Soylu’nun ‘Devlette yoklar. İddialar provokasyon’ sözünü ilahiyatçı Prof. Filiz doğrulamıyor
İslam Felsefesi uzmanı Prof. Şahin Filiz, iyi cemaat-tarikat, kötü cemaat tarikat olmadığını, devletleşebilecek güce erişeni ya da henüz erişemeyeni olduğunu belirtti. Filiz, ülkeyi saran yüzlerce tarikat ve cemaatin, bin bir çilelerle kurulmuş cumhuriyetin bütün kurum ve kuruluşlarını tüketmeye programlandığını söyledi.
"Menzil, FETÖ’den sonra sıradadır. GATA vakası denizde kum tanesidir. Kum yığınları devasa dağlara dönüşmek üzere" uyarısını yapan Filiz, "FETÖ gibi darbe girişimine akılları kesmeyenler devlet yönetimine ortak olmaya odaklanmış durumdadırlar. Ali Edizer ve belki de binlerce Edizer’i bu açıdan analiz etmek gerekir" diyen Filiz’e göre, devletleşme amacındaki cemaat ve tarikatların sızma aşaması çoktan gerçekleştirdi.
- Sosyal medyada Medeni Kanunu hedef alıp çokeşliliği savunan eski GATA Başhekim Yardımcısı Ali Edizer tabiplik görevinden açığa alındı. Ama biliyoruz ki daha birçok Ali Edizer var. O yüzden vakadan çok kanayan yaraya, tarikatlar meselesine bakalım derim. Menzil çok gündemde olduğu için soruyorum: Nasıl bir hiyerarşisi var bu tarikatın?
Tarikat ve cemaat kavramları neredeyse bütün dinsel gruplar için birbirinin yerine kullanılır. Ben de böyle kullanacağım, ama bu sözcükler arasındaki farkları vurgulayacağım. Hemen söyleyeyim: Tarikat yol, yöntem, tarz anlamına gelir. Arapçada tarik, yani yol olarak kullanılır. Kuran’da ve hadislerde tarikat sözcüğü yer almaz. Cemaat de Arapçadır. Tıpkı tarikat gibi bu sözcüğün de dinsel bir anlamı yoktur ve topluluk anlamına gelir. Herhangi bir insan topluluğu -dinsel olur ya da olmaz- anlamına işaret eder. Kuran’da cemaat de geçmez. Yani her iki sözcük, sözlük anlamı bakımından sonradan dinselleştirilmiştir. Türkiye’deki bütün tarikatlarda olduğu gibi Menzil tarikatında da babasoylu ve tarikatsoylu bir yapılanma, bir hiyerarşi söz konusudur. İki kanaldan türeyen silsile, tarikat yapılanmasında temeldir. Menzil tarikatı, tarikat silsilesini 1389’da Özbekistan’ın Buhara kendinde ölen Muhammed Bahaüddin Şeyh Nakşibendi’ye dayandırır. Genellikle Türklerin rağbet ettiği Nakşiliğin bu şeyhi Şah-ı Nakişbend olarak da bilinir. Diğer yandan Kürt kökenlilerin bağlandıkları öteki Nakşilik kolu ise 1827’de Şam’da ölen Mevlana Halid-i Bağdadi’ye nispet edilen Nakşiliktir. Her ne olursa olsun, sonuçta diğer tarikatlar gibi her ikisi de babasoylu ve tarikatsoyludur.
- Ne demek babasoylu?
Babasoylu, en kestirme ifadeyle, dinsel patronluğun babadan oğula ya da erkek soyuna dayandırılarak tekelleşmesidir. Bu eril dinsel tekelleşme, kadına ya da kadın soyuna silsilede hiçbir şans tanımaz. Bundan da öte, silsilede soya yabancı hiç kimse -melek dahi olsa- bu zincir halkasında yer alamaz. Babasoylu zincirin halkalarından biri ya da birkaçı tarihsel olarak saptanamadığı zaman, hemen tarikatsoylu bir zincirle bu kopukluk giderilir. Müritlerin hepsi, yaratılan bu silsiledeki herkese ve bundan sonra soyca halkalara eklenecek olası her çocuğa sorgusuz sualsiz bağlanmak zorundadır. Menzilci ileri gelenlerinden birinin dediği gibi “Muhammed Raşid Erol’a ve onun sulbünden gelen, gelecek olan herkese köle olacaksınız; bu Müslümanlığın, müminliğin gereğidir.” Öyleyse tarikat hiyerarşisi, feodal bir hiyerarşidir. Tarikatçı-cemaatçi feodalite, bugün ve gelecekte bütün sözde dinsel silsilesini, Nakşibendilikten aldıkları marka ile ilk dönem İslam sufilerinden herhangi birine -örneğin Zünnun Mısri, Seriyy Sakati vb.- oradan Hz. Muhammed’e kadar meşrulaştırma haritası çıkarmıştır. Erkek egemen ve belirlenmiş bir soy içinde dönüp duran bu hiyerarşi, dikkatle bakıldığında, modern devlet örgütlenmesinin ilkel, feodal ama çok tehlikeli bir benzeridir. Tarikat hiyerarşisi, ekonomik, sosyal ve siyasal olanakları, yani her türlü gelir getiren araçları bu yapılanma içinde tutarak “toplumdan ayrıksı”; söz konusu olanakları, her alanda dışladıkları toplumu kullanarak genişletmek, güçlendirmek ve devlete kendi sözlerini geçirmek için de “sivil” bir görüntü verirler. Başka bir deyişle, kendi içlerinde katı emir-komutaya dayalı militarist dinsel kurallar uygularken, kendi dışındaki büyük çoğunluğa karşı da her türlü kutsalı çiğneyerek “seküler” bir kılığa girerler. Evrensel ahlaki değerleri çiğnemek koşuluyla ancak seküler bir yaşam sürecekleri yanılgısı yüzünden, gerçek bir seküler, çağdaş yaşama paldır küldür katılırlar. Örneğin, emeksiz, kuralsız kazanç, İslamın en belirgin ahlaki ilkelerini kapalı kapılar ardında tersyüz etme, yaşadıkları ülkenin bütün siyasi, ekonomik ve toplumsal olanaklarını yağma gibi görme… Bu kuralsız, vicdansız ve liyakatsiz yaşam biçimini, mevki ve makamları liyakatsizliklerine rağmen, işgale ehil olduklarına dair şeyhlerinden aldıkları sözüm ona “tarikat icazeti”, Menzil ve diğer cemaatleri hem insani yaşamın doğallığına, hem de laikliğe düşman hale getirmektedir. Siyaseten laiklikle savaşırken, pratik yaşamda kendilerince kuralsız kurallarla ördükleri sözde seküler yaşama kendilerine bırakırlar.
- Açar mısınız?
Bu ve benzeri yapılar, cumhuriyetimizin çağdaş değer ve birikimlerine “imanları gereği” savaş açmayı “cihat” saydıklarından, bin bir çilelerle kurulmuş cumhuriyetin bütün kurum ve kuruluşlarını tüketmeye programlanmışlardır. Tüketebileceklerini akılları keserse FETÖ gibi darbe yapmaya girişmekte; akılları kesmezse cumhuriyet kurumlarını ele geçirmeye veya halktan yetki almış seçilmişlerin yetkilerine ortak olmaya ya da tümden vekâletlerini almaya odaklanmış durumdadırlar. Ali Edizer ve belki de binlerce Edizer’i bu açıdan görmek ve analiz etmek gerekir. Bir tıp doktoru, bir astronot ya da bir mühendis hangi bilimi okursa okusun, sözünü ettiğim tarikat hiyerarşisi içindeki yeri, cahil, okuma yazma bilmeyen, en küçük görgü kuralından bile habersiz ama “dinsel atanmış” bir şeyhin iki dudağı arasındadır. Hiyerarşide kurulan sözde manevi silsilenin en tepe noktasına Hz. Muhammed’in adını yerleştirdikleri için, şeyhe itaat yalvaca itaattir; şeyh bütün silsilenin mevcut durumda en yetkilisidir, çünkü ondan öncekilerin hiçbiri yaşamadığı için, hem onları hem de kendinden sonrakileri bu silsileye dahil etme ya da etmeme yetkisi şu an için yaşayan şeyhe aittir. Kadınları küçümseyen, GATA gibi çok büyük sorumluluk gerektiren kurumu “yönetemediği cinsel dürtüleri”nin aracına dönüştüren ve adeta cumhuriyetin kurumlarını alaya alan bir Menzil müridinin şeyhi karşısında aynı laubaliliği gösterebildiğini mi sanıyorsunuz? Dananın oynaması kazıktan olduğuna göre, ona ve onun gibilerine, tarikat hiyerarşisi dışındaki alanlarda bu cahilce şımarıklığı telkin eden Menzil ve Menzile göz kırpan, kucak açan sorumlular değil midir?
- Menzil’in Şeyhi Muhammed Raşid Erol’un oğlu Feyzeddin Erol, Recep Akdağ’ın evlerinde büyüdüğünü söylemişti... Yönetim katındaki daha pek çok kişinin tarikat bağlantısı zaman içinde ortaya çıktı. Söyler misiniz; hayatı boyunca hiçbir tarikatla işi olmamış, liyakat esasıyla göreve gelmiş bir kadroyla, tarikat-cemaat ilişkisi sayesinde o koltuklarda oturabilen kadrolar arasında nasıl farklar var?
Tarikat ve cemaatle ilişkisi olmayan ve liyakat esasına göre göreve gelmiş bir insan, emir ve direktifleri anayasanın öngördüğü yasalardan, cumhuriyetimizin değerlerine uygun kurallardan ve hiçbir ayrım gözetmeksizin Türk vatandaşlarının çıkarlarından alır. Tarikat zorbaları ve cemaat baronları onun için bir değeri temsil etmez. Cemaat ve tarikatlar, ancak kendi müritlerine emir ve talimat verirler. Ancak resmi ya da sivil yetki alanlarından ekonomik, siyasi ve idari destek gördükçe etki alanları tüm topluma ve yönetim erkine kadar genişletir; bu basınç tüm toplumu doğrudan ya da dolaylı olarak sarar, sonunda siyasi ve idari sorumluları, baskı altındaki toplumun baskı kaynağı olan bu hiyerarşik yapılara olan -kerhen ya da isteyerek- teveccühünü kazanmak için, demokrasiyi bu kapalı döngüsel örgütlenmeye mecbur bırakır. Çağdaş demokrasi ve hukukun sağladığı “seçilmişlik”, cemaat ve tarikatların etkisiyle “atanmışlık”a dönüşür. 83 milyonluk Türk halkının demokratik ve özgür bir seçimle verilen ulusal bir yetkinin bu yapılara kısmen ya da tamamen devri, hiçbir siyasi sorumlunun hak ve iradesine bağlı değildir. Menzilciler, Süleymancılar, FETÖ’cüler, Nurcular ve benzeri yüzlerce cemaat ve tarikat, ilk aşamada “eski Türkiye”de, devlete sızmak için uğraş vermekte idiler. Ama “yeni Türkiye’de” bunlar, devletin, hukukun, adaletin ve hakça bölüşümün önüne geçebilecek denli, devletleşme yoluna girme aşamasına gelmişlerdir. Bu ikinci aşamada tablo tersine dönme eğilimine girmiş; adeta devlet, cemaat ve tarikatlara “sızmak”; devletliğini göstermek sürecine girmiştir. Adalet, hak, hukuk, liyakat, eşitlik, özgürlük, demokrasi, aydın ve çağdaş yaşam talepleri, bütün Türk halkının temsilcisi olan devletten beklenmek yerine, zır cahil din tüccarı şeyhlerin, şıhların hiyerarşik düzeninden beklenir olma yoluna evrilmektedir. Menzil de FETÖ ile benzer bir yol izlemektedir. Çünkü her ikisi de doğrudan Nakşibendilikten beslenmektedir. Her ikisi de feodal bir yapı, her ikisi de sosyal, ekonomik ve siyasi güç kazanmak için her türlü dinsel, hukuksal ve kültürel değerleri fütursuzca çiğnemekte; ama meslek haline getirdikleri bu ihlalin, işin kötüsü, İslamın gereği olduğuna insanları inandırmada başarı kaydetmeleridir.
Tarih dışı olan ve tarihsel gerçeklere uymayan hilafetin hiçbir dini ve pratik esası olmadığı, her kesimden büyük bir çoğunluk tarafından teslim edildiği halde, bu “kara” sevda, cemaat ve tarikatlar arasındaki “görev ve çıkar bölüşümü” ile, taksitli bir hilafet provası yoluyla tatmin edilmeye çalışılmaktadır. İslamdaki hilafet kavramıyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan bu prova, esasen dinsel ya da kutsal hiçbir kaygı da gütmemektedir. Cemaatlere ve tarikatlere, siyasi ya da ekonomik anlamda göz yuman veya destek veren sorumlular, halktan aldıkları yetkiyi, halkın onaylamadığı kişi ya da yapılara devrederse, bir tarikat liderinin dediği gibi “iki bin silahlı grup” ilk önce bu yetki devrini yapanları alaşağı edecektir. Atatürk “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken aslında bu yetki devrinin hiçbir şekilde meşru olmayacağını; milletin adına gelenlerin milletin aleyhine yetki kullanma hakları olmadığını vurgulamaktadır.
- Altı yıl önce haber yapmak için gittiğim bir uyuşturucu tedavi merkezinde bağımlıların çoğunun daha önce ailelerince Menzil’in Adıyaman’daki merkezine götürüldüğünü ve kurtulsunlar diye dini rehabilitasyona tabi tutulduklarını öğrendim. Ama işe yaramamış olacak ki başka bir merkezde karşılaştık onlarla... Erdal Atabek hazırladığı son yazı dizisinde “zihinsel istismar” diye bir ifade kullandı. Yıllardır İslam felsefesi üzerine çalışıyorsunuz. Bize zihinsel istismarın nasıl yapıldığını anlatır mısınız?
İlk İslam filozofu Ebu Yakup İshak el-Kindi, “dinini satan, dinsiz kalır, çünkü satılacak bir şeyi kalmamıştır” der. 9.- 13. yüzyıla kadar İslam dünyası, bugünkü İslam dünyasından çok daha ileri idi. Sayın Atabek’in yerinde deyimiyle “zihin istismarı” ya da akıl istismarı yapılmasına olanak tanımayan bir felsefe kültürü egemendi. Türklerin İslamla tanışma süreci de tam bu döneme rastlıyor. Her millet gibi Türkler de İslamı Anadolu’nun tarihsel ve kültürel tüm birikimi kapsamında kendilerine göre algılamış; akla ve zihinsel işleyişe karşıt olmayan bir dindarlık tarzı geliştirmişlerdir. Ancak felsefi düşünce yerine fideist (imancı) tutumun resmi bir din anlayışına evrilip devletleşmesiyle insanlar, nasıl dindar olunacağını devletten gelen talimatla belirlemek gerektiğini gelenekleştirmişlerdir. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Osmanlılarda devletin tarikatlarla karmaşık ilişkisi, zihinsel istismarın resmileşmesini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da illegal ama gittikçe derinleşen akıl yozlaşmasının yolunu açmıştır.
Bu yapılar bilimi ve eleştirel düşünceyi halk nezdinde itibarsızlaştırmışlar; bu süreci planlı ve örgütlü bir şekilde yönetmektedirler. Bilime ve aydınlanma düşüncesine karşı soğutulan insanlar, çareyi cemaat ve tarikatların akla ziyan ama kendilerine yarayan uydurma pratiklerde aramaya başlamışlardır. 19. yüzyılda “din bilimleri” kavramını ilk kez kullanan Max Müller, din ve dinlerle ilgili her türlü araştırmayı bilim disiplini içinde görmüşken cemaat ve tarikatlar yüzünden din öğretimi, beyinleri işlevsizleştirme aracı olarak kullanılmaktadır. İlk operasyon, insana ve yaşama dair ne varsa insanları her şeye, kendine, ülkesine, ulusuna, öz kültürüne yabancılaştırma yoluyla gerçekleştirilmekte; birey en şiddetli yabancılaşmayı kendi aklı ve özgüvenine dönük olarak hissetmektedir. Önce kendine ve aklına olan özgüveni yıkılan birey, çaresiz kalınca, tek seçenek olarak tarikat şeyhine ölümüne bağlanmakla karşı karşıya geliyor. Artık bu aşamadan sonra her şey, inanca ve inancın tek yetkili organı olarak önüne konulan tarikata bağlanarak beyin doldurulmaya hazır hale getiriliyor. Başka bir deyişle, aç bırakılan bir canlının, aç bırakan tarafından istenilen her şeyi yemek zorunda bırakılması demektir.
- FETÖ darbe girişiminin üzerinden dört yıl geçti. Görünen o ki yeterince ders alınmamış. FETÖ gitti yerine METÖ geldi iddiası da işte bu Ali Edizer gibi vakalarla doğrulanıyor. Tarikatların devlete sızmak istemesinin ardında nasıl bir motivasyon var?
FETÖ’nün devlete sızma süreci 40 yıl sürdü. Darbe ile gördük ki FETÖ artık devlet haline gelmişti. Cemaat ya da tarikatlardan her biri, FETÖ’nün izlediği taktiği aynıyla uyguluyor. Kâhin ya da fütürist olmaya gerek yok. Hepimizin gözü önünde olup biten olgularla karşı karşıyayız. Bütün tarikat ve cemaatler FETÖ ile aynı yolu izlemektedirler. Menzil, FETÖ’den sonra sıradadır. GATA olayı denizde kum tanesidir. Kum yığınları devasa dağlara dönüşmek üzeredir. FETÖ gibi her cemaat ve tarikat, devlete tamamen egemen olma, hatta devletleşme amacındadır. Devlete sızmak aşaması kanımca çoktan gerçekleşmiştir. Devletin tüm kurum ve kuruluşlarında, hakkaniyete, adalete, özgürlük ve demokrasiye dayalı haklar, kısacası yurttaşlık hakları eğer tarikat ve cemaatlerden alınan referansların gücü oranında elde ediliyor iddiası doğruysa -ne yazık ki Ediz bağlamında ortaya çıkan başıboşluk örnekleri- “devletleşme” yolunda epey mesafe alınmıştır yargısı kaygı verici boyutlara ulaşmış demektir.
- Peki neden ille de devlet olmak istiyorlar?
İslam devleti, şeriat devleti ya da İslam halifesi kavramlarının dinsel ve tarihsel hiçbir gerçekliği yoktur. Ama buna rağmen bu kavramlar sanki tarihsel ve dinsel hakikatler imiş gibi, boşaltılan beyinlere telkin yapılıp cemaat ve tarikatlar hilafet kurumunu kendi aralarında bölüşerek sürdürdüklerine inandırmaya çalışmaktadır. Her biri kendi hilafetini, hilafet merkezini (Menzil örneğinde Adıyaman-Kâhta, Van’da Zehracılar ve benzeri), halifesini ve hatta uydurdukları dini çoktan kurmuş bulunmaktadır. Bölüşülmüş hilafeti, devleti ele geçirerek bütün bir hilafete dönüştürmek için de aralarında kıyasıya savaş vermektedirler. Bu savaşta onun ya da bunun, başka bir deyişle, tasavvuf yolunu tuttuğunu öne süren Cübbeli’nin ya da onu hedef tahtasına oturtan silahlanmış Selefi cemaatlerin tarafını tutmak, hiçbir sorumluyu bunların hışmından azade kılmayacaktır. İlk zarar görenler, göz yuman ya da destek verenler olacaktır. Neden? Çünkü devleti ele geçirip hilafet merkezi olmak için birbirini boğazlayan tarikat ve cemaatler, ilk önce, Atatürk Cumhuriyeti’nin bağışladığı yetki ve gücü temsil edenleri izale etmekle işe girişeceklerdir. FETÖ de aynısını yapmaya kalkışmamış mıydı? İyi cemaat-tarikat, kötü cemaat tarikat yoktur; devletleşebilecek güce erişeni vardır, henüz erişemeyeni vardır.
- İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya göre, herhangi bir inanç grubunun, devletin birtakım noktalarını yönettiği ve sızdığı değerlendirmeleri, başlı başına yeni bir istismar alanı ve doğru değil…
Kendi kendilerini ele veren, belli başlı tarikatların üyesi olduklarını alenen ilan eden, bırakın itiraf etmeyi, övünçle gururla dile getiren deşifre olmuş üyelerinin ortaya çıkması hiçbir iddiaya mahal bırakmıyor. Hiçbiri iktidara düşmanlık olsun diye ortaya atılmış, hayali iddialar değil. Bizzat tarikat üyeleri bunları anlattı, onlar söylediğinde kimse yalanlamadı. Zaten Diyanet İşleri başkanı bunlara İrfan Mektepleri demedi mi?
- Aslında muhalefet çaba harcıyor. Örneğin CHP, 2018’de Meclis’te “Menzil için komisyon kurulsun” dedi, ancak kabul edilmedi. Siyaset neden kaçınıyor, nasıl bir çıkarı var bu yapılardan?
Eğer halkın eliyle ve halk adına alınan yetki, marifeti kendinden menkul tarikat ve cemaatlerden medet umarak kullanılırsa, yetkiyi denetleyen ve isterse sınırlandıran da onlar olacaktır. Oysa yetkiyi halk verdiğine göre bu güç halkta olmalıdır. Kendine verilen siyasal ve yönetsel erki, halk dışındaki yasaya aykırı odakların paylaşmasına yol açacak gaflette bulunmak, öncelikle bu erkten sorumlu olanları hem kişisel hem de tüzel anlamda rencide etmelidir. Kaldı ki tarikat ve cemaatlerin varlığı yasadışıdır; hukuk dışıdır ve İslam dışıdır.
- Devlet içinde birden çok cemaat yapılanmasından bahsetmek mümkün mü? Biz FETÖ’yü konuştuk, İsmailağa’yı biliyoruz, şimdi de Menzil’i konuşuyoruz, daha ama bilmediğimiz hangi yapılar var?
Ne yazık ki ülkemizi baştan ayağa çepeçevre sarmış irili ufaklı yüzlerce tarikat ve cemaat vardır. Nakşibendilik ile Selefi cemaatler bunların iki ana gövdesidir. Örneğin FETÖ Nakşilikten türemedir; Fethullah’ın sözde hocası cehalet timsali Saidi Nursi de Nakşidir. Menzil de öyledir. Bir de Selefi gruplar vardır. Cübbeli’nin saptamasına ve ihbarına gereksinim duymayacak bir devlet ve siyaset erki olmalıdır. Selefi yapılar, önceden İhvan-ı Müslimin’e (Müslüman Kardeşler) yakınlık duyan kişi ve gruplar, dışarıdan gelen Ortadoğulu göçmenlerden bir kısmı ile daha da güçlenip semirmiştir. Selefiler, öbürlerinin telkinle yönlendirdikleri beyinleri, emperyalizmin ekonomik destekleri sayesinde silahla sağlamaya çalışmaktadırlar. Ülkemizde IŞİD operasyonları bunun kanıtıdır. Zihinsel istismar Selefilerde silahlı zorbalıkla birleşir. Doğrudan Türk halkını ve Türkiye’yi kâfirlikle suçlarlar. Örneğin, 2005’te kapatılan Nurcu Zehra Vakfı, 2007’de Türkiye’yi AİHM’ye şikâyet etmiş; AİHM ise 2018’de verdiği kararda “şeraite dayalı devlet kurmak isteyen vakfın kapatılmasının hukuki olduğu”na hükmetmiştir. Hükümet, aynı duyarlılığı sürdürüp vakıf ve dernekler gibi laik kuruluşları din adı altında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı kullanan bu dinci kalpazanlıklara son vermelidir.
- Aynı dine inanıyor, peki nerede ayrışıyorlar da bu kadar çoklar?
Bunlar bildiğimiz İslam dinine inanmıyorlar. Bir ilahiyatçı ve filozof olarak tarikat ve cemaatlerin -akledemeyen bağlıları bir yana- tüm yönetim birimlerindeki beyin katillerinin Müslüman olmadıklarını düşünüyorum. Açıkçası, Kuran’daki İslamla hiçbir ilgileri yoktur. Tersini iddia eden varsa, her birinin din diye pazarladıkları nefsani, şeytani ve siyasi manevralarını İslamla yüzleştirmeye hazır olmaya çağırıyorum. Yağma, çapul, haksızlık, adaletsizlik, yaşama ve insana düşmanlık eden, çocuk-çoluk, kadın erkek, canlı cansız demeden her şeyi önce dinselleştirip sonra da cinselleştiren; tüm yaptıklarını İslamla Kuran’la değil de tarikat şeyhlerinin talimatlarıyla herbir tarikat ve cemaat kendi dinini yaratmış; İslam bu “uyduruk dinler”le işgal ve iğfal edilmiştir.
- Diyanet’in tarikatlara dur demesi gerekmiyor mu?
Diyanet İşleri Başkanlığı bir cumhuriyet kurumudur ve Cumhuriyetimizin vizyon ve ilkelerine göre ile görev yapmalıdır. Ancak Diyanet bu görevini yapabiliyor diyemeyiz. Kendi yetki ve sorumluluk alanlarını adeta cemaat ve tarikatlerin inisiyatifine ve insafına terk etmiş görünmektedir. Anayasal olarak suç işlediğine dair serzenişlerdeki haklılık oranını hukukçular daha isabetli değerlendireceklerdir. Diyanet, göz göre göre “uydurma din fabrikaları”nın kendi yetki alanını ihlal etmesine göz yummamalıdır. Bir an önce bu yapıların din-dışı ve yasadışı olduğunu resmen, fiilen ve hukuken ilan ve ilam etmelidir. Bir yandan camiler yaparken bir yandan da camileri boşaltan cemaat ve tarikatların çoğalması, Diyanet’i sorumlu olduğu camilere karşı görevini yapmaması değil midir? En büyük, en yasal ve en masum cemaat cami cemaatleri iken, illegal oluşumların karşı cemaatleri örgütlemesi, cami ve mescit düşmanlığı değil midir? FETÖ’nün Işık Evleri, Menzil’in merkezi ve sohbet evleri, Süleymancıların yurtları, Selefilerin hücre evleri, adını burada sayamayacağım dernek ve vakıf tabelası ile faaliyet yapan bir yığın sözde dinsel oluşumların sohbet evleri bu çifte standardı nasıl uygularız? O zaman camiler toplumsal işlevini yitirmiş olmaz mı? Diyanet kendi kurumlarına sahip çıkıp asli görevine rücu etmelidir.
- İsmailağa cemaatinin lideri Cübbeli Ahmet olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü Türkiye’de iki bin Selefi dernek bulunduğunu, bu grupların silahlandığını ve ayaklanma çıkarma planı yaptığını iddia etti “İç savaş hazırlanıyor” dedi. Selefi yapılar hakkında ne söylersiniz? Bu iddia için ne diyorsunuz?
Selefiler, mevcut ve meri İslam dinini, yetersiz ve işlevsiz gören silahlı ve tehlikeli din görünümlü terör örgütleridir. Işid başta olmak üzere ülkemizde mevcut anayasal düzeni kökünden yıkıp adına şeriat devleti dedikleri hayali ama silah zoruyla egemen olmak istedikleri bir yapıyı ikame etmeye çalışıyorlar. Mezhep, ırk, bölge ve din ayrımlarını özellikle Müslüman toplum üzerinden körükleyerek, Müslümanlar arasında iç çatışma çıkarmak ve böylece emperyalistlerin işgaline zemin hazırlamak amacındadırlar. Bunlara Kuran bile az gelmektedir. İslam onlara göre silah, ölüm, cinayet ve tedhiş olarak yorumlanarak İslam ile terörü ayrılmaz ikili olarak göstermek istemektedirler. Batı’da İslam ile terörün yan yana getirilmesinden İslamla hiçbir ilgisi olmayan özellikle terör grupları sorumludur. İslam adını teröre bulaştıran bunlardır.
- Peki bu cenah eline nasıl silah alıyor? “Dinden çıkan öldürülür” düsturuyla mı hareket ediyor?
Kuran’da bağlamından kopararak aldıkları ayetleri siyasal sloganlar haline getiriyorlar. En masum bir metin ya da bir yazıdan istenirse sloganlaştırılmış ifadeler çıkarılabilir. Din kavramı, Arapçada medeniyet kavramının türediği bir sözcüktür. Düşünün; esasen medeniyet, şehirlileşme, uygarca yaşam anlamına gelen din, Türkçede dinselleştirilen bir dine dönüşerek medeniyetten koparılıp vahşetin adresi yapılmaktadır. Arapçadan dilimize geçmiş pek çok sözcük, orijinal anlam evreni bakımından “daha az dinsel, daha çok dünyasal” olmasına rağmen, anlam daraltılmasına uğratılmakta; bu daralma da irili-ufaklı dar pek çok tarikat ve cemaatlerin doğmasına yol açmakta, sonuçta da bu daralma yaşam alanlarımıza yansımaktadır.
- Tarikat ve cemaat yapılanmalarına ilişkin son ankette cemaat ve tarikatların yasaklanması gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde 57.2... Anket 24 Haziran seçimlerinde AKP’ye oy vermiş olanlar arasında yüzde 46.9’luk bir kesimin bu yapıların yasaklanmasını istediğini vurguluyor. AKP tabanının cemaat ve tarikat yapılanmalarına karşı olduğunu düşünebilir miyiz?
Bence AKP tabanı, muhalefetteki hemen tüm partilerden gelen seçmenlerden oluşmaktadır. Yani Türkiye dışından gelen nevzuhur bir seçmen kitlesi değildir. Böyle olunca bu oran normaldir; hatta daha fazladır. Yani bu seçmen kitlesi Türkiye Cumhuriyeti halkının doğal bir parçasıdır. Cumhuriyet kültürüyle yoğrulmuş, çağdaş yaşam kültürünü kanıksamış normal bütün seçmenler, tarikat ve cemaatlere sıcak bakmayacaklardır. Hakkın, adaletin, özgürlüğün ve demokrasinin tehdit odakları olan bu yapılara, cumhuriyetin eğittiği -sol ya da sağ- seçmenlerin büyük çoğunluğu elbette herkes eşit vatandaşlık hak ve yetkisi vermiş olan cumhuriyeti, bu illegal oluşumlara tercih edecektir. Tarikat ve cemaatlerin işlevsizleştirilip tarihin çöplüğüne atılmasında bence AKP seçmeni öncülük edebilecek deneyime başka partilerin seçmenlerinden daha fazla sahiptir diye düşünüyorum.
ZENGİN BİR AZINLIK, YOKSUL BİR ÇOĞUNLUK YARATIRSA…
- Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen gün “Müminin görevi varlıkta şımarmamak, yoklukta sabretmektir. Gerçek mümin acıyı bal eyleyendir” diye konuştu. Sözleri “yoklukta sabretmek size verilmiş bir görevdir. Görevinizin gereğini yerine getirin, dua edip, bekleyin diyor” biçiminde yorumlandı. O kadar vurgun, yolsuzluk, suiistimal ortaya çıkmışken yoksula sabır tavsiye etmenin dinen bir karşılığı var mı?
Sabır ve “acıyı bal eylemek”, eylemin içinde olmak ve eylemden pay almak koşuluyla, mümkündür. Davul eylemsizin, tokmak ise eylem kaynağının elindeyse, hem davul hem de acı aynı kişiye yüklenemez. Fakirlik, yoksulluk, acı ve felaketler, istenen güzel şeyler değildir. İslam, Müslümanın mağdur ve mazlum olmasını onaylamaz. Fakirliğe sevinmek, fakir olduğu için şükretmek, hiçbir zaman Allah’a hamd etmenin koşulu olamaz. Kaldı ki İslam geleneğinde ve literatüründe “fakir” demek, ele güne muhtaç Müslüman değil, “Allah’a muhtaç Müslüman” demektir. Müslüman’ın Müslümana veya başkasına muhtaç olması mukadder ve övünülecek bir şey değil, en son istenecek kötü bir durumdur. “Veren el, alan elden üstündür”e göre sürekli veren olmanız ve başkalarının da sürekli alan el olması, Allah’ın (başka) beldeler halkından alıp resulüne fey’ olarak verdikleri, Allah’a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir; (servet) içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmasın diye böyle hükmedilmiştir. Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah’a karşı saygısızlık etmekten sakının. Kuşkusuz Allah cezalandırmada çok çetindir (Haşr, 7) ayeti ile bizi karşı karşıya getirir. Bu ve benzeri ayetler Müslümanım diyen herkese şöyle sesleniyor: “İşsize iş, aş, ev, eşit ücret, hak ve imkânlar verin. Servet bir kısım zenginler arasında devir daim eden bir güce dönüşmesin. Zengin bir azınlık, yoksul bir çoğunluk yaratır ya da elindeki ekonomik imkânları bu kesim için kullanmazsa, Allah’a saygısızlık eder; dünya ve ahrette onun çok acıklı azabıyla cezalandırılır.”
CAHİL VE KALPAZANLAR İSLAM DÜNYASINI ZAN ALTINDA BIRAKIYOR
- Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un talimatıyla valiler, Müslümanlar tarafından kurulan dini ve kültürel derneklerle müzakere toplantıları düzenledi. “Fransa İslamı Toplantıları” ile Müslümanları temsil edecek yeni bir kurumun hazırlığını yapan cumhurbaşkanı ‘ayrılıkçılarla mücadele’ yasa tasarısı sunacağını ve ‘aydınlanmış bir İslamın oluşturulacağını’ açıkladı. Dünyanın aydınlanmış bir İslama mı ihtiyacı var?
Selefi dinci oluşumlar, cemaat ve tarikatler, “Fransa İslamı”, ya da “Fransa için Müslümanlık” (CFCM) tartışmalarında, “Avrupa’nın huzurunu bozmayacak, kendi algılama hinterlandı içinde kalacak” bir İslam yorumu geliştirme çabasında büyük pay ya da vebal sahibidir. Müslümanların büyük çoğunluğu adına davrandıkları iddia ve izlenimi ile bu cahil ve kalpazan gruplar, 1.5 milyarlık İslam dünyasını, muhtemelen asırlarca sürecek bir zan altında bırakıyorlar. Diğer yandan, İslam dini evrensellik özelliğine sahipse, her millet onu kendi kültürel ve sosyal koşullarına göre algılama hakkına sahiptir demektir. Evrensellik tezi her ulusun kendi tarihsel ve kültürel algoritmasına uygun yerel bir yorumu zorunlu kılabilir. Başka ülkelerin İslam yorumları Fransa’yı böyle bir yola sevk etmiş olabilir. Sebep ne olursa olsun, İslam dinini her ulus kendine göre algılayıp yorumlayabilir. Anadolu İslamı ya da Türk İslamı da en az Fransa İslamı ya da Fransızlar için İslam” gibi düşünülebilir. Zaten pratikteki İslam algımızla bize, “hayır, bunlar İslam’da yok” diye söylenen İslam arasında büyük fark var. Başka bir deyişle, biz Türkler İslamı, Anadolu’nun gelmiş geçmiş bütün tarihsel ve kültürel zengin birikimleri ışığında algılamakta ve yaşamaktayız. Ancak Sünnilik adı altında anlatılan teorik İslam ile bu pratikler, Türklerin İslama tanışması 8. yüzyıl dan beri uyuşmamaktadır. İslamın Anadolu’ya açılan kapısı, Anadolulu bir İslamı doğurmuştur ve Arap geleneği ile ilgisi zayıftır. Türk halkı Alevi olsun Sünni olsun pratikteki bu İslamdan hoşnut, ama kendisine telkin edilen teorik Arap İslamından mustariptir.
NEDEN PROF. DR. ŞAHİN FİLİZ?
1988’de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1991’de Felsefe ve Din Bilimleri’nden master’ini, 1995’te doktorasını tamamladı. 2000’de yine Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü’nde doçentlik unvanını alarak aynı fakültede 20 yıl boyunca İslam Felsefesi, Türk-İslam Düşüncesi, Klasik İslam Felsefesi Metinleri, Karşılaştırmalı Batı ve İslam Düşüncesi dersleri verdi. 2008’de Akdeniz Üniversitesi’ne profesör olarak atandı. GATA Başhekim Yardımcısı Ali Edizer’in skandalıyla birlikte tarikatlar özellikle Menzil yeniden gündeme gelince bize de toplam 16 kitabı, yurtiçi ve yurtdışında yayımlanmış makaleleri de bulunan Prof. Filiz’e sormak kaldı.
12 Ekim 2020