Sayfalar

Kaos içinde gezintiler



Çin Halk Cumhuriyeti “Yeni dönemde ulusal savunma” başlıklı bir rapor yayımlayarak uluslararası ilişkileri değerlendirdi, kendi çıkarlarını korumaya kararlı olduğunu açıkladı. ABD dış politika çevrelerinin dergisi The National Interest’te raporu değerlendiren bir yazı, “Gelmekte olan belaya hazırlanın: Uyarıldık”  notuyla bitiyordu. 


Rapora göre bu “yeni dönemi”, uluslararası ilişkileri “destabize” edici güçler, uluslararası stratejik rekabet, işbirliğinin yerini çatışma ve şikâyetin alması karakterize ediyor. 

Ben bu “yeni dönemin”karakterini, geleceğe ilişkin tanımlanabilir bir yapılanma belirtisi üretmeyen devinmelerin kaosunun belirlediğini düşünüyorum. 

Kutuplardan kutupsuzluğa 

Devletler arası ilişkiler egemenlik bağımlılık ilişkileridir. Bir devletler kümesinin, görece istikrarlı bir yapı kazanabilmesi için bir hegemonya ve hiyerarşi içinde adeta “dondurulması” gerekir. Bu düzenin hiyerarşisi içinde yerini beğenmeyenlerin, dışına çıkmak isteyenlerin bastırılmasına ilişkin savaşlar yaşanabilir. Kapitalizmin tarihinde biri Birleşik Krallık, ikincisi ABD merkezli olmak üzere iki küresel “düzen” yaşandı. Uluslararası ilişkililerin ABD merkezli Batı ve SSCB merkezli Doğu olarak bölünmesiyle de hegemonya ve hiyerarşi düzenini tanımlamak üzere “kutup” kavramı literatüre girdi. 

Doğu blokunun dağıldıktan sonra ABD merkezli bir tek kutuplu dünya önerisi Rusya, Çin, Avrupa ve birçok gelişmekte olan ülke tarafından reddedilince çok kutuplu bir dünya arayışı gündeme geldi. Ancak, güçlerin yükseliş hızı, dünya ekonomisindeki yapısal (yeni bir sermaye birikim rejimi doğuramayan) krizin getirdiği sarsıntılar, düzenli hiyerarşileri içeren kamplaşmalara izin vermedi. Böylece içindeki, kimi eski-yeni büyük güçlerle, adeta “herkesin herkese karşı” konuşlanmaya başladığı, ancak bir kaos kavramıyla tanımlanabilecek bir dünya düzensizliği şekillendi. 

Popülizm filan 

Bu uluslararası düzensizlik içinde, ulus devletlere ilişkin ve kaos üreten eğilimleri güçlendiren başka gelişmeler de var. Bu gelişmeler genel olarak, otoriter popülizmin yükselişi olarak tanımlanıyor. 

Ancak, popülizmin yükselişi, çok daha uğursuz, “yeni faşizmin” değirmenine su taşıyan bir olgu. Bir tarafında halkın, egemen düzenin çeşitli krizlerini (ekonomik, sığınmacılar, demografik ve kültürel sarsıntılar), etkilerini yönetemeyen seçkinlere yönelik tepkileri var. 

Diğer tarafta da, George Monbiot’un işaret ettiği gibi, krizlerin ürettiği “felaket kapitalizminden”vergilerden kaçarak, ayrıcalıklı rant olanakları bularak, tekel kârlarını konsolide ederek yararlanmaya çalışan “oligarkların”, bu olanakları sağlayacak, milliyetçi, yerlici, ırkçı, dinci liderleri ve hareketleri iktidara getirmek için halkın tepkilerini kullanma çabaları var. 

Herkes herkese karşı 

Bu dağılmaya düzen verebilecek bir “merkez”de yok. Örneğin, Çin yükseliyor, “Yol ve Kuşak” projesiyle, ucuz ve kolay borçlandırmayla adeta emperyalizmin artık çok iyi bilinen, gizlenemeyen yöntemleriyle kendine yeni etki alanları açıyor, bu alanları askeri konuşlanma noktaları olarak değerlendirmeye başlıyor, ama hemen tepki uyandırıyor. Çin’in yükselişi ve yeni nüfuz alanlarının çoğalması, ABD’de gerginlik yaratıyor. 

Ancak ABD’de Trump yönetimi, Batı ittifaklar düzenini, Avrupa platformu, Japonya ilişkileri üzerinden restore etmeye çalışmak yerine, uluslararası anlaşmalardan çıkıyor, aşırı sağcı, demagog liderleri destekleyerek Avrupa Birliği’ni destabilize ediyor. Aynı anda ABD karşıtı bir güç olarak yükselmeye çalışan Rusya da benzer yollarla AB’yi destabilize etmeye çalışıyor. 

Bu sırada Rusya, Pasifik’te ve Çin denizinde ABD’ye karşı denizde ve havada Çin’le birlikte devriye geziyor. ABD, NATO’dan yakınırken, Çin, Almanya Fransa gibi Avrupa ülkeleriyle ortak manevralar düzenliyor. Türkiye tüm itirazlara karşın S-400’leri alarak. Hem bir bağımlılık ilişkisinden öbürüne atlıyor, hem de NATO ve Batı ittifakına bir istikrarsızlık unsuru daha ekliyor. 

Bu resme kaos dinamikleri üzerinde bir “çarpan etkisi” yaparak, doğrudan gezegen üzerindeki yaşamın kendisini tehdit eden iklim krizini de eklemek gerekiyor.







Orman da ferman da halkın olmalı



Altına hücum için ormanın kalbine hançer saplanması; tarım arazilerine termik santral dayatılması; dünyanın en güzel göllerinden birinin betona açılması; deniz kıyısının mafyaya, deniz içinin midye, balık çiftliklerine teslim edilmesi… Liste uzayıp gider. Kaz Dağları’ndan başlar, Salda Gölü’ne uzanır. Özelliği nedir? Halkın ortak alanlarının zorla talana, paraya, özel çıkara açılmasıdır. 

Niye bu haberler yeniden çoğaldı? 
Ve ikincisi, nasıl mücadele etmek gerek? 

Konumuz bu. 

Kojin Karatani bir Japon düşünür; Dünya Tarihinin Yapısı adıyla dilimize kazandırılan kitabında, insanlık tarihi boyunca öne çıkan üç farklı ekonomik mübadele şeklinden söz ediyor. A tipi mübadeleyi karşılıklı dayanışma, yardımlaşma ve armağan kültürünün hâkim olmasıyla; B tipini, devletin ekonomi üstünde haraç/talan yöntemiyle giderek zorlayıcı güç haline gelmesiyle ve C tipini de kapitalist meta mübadelesi süreciyle ilişkilendiriyor. A tipine dayanışma ekonomisi, B tipine yağma/haraç ekonomisi, C tipine de “liberal” piyasa ekonomisi diyelim kısaca. 


Karatani’ye göre şartlar doğrultusunda biri mutlaka diğerlerinin önüne geçer. 

Deneyimlere bakıp akıl yürütelim biz de: Örneğin C tipi krize girince, aynı anda hem A tipini andıran/aşan, yani halkın kendi dayanışma ekonomisi inşasına dönük modeller; hem de B tipi, yani sermayenin otoriter devleti daha fazla göreve çağırdığı talancı ve haraççı ekonomi modeli öne çıkabilir. Mücadele giderek ikisi arasında, yani halkçı/dayanışmacı ekonomik deneyimlerle yağmacı ekonomi programı arasında gelişmeye yönelebilir. Bu sürecin sonunda ya halkçı modeller devletleşir (devletin genel programına taşınır) ya da devlet, talan ekonomisi ve haraç yoluyla sermaye adına zorlama vasfını pekiştirir. 


Bizde şu anda yeni kâr alanları arayan sermaye kesimi yine B tipi ile ilişkide. Çünkü kriz var. Devleti hem sermayenin krizdeki zararlarını üstlenmesi ve emekçinin hak arayışını bastırması; hem de hepimizin ortak varlığı olan alanları, hizmetleri zorla özel çıkara, piyasa ilişkilerine açması için yeniden göreve çağırıyor. Bunu yapanların tercihine “sermaye devletçiliği” diyelim.  

Bu arada, evet doğrudur, AKP devrinde B tipi hep etkendi; ama şimdiki krizde yeni sistemin otoriter destek ve olanaklarıyla giderek daha fazla yerleşiyor. Ve tek kişiye her şeyi fermanla tahsis etme yetkisi veren yeni sisteme kim ses çıkarmıyorsa, bilin ki bu modele, bu otoriterliğe mecburdur. 

Kaz Dağları’ndan Salda’ya 

İktidar niye bu programa yöneliyor? Yanıtı basit: Eldeki fabrikaları, tesisleri özelleştire özelleştire denizi bitirdiler; yerüstünde imar/inşaat rantı da durdu; şimdi bir de en büyük belediyelerin kaynaklarını yitirdiler. Öyleyse krizde ormana, kıyıya, tarlaya, bahçeye; eğitime, sağlığa, hepimizin ortaklıklarına daha çok yüklenmek zorundalar. Birlikte büyüdükleri sermaye gruplarının desteğini korumak için de buna mecburlar. Doğanın talanı da işte bu modelin içinde anlam kazanıyor. 

Saptama böyle; mücadele de buna uygun olmalı


Krizde haraç ekonomisinin yükü zam ve vergilerle halkın sırtına iyice bindirilirken, yerli-yabancı fark etmez, sermayenin ve iktidar sahiplerinin B tipinin yağma kısmına itiraz edenlere karşı halkı kazanmak için bir stratejileri var. Özellikle çevre mücadelelerini halkın gözünden düşürmek için, “yatırım yapıyoruz, Türkiye’nin gelişmesini istemiyorlar. İş getireceğiz, bölgenin gençlerine istihdam sağlayacağız. Okulları, camileri yenileyeceğiz; buna karşı çıkıyorlar” diyorlar hemen. 

Hiç değişmez. Öyleyse çevreci mücadelelerin de bir stratejisi olmalı. B tipi haraç/talan ekonomisinin karşısına, A tipini güncelleyerek aşan yerel dayanışma modelleri, kooperatif deneyimleri; özel çıkara hizmet etmeyen, ortak varlıklarımızı koruyup geliştiren ekonomik başarı hikâyeleri de koymak zorundayız. Sadece “çevreyi koruma” programı, B tipini aşmaya yetmez. 


Bugüne dek başarılı olan çevre mücadelelerine bir bakın; kazanan mücadelelerin çoğu çevre/doğa mücadelesi ile halkın ekmek mücadelesini birleştiren, bu ikisini ortak zeminde ilişkilendirebilen hareketlerin ürünü. Yerel bir çevre mücadelesini halkın ekmek mücadelesinin zararınaymış gibi gösterebildiğinde vahşi sermaye ve iktidar (özel çıkarcılar); çevre mücadelesinin halkın ekmek, yani geçim mücadelesinin parçası olduğunu kanıtladığında halkçı direnişler kazanıyor.

Kaz Dağları’ndan Salda Gölü’ne; Şirince ya da Munzur’dan Ünye-Fatsa maden sahasına uzanan geniş coğrafyada mücadeleleri birleştirecek zemin ve program ancak bu çerçeveden kurulur.