminden en fazla siyaset devşirenlerin eliyle Türkiye bu duruma düşürülmüştür. Türkiye’nin ağırlığı çarçur edilmiştir.

 

*** 

 

Başa dönersek; Türkiye’nin çok temel sorunu içerde ve dışarda normalleşmedir. 1915 nasıl anılırsa anılsın, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal düzenindeki anormalliğin başlama noktasıdır. Katliamın, yağmanın, sürgünün, cinayetin içselleştirildiği bu ‘devlet-millet mutabakatı’ Türkiye’nin lanetidir. Bu mutabakat Kürt meselesine de aynı yerden bakıyor. Siyaset tarzı ısrarla toplumsal vicdanı da hiçbir muhasebeye ve yüzleşmeye zemin bırakmayacak şekilde köreltiyor. Bu durum yıllar içinde dış ilişkilerde de travmatik bir yüke dönüştü. 

 

26 Nisan 2021

 

https://www.gazeteduvar.com.tr/diyet-makale-1520428

 

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com

Amiraller Bildirisi ve Hukukun Dedikleri

Prof. Dr. SAMİ SELÇUK

 

İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasının ardından hukuk tarihçisi TBMM Başkanı’nın Cumhurbaşkanının isterse Montrö gibi ülkenin geleceğiyle ilgili uluslararası temel antlaşmaları bile kaldırmasının “teknik olarak olanaklı” ancak olası olmadığı”nı söylemesi, hemen ardından “Ben herhangi bir sözleşme adı vermedim” gibi kaçamaklı sözlerle durumu düzeltmeye kalkışması üzerine, bu konuyu yakından bilen ülkenin uzman amiralleri, olası tehlikeleri Türk ulusunun ve siyasetçilerin bilgisine sunmuş, 4 Nisan 2021 tarihli bir “bildiri” yayımlamışlardır.  Belli ki ülkenin çıkarları açısından kaygılıydılar. 

 

Belli ki Türk toplumuna, Lozan ve Montrö gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan iki önemli uluslararası antlaşmasından biri hakkında yurdun ve ulusun yararı, egemenlik hakkı konularında bildiklerini sunmayı ve bunların değerlendirilmesini bir görev bilmişler ve bu temel kaygıya iktidarı bile rahatsız eden bir görüntüyü de eklemişlerdi. 

 

Peki, sonra ne oldu? Onlara teşekkür mü edildi? 

 

Tam tersine. Kıyamet koptu. Yine birbirine güvenmeyenler, birbirinden kuşkulananlar, bu“kurnazlar”ın (!) arka düşüncelerini sözde “teşhis” ederek ruhbilimciliğe özendiler. 

 

EĞER DEMOKRASİ VARSA… 

 

Doğuluca bir yaklaşımdı bu.  Çünkü Batı’da her hafta buna benzer bildiriler dağıtılır. Yemek içmek gibi insan doğasının ürünü günlük olaylardır, düşünce özgürlüğünün sıradan yansımalarıdır bunlar. 

 

Evet işin ö ve özeti bu iken bizde olanlara bakar mısınız? 

 

Bu bildiri, kendinden menkul bir yorumla kimilerince “Yüce Türk milletine” diye başlaması, saat 22.42’de yayımlanması dolayısıyla “ihtilal/darbe bildirisi” olarak değerlendirildi. 

 

Acaba bu bildiri, ülkenin Cumhurbaşkanına ya da siyasal partilerin başkanlarına hitaben yayımlansaydı başka türlü mü algılanacaktı? Ya da bu türden bildirilerin günün belli saatinde yayımlanacağına ilişkin bir kural mı vardı

 

Yansızlığı ve nesnelliği yaşam biçimi olarak benimsemiş 61 yıllık hukukçu gözüyle herkesin bilgisine aşağıdaki görüş ve deneyimlerimi sunmak isterim. 

 

Her şeyden önce bildiriye karşı çıkanların bildiriyi okuma biçimi Derrida’nın“yapıbozumu”nu hiç mi hiç andırmıyor. Bu bir. 

 

Bildiri, yorumu gerektirmeyecek denli, bilimsel ve hukuksal deyişle “açık ve seçik”tir (clarus et distinctus, clair et distinct). Kurnazlık, ikiyüzlülük gibi ahlâksal saptırmalardan da hiçbir iz yoktur bildiride. Mertçe kaleme alınmıştır. Bu iki. 

 

Buna karşılık, kendinden menkul çarpıtmalarla metnin anlamından ve bağlamından koparılması, hiç de masum bir duruş değildir. Tam tersine kınanası bir tutumdur. Bu üç. 

 

İtalyan hukukçuları, sözleri ve özellikle yasa düzgülerini (norm) bu türden çarpıtarak yorumlamaya “düzgüye işkence etmek” (torturare la norma) derler. Bu da dört.

 

Ben de bu tür yorum saptırmalarının örneklerini öğrencilerime her yıl anlatırım. Şimdi bunlara yeni bir örnek daha eklendi. Örneklerimi zenginleştirenlere teşekkür mü etmeliyim, yoksa üzüntülerimi mi iletmeliyim, doğrusu bilemiyorum. 

 

Ama onları uyarmak gereğini duymaktayım. Lütfen “trajikomik” gerekçelerle ülkeyi yönetenlerin, yönetilenlerin ve yargının dikkatlerini başka yönlere çekmesinler; konuları ve sorunları özünden saptırmasınlar. 

 

Sadede gelelim. Her şeyden önce hukukta, bir yazının, bildirinin ardında yazılanlarınötesinde kimi sonuçlar çıkarmaya kalkışılamaz; bilmecelerle uğraşılmaz. Yalnızca bildiride dile getirilen konulara odaklanılır.

 

Günümüz insanı, hukukun nesnesi değil, öznesidir. Hukukun üstünlüğüne yaslanan çağcıl devlet, bu niteliğiyle insana bu kişiliğini geliştirebileceği özgür bir ortamı sağlamak zorundadır. 

 

İnsan, beyniyle, düşüncesiyle ve bunları dış dünyaya hukuk içinde aktaran özgür bir hukuk kişisidir ve bu kişinin “dili, insanın ruhudur” (W. von Humbolt). 

 

Bildiriyi lütfen yeniden okuyalım ve art düşüncelerden arınarak kendimize soralım: “Bu bildirinin ruhu nedir?” 

 

Yanıtı şudur: Ülkenin geleceği kaygısıyla yapılan öneriler. 

 

Demokratik ülkelere bakalım. Oralarda her Allah’ın günü bu türden bildiriler sık sık dağıtılır. Kimse de sesini çıkarmaz. Çünkü her insan, beyniyle ve diliyle birlikte doğmaktadır. Yeni doğan çocuk bile annesinin sütünü emerken süt yetmezse tepki vermekte, çığlık atmakta, bir bakıma düşüncesini açıklamaktadır.


Bu tepkiye kızı
p üzülse bile anne, düşüncesini yansıtan bu gücü çocuğunun elinden alma hakkına ve gücüne sahip değildir. Devlet de öyle. Eğer bir ülkede demokrasi varsa, devletin varlık nedeni, doğuştan sahip oldukları hakları ve özgürlükleriyle birlikte bireyleri bir hukuk kişisi ve öznesi olarak yaşatmaktır. Kural budur. Sövme, suça kışkırtma gibi istisnalar, esasen yasalarda gösterilmiştir.

 

ŞÜNCEYİ AÇIKLAMA ÖZGÜRLÜĞÜ 

 

Dolayısıyla insandan yana, insancı bir devletin var olma nedeni, görevi, insanın doğuştan sahip olduğu düşünme ve düşüncesini sergileme özgürlüğünü dış dünyaya çarpıtılmadan sağlıklı biçimde yansımasını sağlamaktır. Düşünce özgürlüğü kimilerini alkışlamak için değil, aslında rahatsız etmek için vardır; dünyanın her yerinde ve her dönemde, üzen, çileden çıkaran düşüncelerle birlikte gündeme gelmiştir. Hatır sormak için değil. 

 

Esasen anayasalarda tanımlanan her özgürlük, bireye bir güç, iktidar sunar. Eğer birey, o gücü, iktidarı kullanamıyorsa o artık bir hukuk kişisi hatta insan değil, kişilik ve insanlıktan yoksun bir köledir.

 

Türkiye, hukuk kişiliğini kazanamamışların, köleleş(tiril)mişlerin ülkesi değildir. Olmamalıdır da. 

 

Konuyu “Neden gece yarısı ve ‘Türk milletine’ diye yayımlandı?” gibi saçma sorularla dağıtmaya, sulandırmaya, bildiride kurnazlıklar, ikiyüzlülükler aramaya gerek yok. 

 

Lütfen bildiriyi bir kez daha okuyunuz. Yalnızca kaygıları ve bunların giderilmesi konusundaki düşünceleri sergiliyor. O kadar. 

 

Şunları unutmayalım: 1926/765 sayılı Eski TCY’nin 163’üncü maddesi, yapay ve saçma bir inanç suçuydu. Laikliğe aykırı olarak devletin düzenini dini temel ve inançlara uydurmak isteyen kişiler ve örgütlerle bunların propagandasını yapanları cezalandırmaktaydı. 


Aynı yasa, İtalyan (Rocco) Ceza Yasası’ndan (m. 270, 272) alınan 141’inci madde, işçi sınıfının 
öbür toplumsal sınıflar üzerine baskı kurmasını, 142’nci madde ise bunun propagandasının yapılmasını yasaklıyordu. Bu üç suç da özünde birer inanç ve düşünce suçu olduğu ve çağcıl suç hukuku anlayışıyla bağdaşmadığı için Türkiye, bu maddeleri çok partili düzene geçildiği gün kaldırmalıydı. 

 

Oysa bu maddeler, ancak 1991 yılında kaldırılabilmiştir. 

 

Her gün özlemlerle sözünü ettiğiniz özgürlükçü demokrasi bu değildir, efendiler. 

 

En alt düzeydeki eskide kalmış kökleşik (klasik) özgürlükçü demokrasi bile, her türden inancın, düşüncenin açıkça sergilendiği, yaşandığı, özgürce tartışıldığı bir düzenin adıdır. 

 

Bir türlü ulaşamadığımız bu demokrasi anlayışı bile, günümüzde çoktan aşılmıştır. Batı, bugün hiper demokrasiye doğru yol almakta. Lütfen kendimize gelelim, biraz ciddi olalım. 

 

Sözü hukukun ışığında hukuka, hukukçulara getirmek isterim. Bu bildirinin tartışıldığı günlerde Resmi Gazetede yayımlanan kararında Anayasa Mahkemesi, “Demokratik toplum, çoğulculuk, hoşgö ve açık fikirlilik temeline dayanmaktadır (…) Demokrasilerde devlete düşen görev, temel hak ve özgürlükleri korumak ve geliştirmek, bunların etkili bir şekilde kullanılmasını sağlayacak önlemleri almaktır” dedikten sonra değiştirilemez nitelikteki ikinci maddeden söz ederek “Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan, anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir” diyor ve özellikle düşünceyi açıklama özgürlüğüne değiniyordu (24.12.2020 tarih, E. 2017/21, K. 2020/77, RG. 8.4.2021, n. 31448). 

 

YARGIÇ VE SAVCILARIN SORUMLULUĞ

 

Özetle bildiriyi yazanlar, kendilerine doğanın ve/veya Tanrı’nın armağanı olan düşünce özgürlüğünün tanıdığı anayasal hakkı, dolayısıyla anayasal erki kullanmışlardır. Bu bir. 

 

İkinci nokta da şu: Yargıya güvenin resmi ağızlara göre %20’lere düştüğü bir dönemden geçiyoruz. Lütfen özenli olalım ve bu güveni daha da sarsmayalım. Bu bildiri dahil, her olay karşısında toplum, sizleri sınavdan geçirmek üzere tetiktedir. 

 

Unutmayalım ki “Bütün hukuk, insan içindir” (hominum causa omne ius constitutum est) der, Digesta. Hak arama özgürlüğünün kapandığı değil, tartışıldığı toplumlarda bile insanlar, ilkin umutsuzluğa düşer, sonra kahraman hukukçular, savcılar ve yargıçlar aramaya başlarlar. Bu noktaya sürüklenmiş bir toplumda, çoğu kez ne hukuk vardır ne de adalet. Orada artık kırılganlıklar, umutsuzluklar yaşanmaya başlamıştır. 

 

Bu yüzden hukukçular, özellikle yargıçlar ve savcılar, attıkları her adımda geleceğe iki bilinci özümseyerek içselleştirerek yürümek zorundadırlar. 

 

Birincisi, “mesleksel özgörev (misyon) bilinci”dir. Bir toplumda yasaları yasama erki yazıya dökerek yapar; hukuku ise bağımsız yargı erki içindeki savcılar, özellikle de yargıçlar, yazılı soyut düzgüleri uygulama tezgâhında dokuyarak, ete kemiğe büründürüp canlandırır; hukuku ve adaleti kotarırlar. Özellikle yargıçlar, bu özgörevin omuzlarına yüklediği ağır sorumluluk bilinciyle davranmak zorundadırlar. 

 

İkincisi “bilimsel ve ilkesel yaklaşım bilinci”dir. Yargıçlar ve savcılar, bilimsellik ve küresellik boyutlarına ulaşan yargıçlık ve savcılıkla ilgili küresel ilkelere uyma konusunda özenli, titiz ve duyarlı olmalıdırlar. Çünkü üstlendikleri, sıradan bir özgörev (misyon) değildir. Onlar, bu bilinçleri özümseyerek davranırlarsa toplum, kahraman yargıçlara ya da savcılara gereksinim duymaz, yarınına güvenle bakar, dinginliğe erişir. 

 

DEDİKODULARA VİCDANI KAPATMALI 

 

Bu konuda küresel metinlerin başında 2006’da HSYK, 2007’de Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nca benimsenen Bangalor Yargı Etiği İlkeleri ve Savcılar İçin Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Budapeşte İlkeleri gelmektedir. Bu ilkelerin öngördükleri sıradüzenine göre yargıçlar ve savcılar, hukukun soğukkanlı mantığı içinde kalarak, “adil/dürüst yargılanma hakkı”na uyarak görevlerini yerine getirmek zorundadırlar. 


Onlar, bütü
n dış güçlere, erklere, kişiliklerinden sıyrılıp her türden kendi inanç ve düşüncelerine karşı bağımsız kalmakla; iç ve dış etkilerden arınmış nesnel mantıkla hukukun ne dediğini söylemekle (juris-dictio); hukuksal güvenliği, hukuka inancı, inanılırlığı sağlamakla; yansızlık, doğruluk ve tutarlılık, dürüstlük, eşitlik, yeterlilik ve yaraşırlık (liyakat) içinde uygulamalar yapmakla; adaletin en küçük yabancı katkı maddesiyle bile bütünüyle lekeleneceğinin bilinciyle davranmakla; haksızlıkların en uyanık bekçileri olmakla; bütün dış etkenleri duruşma salonunun dışında tutmakla yükümlüdürler. 

 

Suç hukukunda suçun çekirdek kavramı “davranış”tır (hareket) ve suç ve suç yargılama hukuku, cogito alanı”yla asla ilgilenmez. Dış dünyaya yansımış, görülebilir (visible) olaylarla, davranışlarla (actus reus), kökleşik deyişle “suçun cismi/maddesi/gövdesi”yle (corpus delicti) ilgilenir. 


Suç hukukunda insanların “içdünyasıyla ilgilenmeme”, “maddilik” 
(principio di materialità) ya da “davranışsız suç olmaz” (nullum crimen sine actione) ilkelerini iki bin yıl önce Ulpianus, “hiç kimse düşüncesinden dolayı cezalandırılamaz” diyerek vurgulamıştır. Suçun failini öne çıkaran olgucu okulun en büyük temsilcisi Ferri de bu görüştedir. Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İCY’nin 1887 Zanardelli Raporu’nda suç hukukunun insanların içdünyalarıyla uğraşmadığı vurgulanmıştır. 

 

Suç hukuku, bu nedenle amirallerin bildirisinde dışa yansıyan metin dışındaki amaç, erek, dürtülerle ilgilenemez. 

 

Yargılamada gözetilebilecek kanıtlar ise içdünyayla değil, elle tutulabilen somut dünyayla ilgilidir. Dolayısıyla kanıt, ilkin söz, belge ya da parmak izi, kan gibi beş duyuyla algılanmalı, ikincisi de mantık kurallarına ve bilime uygun, akılcı bulunmalıdır. Yargıç, falcılığa özenemez, ilkel çağların inançlara dayalı su, kızgın demir deneyimleriyle tanrısal sınavlarına (ordalie) başvuramaz, sanıklara ant içiremez. Üçüncü olarak kanıt, olayın en azından bir parçasını temsil etmelidir. 

 

Suç ve yargılama hukukunda insanın içdünyasına yönelik ima” (sezdirme, anıştırma), geceleyin yayımlama vb. bir yorum ve kanıt yoktur. Olamaz da. 

 

tfen, özellikle savunma, iddia ve karar makamlarında yer alan avukatlar, savcılar ve yargıçlar, dış dünyadaki dedikodulara kulaklarını ve vicdanlarını kapatmalı; sadece dış dünyaya yansıyan metnin içinde kalmalıdırlar. Aslında böyle durumlarda havanda su dövmeyi bitiren ve savcıların imdadına yetişen bir kurum, 2017’de Ceza Yargılama Yasası’na girmiştir: “Soruşturma yapılmasına yer olmadığı kararı” (m. 158/6). 

 

19 Nisan 2021 

 

Prof. Dr. SAMİ SELÇUK

İD Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

 

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/amiraller-bildirisi-ve-hukukun-dedikleri-prof-dr-sami-selcuk-1829160

 

 

 

 

 

https://sinifsiztoplumplatformu.blogspot.com

https://cahit-celik.blogspot.com